ISSN 1308-8483
Alışılmışın dışına çıkmak / Sedat YALÇIN
Sedat YALÇIN    
  Yayın Tarihi: 27.2.2009    


Alışılmışın dışına çıkmak

Şöyle günlük yaşamımıza bir göz atalım. Adeta bir çeşit robot gibi yaşamıyor muyuz? Düşünce tarzımızdan, yemek seçimimizden, kitap tercihimizden, bir yere giderken takip ettiğimiz yol... gibi hemen hemen her alanda adeta kopya/tekrar bir yaşam sürdürüyoruz. Neden acaba?

Tüm yaşamımız zihnimiz tarafından planlanıyor ve de uygulama alanına sokuluyor. Zihnimiz aslında çok tembel bir yapıdadır. Alışılmışın dışına çıkmak onu yoruyor. Bir düşünürün dediği gibi “Zihnimiz yiv ve setler içerisinde hareket etmekten hoşlanır”. Olayı soyut halden, somut hale getirmek her zaman daha yararlıdır kanımca.

Örneğin, işimize,okulumuza giderken izlediğimiz yol! Otobüs durağına, okula, işimize giderken aynı mesafede olan 2-3-4 yol varsa dahi biz hep aynı yolu kullanırız. Çünkü alışmışızdır o yola. Zihnimiz başka bir konu ile meşgulken veya cep telefonu ile konuşurken bile, ayaklarımız otomatik olarak bizi götürür. Tekrar ve otomatlaşma zihnin temel özelliklerindendir. Zihin tembeldir. Yeni bir yol izlemek isterse o tembellik durumundan çıkıp, daha faal/etkin olmak durumunda kalacaktır. Zihnin işine gelmez bu durum tabi ki. Daha da ilginci, evde herkesin sofrada, salonda oturma yerleri hep aynıdır. Herkes ilk başta bir yer seçer oraya oturur. Ondan sonra görünmez bir güç kişileri hep aynı yerde oturmaya zorlar sanki. Aynı durumu misafir olarak gittiğimiz evlerde de yaparız; hep aynı yere otururuz. İşte zihinsel alışmanın tipik bir örneği daha.

Örneğin düşünce tarzımız! Hepimiz yetiştiğimiz ortamda nasıl düşünmemiz gerektiği hakkında eğitildik. Kaba bir ifade ile “Ehlileştirildik”. Bu ifademe itiraz etmeyin hemen lütfen. İtiraz da alışılmışın dışına çıkışa bir tepki değil midir? Dünya’ya gelen bir bebeğin zihni bomboş bir bilgisayar belleği gibidir? Önce annesi, sonra evdeki tüm bireyler, bebeğin boş belleğine bilgiler kaydetmeye başlarlar. Bu bilgiler kesinlikle irdelenmeden, tam doğru olduğu varsayılarak belleğe kaydedilir. Çocuk büyüdükçe kendi deneyimlerini de zihnine kaydetmeye başlar. Daha sonra, çevre ve sistematik olarak okul tarafından, çocuğun belleğine bilgilerin kaydedilme süreci hızlanarak devam eder. Bu bilgilerin çok büyük bir kısmı, belki % 99 u, adeta dogma halinde bellekte yerini alır. Yani bu bilgilerin doğruluğu tartışılmazdır ve aksi kabul edilemez. İnsanlar, kolay kolay belleklerine kaydedilen bu bilgilerin doğru olup olmadığını irdelemeye çalışmazlar. İleri sürdükleri savunma da şudur; bu bilgiler atalarımızdan beri kabul edilen bilgilerdir. Yılların birikimidir, doğru olması kaçınılmazdır. Hatta doğruluğu hakkında şüphe duymak dahi gereksizdir.

Şimdi, düşünce tarzımızın durumunu sanırım gözönüne getiriyorsunuzdur. Alışılmış, kaydedilmiş bilgileri kullanmak zihin için kolaydır, ve de kendi kendini tatmin eder. Çünkü ona göre bu tarz düşünme en doğrusudur. Bu düşünce tarzının dışına çıkmak, onu yorar, ona huzursuzluk verir. Çünkü kaydedilen bilgilerin yanlış olabilme ihtimali onu korkutur. Eğer yanlışlık bir defa ortaya çıkarsa, artık zihne duyulan güven sarsılabilir. Bu nedenle ne pahasına olursa olsun, atalardan gelen bilgilere sıkı sıkı sarılmak, onları tartışmaya açmamak gerektiği inancına sahip olur. Zihin bu şekilde insan üzerindeki hakimiyetini sürdürmeyi amaçlar. Gerçekte, kalbimizde, içimizin derinliklerinde bir yerlerde bazı şeylerin ters olduğu sıkıntısı benliğimizi sarar. Ama zihnimiz bunu ifade etmekten kaçınır. Eğer ifade ederse, yaşadığı çevredeki diğer zihinler tarafından mahkum edileceği korkusu sarar. Susar zihin! Kabul eder, hatta bile bile lades der, yani savunur.

İnsanlık tarihi bunların örnekleri ile dolu değil midir. Alışılmışın dışına çıkarak düşünen zihinler, insanlığın bugünkü seviyesine gelmesinde rol oynamışlardır. Eğer atalardan gelen bilgilerin doğruluğuna saplanıp kalsalardı bu zihinler, herhalde insanlık hala ilk, belki de orta çağ seviyesini aşamayacaktı. Olaya ülke/bölge/yöre bazında bakarsanız bu söylediklerime kolayca itiraz edebilirsiniz. Ama dünya ölçeğinde bakarsanız eğer, sanırım bu söylediklerim daha kolay kabul edilebilir. Şöyle ki; dünyamızda yaklaşık 200’e yakın siyasi yapı, devlet, ülke var. Her ülkede yaşayan halkların hepsi de, kendi atalarından gelen bilgilerin en doğru olduğunu ileri sürmektedir. Acaba hangisi doğru? Her halk kendi atalarına ait sözlerini, (Atasözleri kitabı), kitap haline getirmelerinin ve yaşamlarında yol gösterici olarak almalarının sebebi ne olabilir? Bu sayede, insanların belli düşünce kalıplarının dışına çıkmalarını önlemek olmasın sakın! Her halk kendi doğrularını, atasözlerini savunuyor doğal olarak. İşte zihnimizin insanoğluna oyununu bu husus daha iyi açıklamıyor mu?

Şimdi, tüm ülke halkları için genel bazı hususların ortak değer olduğu savunulacaktır. Gayet tabii objektif, bilimsel geçerlikler tüm insanlık için ortak değerlerdir denir. Bilimsel olaylarda bile tam bir doğruluk saptanamaz. Örneğin Tıp biliminde. Hastalıklar ve tedavi yöntemleri standart bir özelliğe sahip olduğu savunulur. Ama gerçekte her ülke insanının, her ırki yapıda, hastalıkların oluşumu, etkileri ve tedavi yöntemleri arasında farklılıklar vardır. Doktorların çok kullandığı bir sözü hatırlatmakta yarar var. Hastalık yoktur, hasta vardır. Yani kişisellik, bireysellik birinci plandadır. Bilim adamı için hiç bir şey kesin doğru değildir.

Teknik bilgiler, teknoloji belki daha standarttır. Buna rağmen teknolojide bile atalarımızdan böyle gördük, bunlar doğrudur, tartışılamaz deseydik yerimizde sayardık.

Şimdi tekrar başa döndük sanırım. Zihnimize kazınan bilgileri, dogma olarak kabul etmek ne derece doğrudur. Tabii zihnimiz tembeldir ve alışılmışın dışına çıkmayı pek arzu etmez. Alışılmışın dışına çıkılınca “Vıcdan azabı” dediğimiz bir içsel rahatsızlık duymamıza sebep olur. Ve biz de tekrar eski alışılmış düşünce tarzına dönerek, bu içsel huzursuzluktan kurtulmaya çalışırız. Aslında, bu zihnimizin bize bir oyunu değil midir? Şöyle tarafsızca bir bakalım yaşantımıza; alıştığımızın dışına çıktığımızda ne kadar rahatsızlık hissediyoruz. İşte, rahatsızlık duymamak için, huzurlu kalabilmek uğruna alıştığımız düşünce tarzımıza sıkı sıkıya bağlanıyoruz. Ve bunun için binlerce bahane yaratmıyor muyuz?

Çok kolay olan, tamamen alışılmış düşünce sistemine uygun bir yaşam sürdürmek. Kesinlikle, ne bahasına olursa olsun bu sistemi savunmak, bu sayede kendimize sanal bir huzur ortamı yaratmak ve günleri, yılları adeta birer kopya kağıdı gibi tekrar etmek. İşte hepimizin yaptığı bu! Nereye kadar! Belki ölüm döşeğinde, yaşamın sınırına geldiğimiz zaman tüm yaşamımızın bir sayfadan ibaret olduğunu; tüm yaşam kitabının geri kalanının ayını sayfanın tekrarı olduğunu göreceğiz. Ne yazık ki artık çok geçtir. Tüm evren dahi her an yeni bir oluş içerisinde olduğu halde biz hep tekrardan öteye gidemiyoruz. Bu mu yaşam!

Zor olan ise, alışılmış düşünce kalıplarının dışına çıkabilmek. Her anın yepyeni olduğu, her anın eskinin tekrarı olmadığı, her anın yeni bir oluşum içerisinde olduğu bilincinde olmak, acaba daha değerli olmaz mı? Her gün doğan güneşin bile aynı güzellikte, aynı tarzda doğmadığını dahi farkedemiyoruz. Eskiden de güneş doğardı, şimdi de doğuyor işte ne olmuş yani; ne olacak işte güneş doğdu, parlıyor der geçeriz. Alışılmışın dışına çıkıp, her anın, her doğuşun ayrı bir hazzı olduğunu farketsek, hissetsek daha doyurucu bir yaşam süremez miyiz acaba?

Alışılmış düşünce sistemlerini bir ömür boyu takip etmenin verdiği monotonluk, doyumsuzluk hissi, içimizde bir yerlerde hissedilen yetersizlik duygusu, hep mutluluğu, huzuru arama çabaları bizi bizden uzaklaştırıyor olmasın sakın. Tüm arayışımız, asıl kendi özümüz değil midir. Ne zaman ki alışılmış düşünce kalıplarının dışına adım atma cesaretini gösterebiliriz, işte o zaman kendi öz benliğimizle karşılaşabiliriz. Bu cesareti gösterebilmek tek bir adım ile başlar. İlk adımı atarak o eşiği aşabilirsek, evet o eşiği, artık kendi öz benliğimizi hissedebiliriz. Bu öz benliğimiz asıl kendimizdir. Kopya yaşamlar ise sanal, aynadaki yansımamızdan başka bir şey değildir. Zaten aynadaki her görüntü bizim tersimizi yansıtmaz mı? Sağ elimiz aynada sol elimiz gibi görünmez mi? Mademki ayna her şeyi ters yansıtıyor; o halde aynada iyi olan gerçekte kötüdür. Kim bilir! O halde yavaş yavaş düşünce kalıplarını tabu olmaktan çıkaralım. İrdeleyelim. İçimize, kalbimize huzur getirmeyen hiç bir kalıbı benimsemeyelim.

Haydi bir cesaret! O eşiği aşalım, tek bir adım yeter bir başlangıç için.


Sedat YALÇIN

syalcin50@yahoo.com


1603











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)