ISSN 1308-8483
Trajedinin Başyapıtı: Marcel Proust / Bedriye KORKANKORKMAZ
  Yayın Tarihi: 29.8.2016    


Trajedinin Başyapıtı: Marcel Proust

Marcel Proust’un hayatını sanat yapıtına dönüştürme azim ve kararlılığı yazara kendimi yakın hissetmemi sağlıyor. Yoksa ilgilendiği ve kabul görmek için girmediği kılık kalmayan sosyete dünyası ile yakından uzaktan bir ilişkim olmadığı gibi merakım da yok o dünyanın yaşam biçimine dair. Yazına olan sevgimizle kucaklaştık onunla. Onun kendisini yaşadıklarından ikinci kez doğurduğuna tanık oldum. Mücadele gücüne hayran kaldım. Türkiye’de yedi ciltlik “Kayıp Zamanın İzinde” eseriyle tanınan yazarın, sıradan yaşamından gerçek bir sanatçı yaratma dehasının, eserleri kadar derinden algılanması ve üzerinde düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum. Hem onun trajik yazgısına hem sanatçı dehasına hem de insan yanına yakın olmayı çok istiyorum. Başarabilir miyim bilmiyorum. Yazara dair bilmediklerimi bilme merakım beni farkında olmadan böylesi bir yazıyı yazma serüvenine itiyor. Yazım da yazarın eserlerinden öte eserlerini yaratma dehası ile çabasını içeriyor.

10 Temmuz 1871 tarihinde Paris’te dünyaya gelen şanslı çocuklardan biriydi o. Babası ünlü bir hekimdi, annesi ise oldukça varlıklı bir aileye mensuptu. Anne ve babasının üzerine titrediği bu şanslı çocuğu şans dokuz yaşındayken terk ediyor. Dokuz yaşında geçirdiği astım krizi onun Azrail’i olmuş. Koşmasından tutun da bir çocuğun çocuk olarak yapacağı tüm hareketler ona yasaklanıyor. Sahip olduğu onca servete karşın yoksul çocukların hareket etme özgürlüğünü kıskanıyor. Görünüşte konforlu yatakta yatan bu çocuk gerçekte ise hareketsizliğin mezarında yatıyor. Okunmayı ona yasaklıyor astım Azrail’i. Elleri olup da dokunamamak, kolları olup da saramamak, ayakları olup da koşamamaktır onun trajedisi. Bu çocuk mahkûmunun gözlem gücünü geliştiren yasaklar onun yaşama açtığı ve kendisinden başka hiç kimsenin fark edemediği tek penceresidir.

Doğaya tutku derecesinde bağlı olan bu esirin, ilkbaharda çiçeklere dokunması yasak. Bir çiçeği koklaması onun haftalarca yatağa bağımlı olması için yeterli bir nedendi. Erken doğduğu için kuvözdeki çocuğunu camdan gören bir anne gibi o da sevdiği çiçeklere camekânların arkasından bakıyordu.

Çok sık yatağa bağımlı yaşaması insanlara karşı algılarında seçiciliğin boyutları ile çeşitliliğini geliştiriyordu. Bir insanın sesindeki tonlamanın çeşitliğinden tutun da oturma biçimindeki farklılığa; saçlarını tarayışındaki kişiye özgü ayrıcalığın tüm detaylarına kadar her şeyi algılıyor ve algıladıklarını not ediyordu. Kaderine savaş açan bu delikanlı soylu insanların hayat bilmecesini çözmeye adıyordu kendisini. Kont Norpois'in konuşmasını en ince ayrıntısına varıncaya kadar, heyecanından ve canlılığından taviz vermeden yüz elli sayfa yazması başka nasıl açıklanabilir ki… Ailesinin diplomat olmasını istediği biricik oğulları otuz beş yaşına dek başıboş avare bir yaşam sürdürüyor. Hem soylu bir aileden değil hem de annesi Yahudi. Yakışıklılığından tutun da yazarlığı da dâhil olmak üzere saygı uyandıracak meziyetlerden de yoksun bu adam. Çıkardığı Les plaisirs et lesc adlı küçük kitapçık Anatole France’ın kendisinin hatırına yazdığı “önsöz”e rağmen edebiyat dünyasında yok sayılıyor.

Sosyetenin kurallarına duyduğu aşırı saygı, sosyete kurallarının kulu kölesi yapıyor onu. Sağlık sorunundan dolayı kendisini eksik/ esrik hissetmesinin ona bahşişidir aşağılık duygusu. Üstün olma ve üstün gördüğü insanlardan kabul görme isteği de bundan. Kabul görme duygusunun ona yaptırdıkları içine düştüğü hal / haller paranın gücü ile yanında tuttuğu insanlar… iç acıtıcı. Her erkek gibi bir kadınla aile kurup baba olma duygusundan da mahrum. Her türlü olanaklar içinde bir zavallı gibi yaşamak mecburiyetinde olması ve yaşayan bir ölüden ölüme meydan okuyan canlı yapıtlar yaratma istediğinin anlamı da bu. Bal kabağından yapılan şanlı gururu ile saygınlığının büyüsü gece yarısından sonra bozuluyor ve muhteşem hezimeti ona geri dönüyordu. Bir insanın her gece kendi muhteşem hezimetiyle yüzleşmesi… hezimetine dokunması… nasıl bir duygu fırtınasıdır…

Güneşin koynundan çıkan ay gibi o da karanlığın ve görüntünün cömertliğine sığınıyor. Herkesi güldürüp mutlu ederken gözyaşlarını içine akıtıyor. İçine akıttığı gözyaşları zamanla içinde boğulduğu denize dönüşüyor. Duygularının ille de düşüncelerinin ölümsüz eserlerinde bile yerinin olmaması beni çok etkiledi. Hüzünlendim. Hayatın sürgüne gönderdiği yurtsuz duygu ve düşüncelerinin altında ezilen ne erkek ne de insan olmamış olan bu dehanın yalnızlığının heybeti karşısında içim ürperdi. Kendi hayatı olmadığından başkalarının hayatlarına özeniyor ve başkalarının yaşadıklarını gözlemliyor. Sevgilisinin elini tutan soylu her genç odur. Bir küs bir barışık karısıyla ilişkisini yürüten koca da, çocuklarının diploma törenlerine katılan baba da…

Kendini oyalayacak birer oyundan ibarettir düzenlediği partiler verdiği davetler. Bu davetlerde yazgısını oyuna çevirip sahneliyor yazgısıyla alay edenlerin kendisini alkışlamalarını sağlıyordu. Yazgısı ayrı kendisi ayrı insandı. Tek yumurta ikizleri gibi algılıyordu astımını. Her gece kardeşi astım için yazdığı oyunu sergileyeceği bir sahne bulmazsa yaşayamayacağını biliyordu. Düzenlediği partiler, verdiği davetler, dudak uçuklatan bahşişleri, kadınlara karşı cömertliği, özel olarak başka başka yerlerden getirilmiş turfanda yemiş ve sebzeler... modaya "modern” olana verdiği olağanüstü önem ve titizliği sayesinde Paris sosyetesini kendisine bağımlı hale getirmesinin nedeni de ölümünden sonraki görkemli dirilişinin galasına yaşarken katılma isteğidir.

Normal insanın algılamakta zorlandığı bir diğer merakı da sosyete dünyasındaki dedikodu olaylarına duyduğu meraktır. Bu merak aynı zamanda yazarı sıradan yazarlık statüsünden çıkarıp gerçek yazarlar katına yükselten dehasının özünü oluşturuyor. Sosyete dünyasında kim kiminle çıkıyor kim karısıyla küs kim kocasının ihanetini affetti... türünden haberleri kaynağından almak için harcadığı parayı gözü görmüyor yazarın. Bunu bir oyun olarak algılıyor önceleri daha sonraları ise bu oyun onu dünya protokol ustası yapıyor.

On beş yılı görüntü dünyasında kendisinin de bir görüntüden başka bir şey olmadığını algılamadan geçiyor. Geceleri sosyete ve aristokratların dünyalarına karışan bu adam sabaha karşı geldiği evinde gözlemlerini not ediyor. Bu notlar zamanla bir klasöre sığmaz hale geliyor. Bu notlar içinde ilgili ilgisiz tüm ayrıntılar mevcuttur. Bu ayrıntıları ilerde kalıcı bir esere dönüştürmeyi ta o zamanlardan tasarlamaya başlıyor yazar.

Fransız romancı, deneme yazarı ve eleştirmen Marcel dünyaları küçük, gösterişleri büyük insan topluluğunun içinde sıradan insana ve sıradan hayata tepeden bakıyor. Kendi trajedisini unutmak ve kendisini acınacak insan olmaktan kurtarmak için üst protokoldeki insanlardan kabul görmek anlayışıyla çıktığı eğlence yolculuğunda farklı deneyimler ediniyor. Üyesi olmaktan mutlu olduğu soyluların mutsuzluklarını, yalanlarını, ihanetlerini, çirkefliklerini... en küçük ayrıntısına kadar bilmek istiyor. Hayattan ve onlardan alacağı bir intikamı var onun. Onu bu intikam ateşinin ayakta tuttuğunu kendisinden başka kimse bilmiyor. Sadece soyluların değil edebiyat otoritelerinin de onu ve görkemli sanat dehasını dikkate alacakları günü sabırla bekliyor…

Yazarın trajedisi ne denli parıltılı ise, yazdığı eserleri de çok daha fazla parıltılı çok daha fazla insanı içten içe sarsacak türden gerçekçi olmalıydı. 1903 yılında annesinin ölümünün akabinde sağlığı kötüye gidiyor. Annesinin yüreğinde bıraktığı boşluk onun ruhsal olarak sarsıyor. İçindeki tek insani sıcaklığı yitirmiyor. Karşısında zaaflarını acılarını yalnızlığını… paylaştığı kadim dostunu, annesini yitiriyor. Hayattan aldığı bu derin yaranın kendisini çok fazla yaşatmayacağını ilk o an algılıyor. O da kendisini eve hapsederek emekçi sanatçılarla yarışacak değin yazın emekçisi oluyor adeta. Uşağının bakımına muhtaç, geceli gündüzlü eldivenin içinde donan elleriyle yatağında not aldığı anekdotlarından bir başeser yaratmaya çalışıyor. Gerçekte insanın kanını hayretten dondurmaya yetecek türden bir çabanın, olağanüstü bir sanat sevgisinin eseridir “A la recherche du temps perdu” ( Kayıp Zamanın İzinde) adını verdiği romanı. O dönemde sadece soylu bir aristokratın davranış ve tutumuna ilişkin bir ayrıntıyı romanı için öğrenmek üzere bir davete katılıyor. Amacı Sagan dükünün monoklünü nasıl taktığını gözlemektir.

Romanını yazdığı dönemde dostlarını sosyeteye ilişkin haberleri alması için sağa sola yolluyor notlarında boş bıraktığı ayrıntıları tamamlamak için. Dostları ona sosyeteden haber getiren güvercinleri oluyor.

Sağlığı gün geçtikçe kötüye gidiyor. Buna karşın “Kayıp Zamanın İzinde” yapıtı okyanuslara açılmayı sürdürüyor. 1905’te yazmaya başladığı romanının 1912 yılında bittiğini düşünen yazarın elindeki üç ciltlik taslak basım aşamasındaki eklemelerle birlikte on ciltlik roman olarak ortaya çıkıyor.

Kırk yaşındaki bu salon züppesinin tek sıkıntısı edebiyat dünyasının dikkatini yazdıklarına nasıl yönlendireceği konusudur. Yüksek Aristokratlardan biri Nouvelle Revue Française’i yöneten André Gide’e eserinin kopyalarını veriyor kitap taslağını basmayan Nouvelle Revue Française yıllar sonra bu yapıtı basıyor ve yüz binlerce frank kazanıyor. Kapısını çaldığı ikinci yayınevi de aynı tutumu sergiliyor ve ürünü basmıyor. 1913 yılında ilk cildi basılan eser çıkan savaş yüzünden okuyucuyla buluşamıyor, yazar da hayal ettiği başarıya ulaşamıyor. Nihayet kitabın ilk beş cildi savaştan sonra yayımlanıyor ve yazar hayalini kurduğu başarıya ulaşıyor. Yapıtın geri kalan ciltlerinin düzeltmelerini son nefesini verene dek sürdürüyor. İlk o zaman gerçek anlamda Avrupa dünyası hem eserinin kendine özgü epik dünyasının ışıltılarını hem de Marcel Proust’un sanat dehasının farkına varıyor.

Bu dev eseri psikolojik bir analizler dizgesi olarak görenler olduğu gibi, yazarın ruh durumundan yola çıkarak şizofrenik anlatımlar dizgesi olarak görenler de var. Eserindeki yazı dili ile bizi farklı dünyalara sürüklüyor, ayağımızı yerden kesiyor ve bizim de delirmiş olduğumuzu bize düşündürüyor, yazar. Bizlere kendine özgü gözlem gücüyle kahramanı Bötotte’in en mahrem ayrıntılarını yılmadan yapıtına ekleyerek bir kahramanı bir anda nasıl sahici bir insana dönüştürdüğünü kanıtlıyor adeta. Ölürken bile kendi ölümünü yazarak kayıt altına almak için didinen bu çılgın dehanın yorgun bedeni kâğıt ve sözcüklerin üzerine değil, kendisini gerçek kılan iradesinin ve azminin üzerine yığılıyor sanki. Yirmi birinci yüzyıl edebiyatı içindeki yerini ve önemini hâlâ koruyan “Kayıp Zamanın İzinde” eseri bize onun gerçekte ne kadar büyük bir psikolog olduğunu kanıtlıyor.

Yarı Yahudi olan yazar aynı zamanda bir eşcinseldir. Eserlerinde eşcinsellik temasını işlemekte sakınca görmüyor o dönemde. Nasıl ki hastalığının tedavisi yoksa eşcinselliği ile yarı Yahudiliğinin de tedavisi yoktur. Tedavisi olmayan hastalıkların hastası bu adam, kadınlar karşısında kendisini tam bir erkek olarak ifade edemediği için onlara yakınlık göstererek kadınların beğenisini kazanmaya çalışıyor. Yahudi olmasının onun kişiliğinde yarattığı aşağılık duygusuna bir de kadınlar karşısındaki güçsüzlüğü eklenince o da toplumun yasadışı olarak algıladığı tabuları hayatına alıyor, eşcinsellik gibi… Yazılarında insan hayatında yeri olduğu halde insanların görülmeye değmez dedikleri gündelik hayatın tüm detaylarını önemli- önemsiz hiçbir ayrım gözetmeksizin mercek altına almayı ve gözlemlediklerini yazarak ölümsüzleştirmeyi önemsiyor. Bana kalırsa o eserleri kadar hayatın karşısındaki dik duruşuyla da hayata hatırı sayılır bir nanik atmıştır. Hayatı bu yönüyle kavradığı için olsa gerek zaaflarına ve isteklerine karşı iradesine hâkim olmuş ve o azim ve kararlılıkla, o şartlarda yazmıştır eserlerini.

Zamana meydan okuyan bu anlatı ustası akla hayale sığmayan ve insana, dolayısıyla da hayata dair tüm oyunları kendisine özgü epik yaratısı, ille de tasvirleri ile insanın eşyayı değil, eşyanın insanı kendi dünyasına dâhil ettiği gerçeğini tüm çıplaklığıyla algılamamızı sağlıyor. Onun yazın malzemesi gündelik hayatın gelgitleridir. Gündelik hayatın bir görünen bir de görünmeyen gerçeği olduğunu algılamakta zorlanmıyoruz o dev eseri okurken. Bir insanın kendi/ hayat gerçeğini algılamasında gündelik hayatın önemi ile anlamını algılamasının ne denli önemli olduğunu da onun sayesinde kavrıyoruz. Eserindeki Proust, Sainte-Beuve ile Balzac, Baudelaire, Gérard de Nerval okumaları Marcel’in salt burjuva dünyasıyla ilgilenmediğini, sanat dehasını geliştirme konusunda da ne kadar seçici davrandığını ve ne kadar seçkin sanatçıların duygu ve düşünce dünyasının derinliğini içten içe kavradığını gösteriyor bize.

Kadın erkek ilişkilerine dair yaptığı bilgece saptamaları yazarı o dev eseri kaleme almamış olsaydı bile evrensel düşünce hayatında hatırı sayılır bir yer almasına yeterdi. Onun insanı içten içe sarsan saptamalarından sadece bazılarını alıntılamak istiyorum: “İki insan ayrılırken, şefkatli konuşan taraf âşık olmayan taraftır.” “Sevdiğimiz zaman, aşk kadar büyüktür ki; bir bütün olarak içimize sığmaz. Sevdiğimiz insana doğru karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey; kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür.” “Sevdiğimiz kişiye bakışımızdaki arayış, kaygı ve talep, ertesi gün için bir randevu umudunu bize verecek veya öldürecek sözü bekleyişimiz, bu söz söyleninceye kadar, aynı anda olmasa bile birbirini takip eden sevinç ve umutsuzluk hayallerimiz, bütün bunlar sevilen varlık karşısındaki dikkatimizi fazlasıyla titrek bir hale getirdiği için, sevdiğimizin net bir suretini elde edemeyiz.” “Gençken, âşık olduğumuz kadının kalbini çalmaya çalışırız, yaş ilerledikçe bize kalbini veren kadına âşık oluruz.”

Proust’un eserlerinin üstün başarısı yaşamla kurduğu gerçek bağdır bence. Nasıl ki insan geçici, yaşam kalıcı ise o da kalıcı olanı bize sunuyor. O dev eseri okurken yazarın uzun anlatımlarından sıkıldığınız bir anda okuduğunuz bir tümce sizi içten içe öyle derinden sarsıyor ki, o an da anlıyorsunuz onun dehasını bir anda okuyup özümsemenin mümkün olmadığını. Ne bir günde bahar, ne bir günde kış geliyor eserlerinde. Her mevsim kendi dönemini tüm ihtişamıyla tamamlıyor.

Kelimelerin değil hislerin ve ruhların bilgesi Marcel Proust yaşadıklarıyla kendisini yaratma becerisi sayesinde yalancı hayatını nasıl sahiciliğe dönüştürmeyi başardıysa “Kayıp Zamanın İzinde”yi de bir başyapıta dönüştürdüğünün farkında olarak 18 Kasım 1922 tarihinde hayata gözlerini yumuyor.


Kaynakça:
Stefan Zweig, Yarının Tarihi, Çev. Ahmet Cemal, Can Yayınları, Sayfa: 65-73.
Yapıt Yayımı: Camgöz Kitap. S.45-52.


Bedriye KORKANKORKMAZ



1568











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)