ISSN 1308-8483
Eski bayramlar gerçekten daha mı güzeldi? / Sedat YALÇIN
Sedat YALÇIN    
  Yayın Tarihi: 29.12.2008    


Eski bayramlar gerçekten daha mı güzeldi?

Televizyonda her bayramda yapılan söyleşilerde hep eski bayramlar şöyle nezihti,böyle hoştu gibi anlatılar dileriz. Ellili-altmışlı yılları yaşamış biri olarak hayrete düşmekteyim; acaba bu bahsedilen bayramlar padişah dönemlerine mi aitti diye düşünmeden edemiyorum. Abartmayı seven bir yapımız var millet olarak sanırım. İstanbul’ da yaşamayanlar bu anlatılanları dinledikleri zaman “vay be İstanbul’da bayramlar ne güzel yaşanırmış” dediklerini duyar gibiyim. Benim de çocukluğum, gençliğim İstanbul’un küçük bir mahallesinde geçti. Acaba başka bir İstanbul’dan mı bahsediliyor diyorum kendi kendime. Ayfer Tunç hanımefendinin “Bir maniniz yoksa anneler size gelecek” adlı kitabında 1970’li yılların yaşamından çok güzel kesitlerini hepimiz okumuşuzdur sanırım.

Neyse ben de kendi bayram hatıralarımı sizlerle paylaşayım.

Efendim, insanların bu kadar abarttığı kadar bir hoşluk içerisinde hiç olmazdık. Bayramlar bugünkünden farklı değildi. Bence tek fark imkansızlıkların yaşandığı bu yıllarda bayramlarda imkanların zorlanmasından başka bir şey değildi. Örneklersek eğer; Bayram tıraşı denilen olay çok daha eskilere dayanırmış. Daha eskiden, yokluk yıllarının çok daha etkili olduğu yıllarda, insanlar ancak bayramdan bayrama tıraş olabilirlermiş. Bayram tıraşı deyimi o yıllardan kalma olsa gerek. 50-60’lı yıllarda o kadar olmasa bile gene de sık sık berbere gidilmezdi. Sebebi de malum; maddi yetersizlik.

Keza bayramlık kıyafet olayı da aynı şekilde idi. İnsanların yeni ayakkabı almaları ancak ayakkabılarının tamiri (gizli pençe denilen tabanının değiştirilmesi, topukların değişimi, topuklara kabara çakılması) artık olanaksızlaştığı zaman gerçekleşebilirdi. Elbiseler, ceketler, pantolonlar iyice eskiyinceye kadar kullanılır, yırtılınca ördürülerek tekrar be tekrar giyilirdi. O zamanlar mahallelerde örücüler vardı. Yırtılan elbiseleri makinası ile itina ile tamir ederlerdi. Tabii gene de belli olurdu tamir yeri ne kadar itina ile yapılırsa yapılsın. O yıllarda konfeksiyon bu kadar gelişmemişti. Mahalle terzileri sanatlarını konuştururlardı. Böyle bir ortamda bayramda çocuklara alınan yeni her şeyin çok değerli olarak görülmesi gayet doğaldı. Yoklukların yarattığı, bayramda yeni ayakkabı veya elbise sahibi olma sevincinden başka bir şey değildi bayram sevinci.

Bayramlarda yapılan börek, kadayıf, baklava evlerde annelerimiz, ninelerimiz tarafından imal edilirdi. Zaten dışarıdan almak dediğim gibi maddi açıdan insanların olanakları haricindeydi ve de yaygın değildi. Keza bayram ziyaretlerinde genellikle kağıtlı şeker, akide şekeri, badem şekeri veya lokum ikram edilirdi. Sık sık da özellikle yazın limonata başlıca içecek olurdu. Çikolata nadirattan ve kıymetli idi; bayramda her çocuğa kısmet olmazdı çikolata tatmak. Hediye olarak mendil verilirdi genellikle. Maddi durumu iyi olanlar ise mendilin içerisinde harçlık verirlerdi.. Biraz hali vakti yerinde olanların bayram ikramı likör ve yanında çikolata olurdu.

Çocukların bayram eğlencesi sokakta oynamaktı. Çocuklar için eğlence aşağıda anlatacağım şekilde yaşanırdı çoğu kez. Bu anlatacaklarım sadece bayrama has olmayıp her gün veya iki, üç günde bir yaşanılan gündelik olaylardı. Bayramda biraz daha sık olarak mahallelerden geçerlerdi tabii ki.

Macuncularımız vardı. Macuncunun mahalleye geldiğini zurna veya klarnet sesinden anlardık. Eritilmiş şekerin boyanması ile yapılmış macun şeklinde bir tür şekerleme olan macunları macuncu bir tahta çubuğa elindeki tornavida ile rengarenk macunları dolayıp bizlere satardı. Çoğu kez macuncunun elinde bir zurna veya klarnet olurdu, sokak başında durur bir iki melodi çalardı. Arkasından elma şekeri ve horoz şekeri satan şekerci dolaşmaya başlardı. Simitçileri saymıyorum onlar bugün de varlıklarını hala sürdürebiliyorlar. Günümüzde de devam eden kağıt helva, pamuk helva satıcıları da mahallenin müdavimlerindendi.

Sanırım en ilginci ayı oynatan çingenelerdi. Ayı oynatıcıları çocukların en fazla ilgisini çeken göstericilerdi. Çoğu çingenelerden oluşan ayı oynatıcıları arkalarında bir sürü çocuk ile mahalleye girerler ve tam sokağın orta kesiminde sanatını göstermeye başlarlardı. O dönemde hayvan hakları olmadığından (!) zavallı ayılar burnundaki halkayı çeken çingene tarafından zorla ayağa kaldırılarak iki ayağı üzerinde hareket etmesi sağlanır; bu arada oynatıcı def’ini çalarak şarkı söylerdi. Hadi bakalım “Ayşe teyze hamamda nasıl bayılır” deyip hayvanı sırt üstü yere yatırır, ”Ayşe teyzem hamamda nasıl oynar“ deyip hayvanı iki ayak üzerinde sağa sola hareket ettirir ve zıplattırırdı. Tabii bu işlemi zavallı hayvanın burnundaki halkayı çekerek, acı verdirerek sağlardı. Hiç unutamadığım bir anımda sırtı ağrıyanlar yere yatar ayı iki ayağı ile sırtını ezer, yatan kişi “oh, kulunçlarıma iyi geldi“ derdi. Daha sonra günün sevilen şarkılarını söyleyen mahalle şarkıcıları mahalleye gelirdi. Köşede durur şarkı söylemeye başlar sonra elinde şarkı sözlerinin yazıldığı kağıtları satmaya çalışırdı. Bayramda mahallenin postacısı, bekçisi, çöpçüsü en iyi kıyafetlerini giyerek kapıları çalar ve bahşiş toplamaya başlarlardı; ama bunlar biz çocukların ilgisini hiç çekmezdi. Öyle atlı karınca, dönme dolap her yerde yoktu. İstanbul’da sayılı yerlerde kurulurdu. Ancak o civara yakın olanlar çocuklarını oraya götürebilirlerdi. Örneğin İstanbul’un Kadıköy yakasında Kuşdili denilen mevkide vardı bu tür etkinlikler. İstanbul’un Avrupa yakasını hiç mi hiç bilmezdik. Büyük kentte yaşamanın bir ayrıcalığı olarak sinemaya götürürlerdi bizleri, annelerimiz babalarımız bize uygun filmler olunca tabii. İşte biz çocukları tüm eğlencesi bunlardı. Sinemaya gitmek, macun şekeri, kağıt helva, pamuk helva, simit ve halka satıcıları, şarkı sözü satanlar, ayı oynatıcıları sadece bayramlara has değildi; her zaman gözlenirdi bunu da tekrar belirtmekte yarar var. Tabii bayramlarda daha sık dolaşırlardı.

İstanbul’da ulaşım zor olduğundan bayram ziyaretine uzak yerlerdeki akrabalarımıza gidemezdik, hele Avrupa yakasındakilere gitmek çok seyrek olurdu. Yollarda trafik sıkışıklığı söz konusu değildi ama ulaşım araçları çok kısıtlı idi. Halk en çok tramvayları kullanırdı. Tramvay güzergahları da belli ana yolları takip ettiğinden her yere ulaşmak zor olurdu. Minibüs ve dolmuş az sayıdaydı. Damalı taksilere ise halk pek kolaylıkla binemezdi. İnsanlar zaten genellikle belli bir çevrenin dışına pek çıkmazlardı. Sanki herkesin belli bir mahallesi vardı ve oraya aitti. Bayram ziyaretleri, insanları çevrelerinin dışına çıkmaya zorladığı zamanlar olduğundan, biz çocuklar için, bir yere gitmek heyecan verici olurdu. Komşuluk ilişkileri sayı azlığından dolayı mecburen daha sıcak olmak zorundaydı. Her gün mahallede birbirlerini gören, tanıyan insanların bayramlarda birbirlerini ziyarete gitmelerinden daha doğal bir şey olamazdı; fazla bir seçenekleri de yoktu insanların. Televizyonda anlatılanlar o dönemin maddi olanakları fazla olanların yaşadıkları olsa gerek. Büyük bir çoğunluk anlattığım şartlarda bayramları kutlardı.

O dönemde telefon yaygın olmadığından bayram tebrikleri, veya kartpostallar el yazısıyla –dolmakalemle- itina ile yazılır (zaten tükenmez kalem o zamanlar henüz yoktu) ve bayramdan çok önce postaya verilirdi. Babamın, annemin yazdığı bu tebrikleri postahaneye götürmek bizlerin görevi idi. En büyük zevkimiz eve gelen tebrik kartlarını beklemek ve okumak olurdu; hele kendi adımıza geldiği zaman bir başka hissederdik kendimizi. Mahallemizin postacı amcasını beklerdik her gün aynı saatte. Belki artık adam yerine konduğumuzun, belki de büyüdüğümüzün bir işaretiydi bizim için adımıza tebrik, mektup, kart gelmesi. O zaman küçük tebrik kartları modaydı (boyutları kredi kartlarından biraz fazla düz beyaz kartondan yapılmış, aynı boyutta zarfları olan kartlar), gençler ise daha çok kartpostalları tercih ederlerdi.

Çocuklar için en güzel olan serbestçe mahallede arkadaşları ile oynayabilmekti. Oyun alanları yani bomboş kocaman arsalar etrafta dolu idi. Yani her yer oyun sahası idi bizler için. O dönemlerin en güzel, en aranan yönü bu tarafıydı sanırım. Her yaş gurubundan çocuğun hep birlikte oynadıkları, ilişkilerin bugünkünden çok daha ileri olduğu zamanlar. Abilik ve ablalık kavramlarının tam anlamıyla yaşandığı yıllar. Arkadaşlıkların çok daha candan yaşandığı, paylaşımın çok daha ileri düzeyde olduğu bu yıllarda topu olanın tek ayrıcalığı kendi takımını kurabilme hakkını kazanmasıydı. Zaten hemen hemen mahallelerdeki aileler arasında hayat standardı birbirlerine çok benzerdi; arada büyük uçurumlar yoktu. Bisiklet sahibi olmak en büyük hayalimizdi. Bayramlarda toplanan harçlıklarla bisiklet kiralamak bir diğer eğlenceli olaydı. O zaman bahçeli evlerimizde yetişen meyveleri gizlice toplayıp yemek ayrı bir heyecan verirdi bizlere. Bahçe olgusu, toprakla, çayır, çimenle haşır neşir olmak kentli çocuklar için aranıp da bulunmaz bir nimetti. Tabii tüm bunların bayramla bir ilgisi yok ama gene de değinmeden geçemedim.

Eski ramazanlar içinde anlatılanları da hiç yaşayamadık. Belki bizim İstanbul’un Asya yakasında oturmamızdan kaynaklanıyor olabilir. Ramazanda radyodan Karagöz Hacivat dinlemek tek eğlencemizdi. O da radyo parazit yapmazsa tabii.

Yani Türkçesi bugün geriye dönüp baktığımda bayramların çok sade bir şekilde kutlanmış olduğudur. Yanılmıyorsam asıl özlem duyulan bayramlar değil, yaşanılan o yaş devreleridir. Çocukluk, gençlik çağlarına duyulan özlemin başka bir tarzda ifadesi olsa gerek. Ballandıra ballandıra anlatılanlar aslında bayramlar değil çocukluk ve gençlik yıllarının o heyecanları. İnsan zihni burada da kendi kendine yalan söylemeyi becerebiliyor. Televizyonlarda anlatılanları dinleyenlerin zihninde o eski devirler adeta ulaşılmaz, efsunlu (sihirli) özellikler çağrıştırıyor. Ben de acaba başka bir İstanbul daha mı var diye şaşırıp kalıyorum.


Sedat YALÇIN

syalcin50@yahoo.com


1414











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)