ISSN 1308-8483
Sevmek/Yaşamak ve Yazmak için Yaşayan: STENDHAL / Bedriye KORKANKORKMAZ
  Yayın Tarihi: 19.8.2016    


Sevmek/Yaşamak ve Yazmak için Yaşayan: STENDHAL

Stendhal’ın yazın dehasının yanında akılcı dünyaya attığı nanikler de ilgimi çekiyor. Hayatla insanın hakikatine vakıf bu adamın, yalanı dünya görüşü olarak algılaması şaşırtmıyor beni; çünkü insanların maskeleri ardında yaşadıkları gerçeğini kanıksamak yıllarımı aldı. Yaşım ilerledikçe hayatı bir maskeli baloya benzetiyorum. Maskelerin yaşamda kapladığı alanın insanlığın kapladığı alana eşit olduğunu düşünüyorum. İnsanoğlu doğumla başlayan yaşam serüvenini ihanetlerle, yalanlarla, aldatmacalarla noktalıyor. Stendhal kendini/yazın gerçeğini maskeli insanların insafına bırakmıyor. Yazar olarak yeteneğini onaylatmak için de ünlülerin kapısını çalmıyor. Balzac’ın, eserine dair haklı övgüsü bile ayaklarını yerden kesmiyor onun. Yazmak kendini doğru ifade etmek için başvurduğu bir eylemdir.

Yaşanmışlıklarımdan öğrendiğim şu gerçeği bana tekrar anımsatıyor varlığıyla: “Kendisine ihanet etmeyen insana yaşadıkları/düşünceleri/sözcükleri dostları da ihanet etmiyor. Onun insan yanında bir yer edinmek için bu gerçeğin ayaklarına kapanıyorum. Bir insanın kalbini elinde tutmaya benziyor benim elde etmek istediğim ödül. Bu ödülle sezgilerin duyguların ve de düşüncelerinin dünyasına yolculuk yapmayı hayal ediyorum. Yaşadıklarımın eseri olmayı başaramazsam bile yaşadıklarımın çöplüğü olmayı başarmak istiyorum. Onunla hayatımız gözlerimin önünde bir film şeridi gibi canlandığında hissettiğim duygu şuydu: İhanetlerin / yoksulluğun… bana kazandırdıklarını dünya nimetlerinin tümü kazandıramazdı. Mezarlar bana insanın tek bir hayatı, tek bir gerçeği olduğunu ve insanın aslında mezarına değil de kendi gerçeğine gömüldüğünü düşündürüyor. Yaşadıklarının dışında neyi götürebiliyor yanında, ölürken insan? İnsanın kendisini tanıma ve tanıdıklarıyla tamamlama çabaları bana çok kutsal geliyor. Sayfalar ve kuramlar arasında kaybolup giden yazarın insan yönü benim yeni bir parçam oluyor ben de kendimi yeni parçama eşit bir biçimde bölüyorum.

23 Ocak 1783, Grenoble dünyaya gelen gerçek adı Marie Henri Beyle olan Fransız yazar, ilk yazılarını takma sanla yazdıktan sonra Stendhal takma adını benimsiyor. Gerçek adını kendi gerçeği olarak algıladığı için kullanmıyor. Kişiliğinin bana verdiği yanılma/yalan söyleme özgürlüğü kendimi rahat hissetmemi sağlıyor. Onun gerçeğini yalanlarda değil, kendini saklamasındaki ustalığında arıyorum tıpkı çelişkilerin her zaman en ciddi en tehlikeli gerçekleri gün ışığına çıkardığını bildiğim gibi. Çelişkilerinin önünde mum yakıyorum yalanla/ gerçeğinin arkasında sakladığı çıplak gerçeğini ortaya çıkarmak için. Cesareti/ yaşadıkları ve yazdıklarıyla sistemin sosyal hayat üzerindeki baskısını kaldırmasına modellik ediyor. Sınırlarını aşarak bize de içimizdeki bekçiyi susturma cesareti veriyor. Kendini sınırlamadığı gibi sınırlarımızı aşmamız için bizi de cesaretlendiriyor. Sözcükleri de kuralcı/akılcı kurallara sırtını yaslamadığından doğaçlamaya daha yatkındır. O; kuramların değil, cesaretin yazarıdır. Merakı da sevgisi kadar yüreklidir. Duyguları gözlemleme yeteneğinden aldığı hazla, düşüncelerini küstahlığa varacak bir açıklıkta ifade etme mutluluğu doyuma erdiği tek duygusudur onun. Kusurlarımıza kendisi gibi merhametle yaklaşmamızı istiyor bizden. Kendisi de kusurlarını itiraf etmiyor, anıyor. Tıpkı kadınlar karşısındaki başarısızlığını andığı gibi. Onun açık sözlülükle kendini ifade edişi bize kendimize karşı ne kadar ketum olduğumuzu anımsatıyor. Bu yüzden kendi gerçeğimize yaklaşmayı başaramıyoruz onun gibi. Dürüstlükle ifade edilen duygularda gerçekte mahremiyet yoktur. Onun mahremiyete edepsizce saldırmasını böyle algılıyorum ben. Duygulara yakınlığı önemseyen her insan gibi o da psikolojinin etrafında tur atmayı seviyor. Attığı turlar sayesinde bencil ve soğukkanlılıkla olayları değerlendirme yetisine sahip oluyor. Kendini keşfettiği gibi bizleri de keşfediyor. Borçlu olmak alacaklı olmaktan daha güvenilirdir. Onun güvenden anladığı da budur. Her insan gibi onu da kendi gerçeğinde görülmez kılan annesinin ölümü/babasının sevgisizliği ve acılarla dolu bir çocukluğa sahip olmak. Yalan söylemenin ne türden bir dikkat gerektirdiğini çocukluğundan öğreniyor. Mutluluğu sözcüklerle poker oynamakta bulan bu adamın yalanları anlaşılmasın diye tuttuğu notların özetidir aslında tüm yazdıkları da.

Eleştirici olduğu kadar gerçekçi de olan yetenekli bu adamda merak bir tutkuya dönüşüyor ve tutkuyla araştırdıklarını insan ruhunun derinliklerinde analiz etmeyi seviyor. İnsanı hayrete düşüren bir diğer analiz yeteneği de kahramanlarının yaşadığı geçici dönemine ait tüm ayrıntıları en ince detayını yeni baştan yaratmasıdır. Duygunun tüm söyleyiş biçimlerini keşfetmeyi istediği kadar ruhların mahremiyetini de ortadan kaldırmayı seviyor. Kişiliği ne kadar vurdumduymazsa iç dünyası da aynı vurdumduymazlıkla ruhun katmanlarını kıskıvrak yakalamak için yanıp tutuşuyor. Onun en insancıl yanı fiziğinden dolayı kadınlar karşısında duyduğu aşağılık kompleksidir. Yıllar sonra çirkin yüzünde/ hantal vücudunda kimsede olmayan duyarlılığın hâkim olduğunu anlıyor. Hastalık derecesine varan duyarlılığı onun hareketlerini kısıtlıyor tıpkı sert kapanan bir kapının sinirlerini germesi gibi. Ne tığ gibi bir teğmenken ne de yaşlı bir Kazanova iken kadınların ona olan ilgisizliği değişmiyor. Ona ihanet etmeyen tek aşığı yazgısıdır. Aşkın yıkıcı büyüsüyle Angela Pietragrua'a olan aşkıyla tanışıyor. Kadının da çevresinde dolaşan erkekler içinde varlığını fark etmediği tek erkektir Marie-Henri Beyle. Uzun bir dönem Napolyon ordusunun süvari teğmenliğini yaptıktan sonra kendi isteğiyle sivil hayata dönüyor. Paris’te mütevazı bir çatı katında yazılarını yazarak kendini gerçekleştirmeyi sürdürüyor. Kafasında yazacağı piyeslerin hayalini kuruyor. Piyes yazarlığına duyduğu ilgi onda kadınları daha yakından tanıma isteğini uyandırıyor. Merak ediyor seven/ sevilen bir ruhu, sıradan ruhlardan ayıran özellikleri. Merakını kendi ruhunda denemek için baştan çıkardığı kadınlarla romantik olduğu kadar mutsuz da olan aşkların lütfuna ulaşmayı başarıyor. Âşık olduğu Louason’un kadınlığından öte onu şiddetle red etmesinden büyüleniyor. Büyülendiği kadının peşinden gittiği Marsilya'da para kazanmak için gündüzleri bir depoda müşterilerine un, şeker, üzüm satıyor akşamları ise sevgilisini tiyatrodan almak için depodan çıkıyor. Sevgi/ aşk söz konusu olduğunda göze alamayacağı fedakârlık yoktur onun. Sevgilisinden ayrıldıktan sonra yeniden başka bir ülkede askeri görevine geri dönüyor ve kendini mutlu edecek duyguların/ sözcüklerin peşine düşüyor. Hayatında değişiklik yapmayı seven yazarımız Paris’te para ve lüks içinde bir hayat sürürken görevi gereği naklen Moskova’ya atanıyor. Yazmaya aralıksız devam ediyor. Hayatı bir salon şenliğine dönüştürüyor kafasında. İçinde bulunduğu durum ne olursa olsun o ruhunu besleyecek araçlardan vazgeçmiyor. Yolculuklarında ruhunun gıdası olan müzik kitapları On iki ciltlik Resmi Tarih El Yazmaları, komedi oyunların yolculuklarında ona güç veriyor.

Son gezisini yaptığı Moskova’da yaşadıkları onu askerlikten soğutuyor Milano’ya Angela Pietragrua'sına dönüyor sivil hayatına onunla başlamak için. Yıllar sonra sevdiği kadınla aşkla birlikte oluyor. Paris'e son kez çağrıldığında Paris düşman imparatorları tarafından kuşatıldığı için Napolyon’un savaşları sona eriyor. Aynı dönemde nefret ettiği babası ölüyor. Babası sevgisindeki cimriliğini maddiyatta da kanıtlıyor ona tek kuruş bırakmayarak. Aşk, para, entrika yaratıcılık ve özgürlükle geçen yılların ardından yeniden Paris'te yaşıyor.

Hüzün Paris'te yakasına yapışıyor. Aşk üzerine yazdığı kitabı satılmıyor. Gittiği salonlarda ilgi görmediği gibi kaba davranışlara maruz kalıyor en önemlisi de parası bitiyor. Hayatın üstüne çok geldiğini düşündüğü için Kırmızı ve Siyah’ı yazmadan intihar etmek istiyor. Yazgısı buna izin vermiyor. Fransız Konsolosu olarak hayatında yeni bir sayfa açıyor. Görevi gereği İtalya’ya gönderiliyor; orada yazdığı hikâyelerden anlıyoruz ruhunun neşesini. Yıllık izinli olarak geldiği Paris’te Parma Manastırı'nı yazıyor. Milano’ya geri döndüğünde yaşlı bedeni onu taşımakta zorlandığı için kısmi felç geçiriyor. Hastalığı nedeniyle görev yeri Paris oluyor yeniden. Paris’e hasta ve yaşlı bir adam olarak döndüğünde hayatının şölen kısmının bittiğini anlıyor.

Hayatının son şölenini onunla birlikte izleyebileceğimi düşünmemiştim. Tesadüflerin hayat üzerindeki rolüne gördüğüm rüya sayesinde tanıklık ettim. Paris sokaklarında dolaşıyorum rüyamda. Yazarın yere yığıldığını görüyorum. Yardıma koşuyorum. Başını dizimin üzerine yaslamasına yardımcı olduğum anda onunla bakışımızın değil, hayatlarımızın birbirine kilitlendiğini anlıyorum. Gözleri arkasında bıraktığı yıllarından vefa arıyor zihni ise o yılların içinde bıraktığı mirasın dökümünü tasnif ediyordu. Bencilce yaşlı bakışlarının hazinesinden payıma düşeni almak istiyorum. Dizlerime başını yaslayan adamın yüreğindeki acılarının yüzüne yansıyan haritasına içim titreyerek ellerimle dokunuyorum. Şans yüzüne gülüyor hayatını sözcüklerinden değil, kendi sesinden dinliyorum. Yaşadıklarının düşüncelerine yansıyan yüzünü değil, yüzüne yansıyan duygularını hem görüyor hem de avuçlarımda tuttuğumu hissediyorum. Hissettiklerimle kutsal olanın zirvesine çıkıyorum o an. Sesi yağmur sonrası kokan toprak gibi bağışlayıcıydı hayatını anlatırken bana. Günlük’ünü/ mektuplarını diğer eserlerinin bazılarını okumamıştım. Eserleri ile onun hakkında yazılanlar üzerinde düşünce üretmiştim. Okuduklarımı değil duygularımı referans alarak hakkında yazdıklarımda yanılmış olabileceğimi düşündüğüm için karşısında günah çıkarmak istiyordum o ise bağışlanacak bir şey yok der gibi sevgiyle bana bakarak hayatını anlatmayı sürdürüyordu.

“Taşralı bir burjuva olan zengin babam sevgi yoksuluydu. Babamla annemin kişilikleri benim yaratıcılığım gibi zıt kutupların bileşkesiydi. Yedi yaşımda kaybettiğim annemden romantikliği, aşkı, kadınsı duyarlılığı babamdan ise gerçekçiliği/soğukkanlılığı miras edindim genetik olarak. Eserlerimde annemden aldığım romantizmle babamdan aldığım soğukkanlılık arasında mekik dokuyordum. Annemi sevdiğim kadar babamdan nefret ediyordum. Psikolojiye anne/ babam ve teyzemin ruhlarını analiz etmek istediğim için ilgi duydum. Bu üç insanın da kişiliğimin oluşmasında olumlu/ olumsuz katkıları olmuştu. Kişiliğime ruh veren insanların ruhlarını tanımak istiyordum kendi ruhumu tanımak için. Psikolojideki yetkinliğimle Henri Brulard'da tanışıyordum. Dram, çocuk yaşta annemi benden aldığı gibi babamın sevgisizliğiyle beni terbiye etmişti. İçimde hayata karşı biriktirdiğim öfkenin nedeni buydu. Bana adil davranmayan hayata adil davranmadığım gibi dürüst de olmayacaktım. On altı yaşında babamdan ayrıldığım gün, kin hükümdarlığını kurmuştu içinde.”

Yüzünü seyrediyorum onun. Alnındaki mimikler elinde detektörle define kazısına çıkmış gibi kuyu kazıyordu sanki. Bakışlarını gökyüzüne çevirmişti gözlerinden süzülen yaşlar sıra halinde yanaklarından boynuna doğru süzülürken anlatmayı sürdürüyordu hayatını.

“Gururumdan dolayı elimin tersiyle ittiğim babamın sevgisine içten içe bir köpeğin kemiğe muhtaç olduğu kadar muhtaçtım aslında. Kendimi hiçbir şeye ait hissetmemem de o yılların içimde açtığı devasa acıların sonuçlarıydı. İçimdeki gelgitler ruhumu parçalıyordu. Bazen babam gibi katı duygusuz bazen de annem gibi çekingen duygulu romantik birisi oluyordum. Bir gün aklının diğer gün kalbinin yargıcı karşısında buluyordum kendini. Yalan bu tür sorgulamalarımda bana senin gibi kucağını açıyordu. Kendi gerçeğimden kaçtıkça yazın gerçeği içerisindeki haklı yerimi alacağımı bilmeden yazına sığınıyordum anne kucağına sığınır gibi.

Kendimi korumak adına aşırı duygu taşkınlıklarına aşırı sevmeye/âşık olmamaya özen gösteriyordum. Hayatıma heyecan katmak için bir ayağım hayalin diğer ayağım gerçeğin zirvesindeydi. Bir yanım keskin görüşlü idealist diğer yanım hayalperest, şehvet düşkünüydü. Hayatı doya doya yaşamanın ten/ ruh birliğinden geçtiğini bildiğim için ne ruhumun ne de tenimin arzularını terbiye etmiyordum. Ruhumu özgürleştirmek için yaşıyordum adeta. Hem ruhumu düşüncelerimle seviştirmek hem de kendi yeteneklerimi geliştirmek için göze alamayacağım tehlike yoktu. Bilginin hazinesine kavuşmak için yanıp tutuşuyordum, edebiyat dünyasına adımı altın harflerle yazdırmak için ürkek ama emin adımlarla emekliyordum. Çok fazla incinen bir ruhum yaratıcılığımı parlatıyordu. Ruhum derinleştikçe algıda seçiciliğim de derinleşiyordu. Etrafımdaki insanların sahte aşkları sahte hayatları beni içten içe sahte ve bayağı olandan uzaklaştırıyor gerçeğe / samimi olana daha çok yaklaştırıyordu. Ne sözde kahramanlığı ne de sözde romantizme tahammülü yoktu benim. Vurdumduymaz yüreğimi benim/ başkalarının başına gelen en küçük bir talihsizlik bile paramparça etmeye yetiyordu. Bir yandan Fransa’nın değil, dünya vatandaşı olmak diğer yandan kitapların dünyasını keşfederek çağımı aşmak istiyordum. Kendi yeteneklerimin farkında olduğum için beni farklı kılan değerlerimi de farkındaydım. Sağlığımda üne kavuşmamam, fiziğimden dolayı benimle alay edilmesine, aşklarımdaki başarısızlığıma… Üzülmüyordum. Çapsız insanların dünyasında başarısız mutsuz parasız aşksız olmak bir onurdu benim için. Başarısızlığım /mutsuzluğum bana bayağı bir insan olmadığımı kanıtlıyordu. Aşağılık duygusu tahtını gurura bırakmıştı içimde. Naif ruhumu zırhlarla koruyan gururum insanları değil kendimi dikkate almamı istiyordu benden. Toplumdan da yavaş yavaş elimi/ ayağımı bu yüzden çektim. Kendimi kendi içimde saklayacaktım toplumun kirli elleri içime uzanmasın diye. Daha fazla incinmemek için korumalıydım kendimi kahramanım Julien gibi toplumu karşıma alarak. Ruhumu kimsenin emrine sunmadığım gibi ekmek paramı kazanmak için çalıştığım işlerde bile yapmam gerekenlerden fazlasını yapmıyordum. Dış dünyadan kopuk yaşadığım için çok az insan yazar olduğumu biliyordu. Bencilce kendimi sevmekten gurur duyuyordum. Bencilliğimin biçimi de kişiliğim gibi sıra dışıydı. Kimsenin parasında malında ününde unvanında… gözüm yoktu. Darphanem olsa karşıma çıkanlara çil çil dağıtırdım paraları hiçbir kıskançlık/ hasetlik duymadan. Kendim ile dünya arasına çektiğim sınırları kimsenin aşmasını istemiyordum. Çıplak ve tam bağımsız bir ruhla sevmek/düşünmek ve düşündüklerimi ifade etmekti benim bencilliğim. Zevk almadığım özellikle de sevmediğim hiçbir işi yapmamaktı benim bencilliğim. Vasiyetimde de belirttiğim gibi yaşamayı yazmaktan üstün tutuyordum. Yazma konusunda kendimi baskı altında hissetmedim hiçbir zaman. Yazmaktan duyduğum zevk yaratmaktan kaynaklanıyordu. Edebiyat can sıkıntısında sığındığım kurtarıcım oldu benim. Gençliğimde edebiyat alanında ünlü olmayı istediğim için hırsla yazdığım felsefe denemelerimi yarım bırakıp müziğe/ resme yöneldim aniden. İlk romanın Armance benim nazarımda başarısız bir deneydi ama yıllar sonra Fransız romanında gerçekçiliğe atılan ilk adım olarak algılanmasına şaşırdığımı belirtmek istiyorum. Daha sonra Haydn’ın Hayatı ile İtalyan Resim Sanatı’nın yanında rastgele birçok deneme yazdım. Yazdıklarımın beni şöhrete kavuşturmayacağını anladığım gün, kendim için yazmaya başladığım gün oldu. Yaşım kırka merdiven dayayınca can sıkıntımı gidermek için roman yazdım ve yazdıklarımdan da para kazanacağımı anladım. Hayalini kurduğum dünyayı kafamda canlı tutmak için yazıyordum ben. Kendimi genç görmek istediğim zaman sözcüklerin aynasından bakıyordum kendime. Sözcüklerin insanlardan daha merhametli daha cömert olduğunu sakın unutayım deme. Yazmak ruhumu özgürleştirdiği için yaza yaza ruhum ile düşüncelerimin sesini duyduğuma yemin ediyorum sana.

Hayata yaşam sevincimi sizlere de yaşadıklarımdan aldığım hazzı/ acıyı miras bırakıyorum. Roman, deneme, biyografi, otobiyografi, gezi… gibi yazının birçok alanında eserler yazdım. Ne ki senin dikkatini daha çok romanlarım çekti. Kırmızı ve Siyah’ı, LucienLeuwen’i ve Parma Manastırı’nı kendimi tüketmek için yazdım. İnsan içindeki zehri kusmazsa ölür. Bu üç romanım da gençlik yıllarımın eşit olarak üçe bölüştürülmüş halidir. Bir bakıma tek bir konu tek bir serüvendir. Yakışıklı Julien benim gibi hor görünerek büyümüş asil ve zengin olmayan hırslı bir taşra çocuğu olduğu kadar içinde yaşadığı dönemin kişilik portesini de betimliyor. Julien, tutkusu hırsı ve gururuyla zengin ille de Aristoları nasıl geçtiğini gösterdim. Napolyon hayranı Facrice de benim gibi soylu bir aşk adamıdır. LucienLeuwen de benim gibi( zengin) bir banker babanın oğludur. Kahramanlarımın üçü de birbirinin devamıdır üçünün de kafası/kalbi karmakarışıktır. Üçü de benim gibi aşka susamışlar ama duygularını kadınlara açmakta zorlanıyorlar. Üçü de Napolyon’a, kahramanlığa, büyüklüğe ille de benim gibi özgürlüklerine tutkundurlar. Gençlik romantizminin öncülük ettiği bu üç romanımın kahramanları da tutkularını aşklarını inkâr ederek hayatta başarılı olacaklarını para kazanacaklarını ve burjuva tarafından sevileceklerini anlıyorlar. Anladıkları bir diğer konu ise toplumda sadece varlıklarını bir bütün halinde değil, isteklerini de bir bütün halinde kabul ettirmek için yalancı, dalavereci mantıklı soğukkanlı insanlar olmak gerektiğidir. Onlar da toplum gerçekleriyle uzlaşıyorlar ve su gibi şeklini alıyorlar girdikleri kabın.

Romanlarımı orta yaşın üzerinde yazdığım için ruhumun geçirdiği evrelere tanıklık edebilirsin. Savaşın tüm iğrenç gerçekçiliğini zafer çığlıklarının atılmadığı törensiz bir sadelikte verdim. Yaşanmışlıkların insan ruhundaki olumlu/ olumsuz yanlarını avuçlarınıza su döker gibi dökmeyi istedim eserlerimde. Yaşamı olduğu gibi anlatmak istediği kadar yaşamı yeniden üretmeyi de istedim. Arkamda ağlayan o çekingen utangaç delikanlının sözcüklerde hayat bulan ruhunun fotoğrafını çekmeyi istiyordum çünkü. Ruhlarını avucumda tuttuğum bu üç delikanlı aslında birbirinin ruh üçüzüdür. Bu üç delikanlının rakibi olan üç adam da onlar gibi birbirinin ruh üçüzüdür. Kont Mosca, banker Leuwen ve Kont de la Mole. Toplamda altı karakter de benim ve gerçeğimden başkası değildir. Ömrümü ve yaşanmışlıklarımı altı karakteri arasında eşit olarak bölüştürdüm. Bu üç adam da delikanlıların aksine yaşam sevinçlerini coşkularını yitirmiş bir halde dünyayı yönetiyorlar. Kont Mosca bir prensliği, banker Leuwen borsayı ve Kont de la Mole diplomasiyi. Üç adam da kendisi gibi bir kukla olmayan çevrelerindeki insanların ruhlarını adları gibi bildikleri için onları küçümsüyorlar. Bir zamanlar tutkuyla değer verdikleri güzellik ile kahramanlığa şimdiki zaman kipinde sadece değer veriyorlar. En acınası da gençliğinde şikâyetçi oldukları hayalci, coşkulu, beceriksiz hallerine dönmeyi her şeyden çok arzuluyorlar. O yıllara o duygulara dönmek salt arzularda mümkündür; çünkü sistemin bir parçası olmak için ruhlarını satmıştır üçü de. Ben onlardan farklı olarak gençliğimde hayatımı yaşadım yaşlığında ise hayatımdan bir deha yaratmak istedim. Gerçek dünyaya duyduğum kini hangi nasıl hırsla anlatıyorsam hayallerimde kurduğum ideal dünyayı da aynı hırsla anlatmaya özen gösterdim eserlerimde. Yaşım/ yaşadıklarımın verdiği birikimle kendi gerçeğime bir başka insanın gerçeği gibi baktığım dikkatle inceledim. Yaşlı gözlerimde canlandırdığım anılarımın hayatımdaki getiri/götürüsünü eleştirel bir yaklaşımla vermeyi başarıp başaramadığımı bilmiyorum. Olgunlaşan tutkularım düşüncelerimi de olgunlaştırdı. Olgunluğun sayesinde gençliğimde farkında olmadığım düşüncelerinin ince ayrıntılarını kavradığım için romanlarımda iç ve dış dünya olağanüstü bir biçimde birbirini tamamlıyor. Romanlarımı roman tekniğine göre yazmak aklının ucundan geçmedi. Yazdıklarımı yeniden yaşadığım için hissettiğim biçimde yansıttım duygularımı. Ruh coşkusunun akılcı dünyanın sığ gerçekleri karşısında uğradığı bozgunu ürpertici bir gerçekçilikle anlatmak amaçlarım arasında en kutsal olandı. Eserlerimde gerçek hayatımdaki gibi duygularımı belli etmemeye özen gösterdim. İçimdekileri bir anda kusup kimsenin midesini bulandırmak istemedim. Zekâm sayesinde tutkularımın gizine ermeyi, duygularım sayesinde de kalbimi keşfettim. Hissettiklerimi anlamayı/anlamlandırmayı/ sorgulamayı seviyorum. Hayatımı duygularımın/ tepkilerimin sahte mi yoksa gerçek mi olduğunu anlamaya adadığım için romanlarıma düşünceyi, dolayısıyla da bilinci yerleştirdim. Kahramanlarının en ateşli duygularını ifade edecekleri ya da sevgilileriyle birlikte olacakları anda soğukkanlılıklarını yitirmeden ne istediklerini kendi ve sevdiğinin duygusunun sahte mi gerçek mi olduğunu sorgulamalarının nedeni budur. Bilinçli bir şekilde tutkuları romanlarımda bir bütün halinde değil, parçalara bölerek vermeye özen gösterdim. Konular arası akışı bölerek vermek bana özgü bir yenilik. Gözünüzden kaçanı aklınızın, aklınıza teyit geçeni duyularınızın kavraması için sözcükleri tıpkı film kareleri gibi tek tek dondurarak verdim. Dünyada tanımayı istediğim tek insan benim. Merak ve hissetmeyi ateşten bir gömlek gibi üzerinde taşımamın amacı ruhumun büründüğü şekli sözcüklerin sahnesinde izlemek ve ruhumun titreşimlerini dinlediğim müzik parçaları gibi duymak istetişimden kaynaklanıyor. Ben parayı makamı değil, insan kalbi ile beynini kazanmak istiyordum. Bu merakım sayesinde gelmiş geçmiş en iyi psikolog oldum. Doğaçlama yazdığım için usta yazarlar gibi karakterlerimi teknik ve mekanik özelliklere boğmadım. Yaratıcılığın ülkelerinde bir turist gibi dolaştım. Saptamalarımdaki yenilikleri inceliğe dönüştürmemde doğaçlama yazmamın rolü büyüktür. Güzel ve kalıcı olana tutkumdan kalıcılığın küçük olguların bünyesinde gizlenen şeylerin toplamı olduğunu ve hiçbir payenin gerçeği görmek ve içten olmakla boy ölçüşemeyeceğini öğrendim. Öğrendiğim bir diğer gerçek ise duygu/ düşünce titreşimini kavramanın bir evreni keşfetmek kadar önemli olduğudur. Kendimi romanlarıma günlüğüme ve mektuplarına hapsettiğim için yalnızlığın şövalyesi unvanını kimseye kaptırmadım seni gibi.

Kalbimi hissetmek, duygularımı anlamak ve düşüncelerimi ifade etmek için sıfatlara gerek olmadığını, edebiyatın insanı içten içe yaratan mücadeleler ile insanı içten içe tüketen kederlerin dünyası olduğunu yaşadıklarımdan öğrendim. Ünlü bilim adamları konferans salonlarında beylik kavramları insanlığa yenilik diye sunarken ben yeniliğin ne olduğunu bilmeyen insanlara tepeden bakıyorum içinde bulunduğum halin acımasızlığına aldırmadan. Ben ölümden sonraki hayatımı da biliyorum. Notlarımı Gernoble Kütüphanesi’ne bırakacak yeğenim. Yıllar sonra bir tesadüf sonucu gerçek adım ve vasiyetim mezarına düzgün bir şekilde [yaşadı, sevdi yazdı] yazılacak. Yine bir tesadüf sonucu( 1900 yılında yeniden basılacak eserlerim.) notlarımla kütüphanede tanışan Stryenski’nin çabaları sonucu sizler Günlük’ümle, HenriBrulard'ımla ve LucienLeuwen’imle tanışacaksınız. HenriBrulard’ımda çocukluk yıllarımın içime miras bıraktığı nefretin, kinin, sevginin ille de sevgisizliğin tüm renk tonlarıyla tanışabilirsin. Aşkın soylulaştırdığı ruhumun bugün huzura ereceğini biliyorum ( 23 Mart 1842). ”

Uyandığım da rüyayı gördüğüm sabaha değil onun gerçeğine uyandığım sabaha günaydın demiştim. Duygu gözlüğümü O’nun düşüncelerimdeki yerini görmek için taktım ve düşüncelerimin sesini dinleyerek hayatına tanıklık ediyordum bu kez de. Yazılarının arkasına sakladığı gerçeklerine sarıldığımda aynı zamanda onun yalnızlığına mutsuzluğuna, aşağılık komplekslerine, sevgisizliğine, dışlanmışlığına, hakir görülmüşlüğüne de… sarıldığımı anlıyordum. O’nun bu türden insanı içten içe tüketen duyguların altında ezilmediğini biliyordum. Kişiliğinin derinliğine indikçe salt onu sahiplenmiyor onu seviyordum da. Onun da insanı var eden onlarca duygu içerisinde en büyük payeyi onura vermesi tesadüf değildi. Kinci ve haset insanlar sevilmemiş ve dışlanmış insanlardır. O; haset değildir ama kincidir. Toplum onu dışlamıştı çocuk yaşta annesini elinden alarak. Onu dışlayan toplumdan, ona haksızlık yapan insanlardan öcünü almak için sahip olduğu tek silahı psikolojiydi. Temiz çocuk kalbi öcünü büyüklerin kötü kalplerini psikoloji sayesinde ellerinde tutarak alıyordu. Duyguların cerrahı olmayı o yaşta aklına koymuş olmalı. İnsan olarak kendisini tam bir varlık gibi hissetmesinin olmazsa olmazı sevgiydi. O; neye sahip olursa olsun kimsenin kendisini özlemini duyumsadığı biçimde sevmeyeceğini biliyordu. Hırçınlığına sevgisizliğinin ninni söylemesi bundan kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Özellikle onun yalnızlığını yazın dehasından ayırmam gerektiğini düşünüyorum. Ben edebi bir deha olmadığım için dehalık hakkında hüküm veremem ama yalnız olmanın insan ruhu üzerindeki etkilerine dair düşüncelerimi ifade edebilirim diye düşünüyorum. Yalnızlık insanı kendisine yaklaştırırken riyakâr insanlardan uzaklaştırıyor. Varlığının sadece kendi için bir anlamı olduğunu öğretiyor insana. Yalnızlık tüm zaaflarıyla insanın üstüne gelen ve insana yaşamın gerçeklerini öğreten acımasızlık kuralı olan bir okuldur. O da yaşamadığı anne sevgisini sevgililerinde yaşayıp doyuma ermek istiyordu. Hayatın elini eteğini öperek istediği en kutsal dileği de buydu. Yaşadığı aşkların ayrılıkla sonuçlanmasının nedeni sevgililerin yanında değil, ayrıldığında kendisini erkek olarak hissetmesindeydi. Gönül rahatlığıyla kalbinin kaskatı kesildiği zamanlarının kadınların yanında olduğu zamanlar olduğunu düşünüyorum. Sevgilileriyle yaşadığı şehvetli birliktelikleri kendisine benzemeyen Henri’nin yaşadığını Stendhal’ın yaşamadığını düşündüğüm gibi.

Aşktaki hezimetleri aşkta zafer kazanma arzusu uyandırıyordu onda. Kazanmak istediği zaferi kadınlara diğer erkeklerden daha çok değer verip bağlandığı için kaybediyordu. Kadınlarının ayaklarına dünyanın gül bahçelerini seriyordu. Kendisini ağırdan satmadığı için kadınları da dünyanın güllerini ayaklarına seren erkekten gül almayı önemsemiyorlardı. Kadınları her istediklerinde ona sahip olacaklarını biliyorlardı tıpkı erkeklerin her istediklerinde sahip olacaklarını bildikleri hayat kadınları gibi. Sevgilileri onun ölçüsüz duygu cömertliğini hakir görüyor ona da hakir görülmenin yüreğinde kanattığı yaraları sarmak düşüyordu. “Aşk Üzerine” deneme yazmasının nedeni de aşktaki hayal kırıklıklarıdır. Kadınları onun kadar gerçek bir kalple seven onların dünyasını anlamak için düşünce üreten çok az erkek vardır. Erkekler genelde kadının iç dünyasını değil, yatağını paylaşmak istiyorlar. Benim gibi o da olayların iç dünyasına girmek için çok fazla düşünüyordu. Yorgun düşen hafızası dinlenmek için unutkanlığa sığınıyordu. Unutkanlığı yenmek için anılarını anında not ediyordu. Tuttuğu notlar sayesinde romanlarındaki olay örgüsü olayların ilk anki heyecanını, coşkusunu, içtenliğini tüm çıplaklığıyla yansıtıyordu. Anıları duyguların çoğalttığını bilmesi ve bu gerçeği tekrar tekrar keşfetmek için yüreğini kanatmasından etkileniyorum. Kendini tanımasından, tanıdıklarıyla kendini yeniden tanımlamak cesaretini kendinde bulmasından etkilendiğim gibi. Sadece kendi tutku/ yıkılış ve dirilişleri değil, dünyanın tutku/ yıkılış/ dirilişleri de sırtlanıyordu. Kalbinin ağır yükünü hafifletmek için geçmişi geleceğin sayfalarına dökmek ve sayfalarda kendi hayatının filmini izlemekti kendisine bahşettiği mutluluk. Kendini kendi içine sığdırmanın, kendini yaşadıklarıyla aklamanın ve kendini aciz hissetmemenin en onurlu yöntemidir de bu aynı zamanda.

Dokuz ayda annesinin rahminde değil, insan ruhunun rahminde ruhun katmanlarını keşfetti. Çağını ve kendinden sonraki çağların insan gerçeğini aşmasını da buna borçlu. İnsanlık gerçeğinde çağların ötesine geçmesini insan ruhuna çocukken vakıf olmasına, insan ruhunun ayrıntılarını parçalara ayırarak vermesine, yazılarında tekniğe değil duyguya ve sezgiye sırtını yaslamasına borçluydu. Kendini akılcı dünyada değil ruh dünyasında görünür yapmayı başarmıştı. Onun kalbindeki acı ve öfke nöbetinden içim ürpertiyor. Kendisine hoyrat davranan insanlar davranışlarının onun içindeki fotoğrafını görebilseydiler keşke… Deha da mutluluğu değil, insanın içinde kıyım yaratan acını/ yalnızlığın/ umarsızlığın zaferine âşıktır. Sağlığında kendisine özlemini duyumsadığı biçimde âşık olanın dehası ile yazgısı olduğunu biliyordu.

Biliyordu yaşadıklarını roman formatı dışında polemikleştirerek yazdığını. Romanlarında hem konum belirlemek için ortam oluşturmuyor hem de mekânın içinden öte dışındaki doğayı betimliyordu. Kişiliği gibi yazın poetikasını da bireyselliğinin temeli üzerinde kuruyordu. Tutkunun peşinden koştuğu için aşkın peşinden de koşuyordu. Gerçekçiliği de bir bütün halinde değil; o bütünü oluşturan olguları parçalara ayırarak vermeyi seviyordu. Yapıtlarında olgular gibi kavramlar da kendi içindeki sayısız göstergelerine bölünerek bir bütün oluşturuyordu. Beden ve irade arasındaki çatışmaya dikkatleri çekerek özgürlüğün olduğu yerde hakikatin,“hakikatin” olduğu yerde de özgürlüğün olmayacağı gerçeğine vurgu yapıyordu. Kadın karakterleri hem topluma uyum sağlama açısından hem deneyimlerini hayata geçirirlerken ki kararlıkları açısından kendilerinden daha genç olan âşıklarından daha üstündü. Palma Manastırı, sistemin kendisini politika üzerinden yaptığı çıkar hesaplarıyla garanti altına aldığını belgeliyor adeta. Stendhal, bireyin, duygu düşünce ve ahlaki gelişiminin altında yatan geriliminin nedenlerini yansıtmıyor; kanıtlıyordu.

Stendhal, yalnızların/kimsesizlerin/ sevgisizlerin/ anlaşılmayanların/ ezik/ itilmişlerin yurdu olmak ve kendi gibi kusurluları/ evsizleri/ mutsuz âşıkları, başarısızları/ parasızların… duygularını ölümsüzleştirmek için dünyaya öldükten sonra gözlerini açıyor. Onun kendisine reva gördüğü ödül kenara itilmiş insanların kalbidir. Kendisinin yıllar sonra değerinin anlaşılacağını bir kâhin gibi bilmesi ve mezar taşına [yaşadı, yazdı, sevdi] sözlerini yazdırması anlamsız değil.

Hayatın bizden aldıklarını cömertçe bize sunan bu soylu yazarın mezarında [yaşayarak, yazarak, severek] yaşayacağıma dair ona söz veriyorum.

18.03.13 Mersin.


Bedriye KORKANKORKMAZ



1585











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)