ISSN 1308-8483
VEKALATEN YAŞAMAK / Bedriye KORKANKORKMAZ
  Yayın Tarihi: 10.11.2016    


VEKALATEN YAŞAMAK

Yüzümü doğaya dönmüş insanları seyrediyorum baba. Bu konu ile ilgili seninle sohbet etme olağanını bulamadık hastalığınla mücadele etmekten ve doktorların peşinden koşmaktan. Doğumla başlayan, ölümle nihayete eren bir süreç midir ömür? Söz konusu ölümse ya yaşamak isteyip de yaşayamadıklarımız… Ya yarım kalan işlerimiz… Ya sevdiklerimizin arkamızdan akıttıkları gözyaşları… Ölenlerin yokluklarıyla bıraktıkları sonsuz boşluk duygusu… Tüm bu saydığım/ sayamadıklarımdan sorumlu mudur ölen? Öleni bu konuda sorumlu tutmak insanlıktan öte insafsızlık mıdır? Bilmiyorum baba. Bildiğim, umarsızlığın duruma göre değişken tanımlarıyla yüzleşiyorum yokluğunun akabinde. Durup durup kendime bu türden sorular soruyorum. Sorulara yanıt veremediğimden olacak seni suçluyorum öldüğün için… Beni sensizlikle baş başa bıraktığın için suçluyorum seni. Affedemiyorum seni. Senin bana sık sık söylediğin şu sözü anımsıyorum: “İnsanları affederek sevmeyi öğrenir affederek kazanabilirsin ancak. SEN bu konuda oldukça yoksul/ yoksunsun. Hatanın hesabı yapan kişiden sorulur. Sense hatanın hesabını hiç yoktan kendi hesabına dâhil ediyorsun.”

Evet, seninle bu affetme konusunda hemfikir değildik. Sen insanların yaptığı her yanlışı hata olarak algılamazdın. Sadece affedilmeyecek bir hata yapılmışsa onun üzerinde düşünürdün. Seni kıran insanı incitmezdin ama içinde bu türden kırgınlıklarının açtığı derin oyuklara özel bir yer daha açardın. İçin sürekli genişlerdi açtığın yerlerle… Kendi kendine içindeki oyukları ustaca kapatarak hiç incinmemiş, hiç güvenine ihanet edilmemiş… gibi sevmeye devam ederdin insanları… Bense senin aksine güvenime ihanet eden insana/ insanlara sırtımı dönüp yaşadığım sürece o insanla sadece insanlık adına yapmam gerekenler olduğunda iletişim kuruyordum. Ölümünün akabinde seni yeniden kazanmanın / yeniden sevmenin biçimlerini öğreniyorum. Bilmeni isterim ki beni cep telefonumdan arayarak baş sağlığı dileyen dargın olduklarıma onları affettiğimi söyledim. Seni, affedemediklerimi affederek kazanacağımı/ senin de ancak kendini aşan bir Bedriye’nin yüreğinde sonsuz yaşamak isteyeceğini biliyorum baba.

Kendine ille de değerlerine yabancılaşmadan yaşamaktı senin nazarında yaşamanın tanımı. Ölümünle daha bir soylulaştı daha bir büyüdü yalnızlığım. İnsan yaşadıklarıyla bir günde ya on yıl gençleşir ya da yaşlanır. Yalnızlığım büyümeyi acılarını onuruyla taşımayı ve yokluğunu yoksunluk haline getirmeden SENİ sevmeyi öğreniyor. Geçen gün insan üzerine düşünüyordum kendi kendime. Düşünmekle yetinmedim salt insanların yüzünü seyretmek için sahile gittim. Yüzüm denize dönük oturdum bir bankta. Gelen geçen insanların yüzünü seyrettim uzun uzun. Sadece yüzlerini seyrettiğim insanları saymadım. Üç saatte kaç insan yüzü seyredilirse o kalabalık sahilde o kadar insan yüzü seyrettim. Bana kalırsa baba, sadece bir insan yüzünü seyredebildim. Tüm insanların yüzü birbirine benziyordu. Yaşlı - genç kadın- erkek ayrımı gözetmeksizin insan yüzlerine yansıyan ve hiç değişmeyen o hüznün, o tanıdık hüznün peşinden gittim koşar adım.

İlkesiz bir hüzün değildi onu baştan söylemeliyim sana. Bedel ödenerek kazanılmış bir hüzündü… Belki layığıyla o nitelikli hüznü kazanan insanların tek ortak yanları kendi gerçeğinden kaçmaktı…

Bu ağır, bu her insan için taşıması oldukça zor olan yükü insanlar neden böylesine ölümüne sahiplenmişti? Bu sahiplenmenin altında yatan en geçerli neden, zincirlerinden kurtulmak istemeyişleriydi bence. Zincirlerinden başka hayatında kaybedecek bir şeyi olmayan insanın önüne kim ya da kimler geçebilir? Birey olma ayrıcalığından bihaber, okumayan ille de sorgulamayan bir toplum olmamız kimi ya da kimleri mutlu ediyor mesela? Neden cahil cesareti insanların işine geliyor da bilinçlenmemizden bu kadar korkuyor birileri baba? İşte bu ve buna benzer sorular usumda cirit atmaya başlıyor yine. Benim geceleri uyumak yerine saatlerce ne düşündüğümü merak ederdin ya… Geceleri insan üzerine düşünce ürettiğimi öğrendin işte… Yıllar sonra hastanede aynı odayı paylaşırken seninle ilgili bir gerçeğe daha yakın oldum: Geceleri sorgulayan, gündüzleri sorguladıklarını eyleme geçiren bir bilgeydi Hüsnü Korkankorkmaz. Benim seninle bu konuda yarışma gibi bir niyetim yoktu/ olamazdı da. Sadece gecenin yarısı seni düşünerek yazıyorum bu satırları. Bilmeni isterim ki, ölümünün akabinde yazdığım ilk yazı bu. Başarabilirsem mektuplarını, şiirlerini, denemelerini, köşe yazılarını, yarım bıraktığın araştırmalarını kayıt altına alıp bir kitapta toplamak istiyorum. Ama bu seninle yazı diliyle ilk sohbetimiz…

Anlatmak istediklerimi anlayabilmen için toparlamak istiyorum baba. O sahilde insanlara dair bir gerçeğe ulaştım kendimce. Ulaştığım gerçek şuydu: insanlar vekâleten yaşıyor. Ve her vekâleten yaşayan insan eksilerek yaşadığı gerçeğinden kaçıyor. Kendi gerçeğiyle yüzleşmemek için birçok hobi ediniyor. Günümüzde büyüklerin oyuncaklarıyla yarışamıyor çocuk oyuncakları. Büyüklerin oyuncakları çocuklarınki kadar masum da değil üstelik. Kimi aşağılık kompleksini emrinde çalışandan, kimi elindekilerin onu mutlu etmediği gerçeğini unutmak için dünya turuna çıkıyor, kimi yerleşik düzenini korumak için her gün yeni bir davranış, yeni bir katlanış, yeni bir hissettirmeyiş biçimi öğreniyor, kimi de sık sık araba ev vs. değiştirerek kendisini daha iyi hissettirme yarışı içinde vekâleten yaşadığı gerçeğiyle yüzleşmeden bu dünyadaki serüvenini noktalıyor...

Senin bana yaptığın en büyük kötülüklerin başında farkında olarak, hislerini kanata kanata yaşayarak, hayatta var olma mücadelesi vermeyi öğretmen oldu. Sen de kendini kandırmayı öğrenseydin, insanlar/ insanlık adına bu denli derin endişe ve hüzünler çoğaltmasaydın kendi kendine hastalanmayacaktın. Dolayısıyla şu an yanımda olacaktın ve seninle bu konuyu karşılıklı konuşacaktık… En azında yanıldığım konularda beni her zamanki gibi gözlerini fal taşı gibi açarak uyaracaktın...

Ölümü konuştuk seninle hastalığın sürecince… Bu konuda nasıl da kendini hazırlamıştın. Yaşama direngenliğin ne denli güçlü ise ölüme kendini hazırlaman da o kadar cesurdu. Bir kere olsun korku görmedim gözlerinde. Sen gerçekte yaşarken ölülerin içinde ölümün hakkını vererek çektiğin acılarla onurun, gururun, namusun, ülken/ evrensel insanlık sevgin ille de ölüm anına dek vazgeçmediğin o soylu ideolojinle doğduğun gibi İnsan olarak öldün. Anımsıyor musun bu şiiri bana okumuş ve beğenmediğin için çöpe atmıştın. İşte benim tek kelimesine dokunmadığım o gün çöpten çıkardığım o şiirin:

Benim Aradığım

Bana öyle hor bakma
Irkın rengin dilin
Soyun mezhebin dinin
Fikrin tapınç şeklin
Senin kendi değerlerin
Mesele insan olmaktır

O insanlık ki
Anla kimlik ve temel ortak değerdir
Değerlerin en yücesi
Kişinin mayası ve can damarıdır

Sözüm bilene sözüm insani kâmil’edir
Hak’ka saygı duymayan Hak’kı bilemez
Hak’kı bilmeyen Hak’kı bulamaz

İnsan olmayanın sıfatı ve yeri belli
Her şeysin insan olur da bilirsen sen seni
Çünkü Hak Adem’i Halifesi ve temsilcisi, olarak seçti seni

İnan ki Hak’ka varış gönül işi aşk işi
İnsan ve doğa
Hikmetlerle dolu ayetler topluluğudur
Okumasını bilirsen eğer
İnsan-i kâmil en yetkin yapıttır
Gören gözse gözlerin
Zıtların birliği olan bu kâinat
Hem en kutsal mescit
Hem Hak’kın varlık deryasıdır
Ve gerçek insan
Hak’kın ayrılmaz parçasıdır

Söyler misiniz
Kimin kimden sorulur hesabı
Ayrı ayrı kazılmaz mı mezarı
Hesabın muhatabı tutuldu mu hayvan?
Tanrı bilir anılır mıydı olmasa insan

Yaratan bağışlama getirmemiş insan hakkına
Çirkinleşir her güzellik insanlıktan yoksunsa
Kişi şekil’den kurtulup öze varmazsa
İnanarak gönülden aşk od’u yakmazsa
Ne olursa olsun kimliği ıraktır Hak’ka
İnsanlık sonsuzluktur
Kim çizebilir resmini?
Kim dökebilir kalıbını

Sen hele bir
Üstüne çık içine sıkıştığın değerlerin
Sen hele bir
Yolunu insan
Beynini insan
Yüreğini insan eyle
Bak o zaman
Nasıl değişir
Nasıl büyür mini dünyan

Hüsnü Korkankorkmaz 06/06/1995-Mersin.




Hüsnü Korkankorkmaz / Ölü de duyarım sizi / Önsöz

Babamın insan, vatandaş, yazar, eylemci ve gazeteci… sıfatlarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermesini yürekten temenni ediyorum bu yapıtın. Babamın ölümünün akabinde ilk kez yüzleşiyorum yazdığı beş bine yakın şiirleriyle. Onun çocuklarına miras olarak bıraktığı bu defteri ne zaman elime alsam tansiyonum düşüyor, kendime aylarca gelemiyordum. Öyle ki ölüm yıldönümlerinde bile onun karakterini tamamıyla yansıtan şiiri bulmak için defterdeki tüm şiirleri tek tek okumayı bugüne değin başaramamıştım. Şu an babamın yazdığı beş bine yakın şiirin neden beni alt üst ettiğini daha iyi anlıyorum. Şiirsel dille yaşadıklarının günlüğünü tuttuğu bu defterdeki her bir sözcük; onun hayattan ve dostlarından aldığı yaralarının canlı tanıklarıydı. Bu yaralara tanıklık etmiş birisi olarak insanın insanı öldürdüğü günümüzde sözcüklerin emanetini sahiplenişinden çok etkileniyordum. Sözcüklerin her birinin ayrı ayrı onun yasını tuttuğunu iliklerimde hissediyordum defterin sayfalarında gezinirken gözlerim. İçinde yaşadığımız ve bir parçası olduğumuz insanlığın kan ağlayan ağıtları olarak algılıyorum yazdığı her bir şiirini babamın. Bir duygu cerrahı gibi hissediyorum kendimi babamın yaşayan ruhuna neşter atarken. Ruhunu ellerime güvenle teslim eden babam ömrünü yapıt incelemeye adamış beni duygusallığımın, duyarlılığımın zirvelerine çıkarıyordu. Ağır ağır merdivenlerini çıktığım ruh babamın ruhuydu. Acılarımız/ hasretlerimizin ortak olduğu babama dair duyumsadığım sorumluluk ruhlarını irdelediğim diğer dostlarımkinden de farklı değildi. Kendime karşı verdiğim ve kazanmaktan sonsuz gurur duyduğum bir sınavdı bu benim için. Babamı ne yükseklere ne de onun asla tanışmadığı alçaklara götürdüm. Onun gerçeğini tüm çıplaklığıyla ortaya serdiğimi düşünüyorum. Şiirlerinin tek bir dizesinin yerini bile değiştirmedim. Kendi el yazısıyla yazdığı şiirlerle bu yapıtta yayımlanan şiirleri arzu edenler karşılaştırabilir bire bir. Beni onurlandıran en büyük ödülse gönül rahatlığıyla kendi ruhuma yakın olduğum kadar onun ruhuna da yakın olduğumu ifade etmemdir. Bu yüzden onunla paylaştığım her an her saniye her salise gerçekti çünkü yaşayan ruhlarımızda her ikimiz de kendimizdik ve kendi ruhlarımızın kaptanlarıydık.

Kendisini ilkeleriyle gerçekleştirmek için başta annem olmak üzere tüm çocukları onun ilkeleri uğruna ödediği bedellerle sevdi onu. Mutluluğu insanlığın ortak kazanımı olarak algılayan babam için çocuklarının bireysel mutluluğu sokak çocuklarınkinden daha değerli değildi. En önemlisi kendisine ihanet eden (bazı) dostlarından daha çok sevmiyordu uğruna hayatlarını feda eden çocuklarını. İnsan olmanın sorun/ sorumluluklarına ödediği bedelleriydi çocuklarının her birinin onun gözleri önünde heder olan hayatları. Başta annem olmak üzere biz çocukları olarak insan olmak adına insanlıktan aldığı yaraları da sarmak, her darında sırtını yaslayacağı dağı olmak zorundaydık babamın.

Onun arkasında parasıyla kendisine övgüler dizen editörler ile daha kitabı çıkmadan reklam veren büyük sermaye babaları yoktur. Okuduğunuz her şiir insanlığı ideolojisi olarak algılayan ve hiçbir paye/ paranın satın alamadığı bir insanın yaşadıklarıyla kendisini gerçekleştirmenin ne türden bedeller gerektirdiğinin kanıtlarıdır. Babam da tıpkı Andrey Platonov gibi sürgüne gönderildi siyasi olarak destekleyip belli makam/ statülere getirdiği sözde dostları tarafından. Acımasızlığın dünyasında kula kul olmadan yaşama ayrıcalığına sahip olma uğruna ödediği bedellerin babama yük olduğunu düşünmüyorum. O; kendisini inandıklarını söyleme cesareti ile düşündüklerini hayata geçirme cesareti/ ayrıcalığına sahip olduğu için yaşama serüvenini kendine ve değerlerine yabancılaşmadan noktaladı. İnsanlığın eşitliğini bozmayan yegâne gerçeği, herkesin sahip olduğu hayatın tekliğidir. Konumları ve koşulları ne olursa olsun hiç kimsenin yaşayacağı yedek bir hayatı yoktur. Babam mezarında sahip olduğu ve yaşadığı biricik hayatının arkasından bakarken terk edilmiş duygular/ boşa harcanmış zamanlar, amacına ihanet ettiği için birer hayalete dönüşmüş hayallerin yaratıcısı ve yaşatıcısı olmadığını bilerek huzur içinde uyuyabilir. Ne hayallerine ne de hedeflerine ihanet etmemenin ayrıcalığı belki de mezarda olduğu gerçeğini kendisine unutturuyordur doğduğu köye kuşbakışı bakan mezarında. Düşünüyorum da insan olmanın dışında her tür gereksinimini eksiksiz karşılayanların çoğunlukta olduğu günümüzde, insan olduğunun bilincine varmış olarak yaşadı ve arkasında yaşadıklarına tanıklık eden sözcükler ile hayalini kurduğu güzellikleri armağan ederek ayrıldı aramızdan. Hayalini kurduğu dünyanın sadece ve sadece sözcüklerin dünyasında gerçekleşeceğini bildiği için sözcüklerin gücü ile adaletine güveniyordu. Biliyordu ki, hak, adalet, eşitlik, kardeşlik, barış… gibi kavramlar onun sözcüklerinde kendi dünyasının güzellikleri içinde yaşayacak ve güzellikleri yaşatacaktı. Dante’nin büyük aşkı Beatrice için yazdığı şiirler gibi babam da insanlık tutkusuna yazmıştı beş bine yakın şiiri. Aslında beş bin şiiri tek bir şiirle de ifade edebilirdi; ne ki barış, kardeşlik, adalet, eşitlik… gibi insanlığı yücelten kavramlara duyumsadığı hasret ona beş bin şiir yazdığını bile farkına vardırmamıştı. Bu yüzden her şiiri ilk kez yazıyormuşçasına aynı duygusallıkla, aynı duyarlılıkla yüreğini aklını kanata kanata yazmıştı, yazmıştı…

Hayatım boyunca sayısız yapıt inceledim ve incelediğim yapıtlar hakkında yazılar yazdım. İncelediğim hiçbir yapıtta babam gibi bir insanın yüreğini ve beynini kanata kanata kendisini tepeden tırnağa insan yaratma cüretine/ isteğine /samimiyetine/ inancına ve cesaretine tanık olmadım.

Kendime babamdan bana/ çocuklarına ne kaldı diye sordum. Çocukları olarak onun inaklarına ihanet etmeyen birer dostları olduğumuz için gururluyuz. Her bir çocuğunun dünyasında salt bir geçmişi değil dostluğun/ güzelliklerin yaşayan bir gelecek olduğu inancını miras bırakan babanın çocukları olma ayrıcalığı kaldı bize. Babamın yokluğuyla yüreğimde bıraktığı boşluğu aldığım her nefesin içimde büyüteceğini biliyorum. Ondan bana kalan bu ayrıcalık sayesinde içimde babamın hasretini yaşadığım sürece kendimi hiçbir zaman yalnız ve kimsesiz hissetmeyeceğimi bilmenin verdiği sarsılmaz güvenle inandığım yolda yürüme cesaretini yitirmeyeceğim. Çocuklarının her biri yalansız ve riyasız bir içtenlikle onun gerçeğine köklerini saldılar. Sadece benim değil tüm kardeşlerim için en önemli ayrıcalığın babamla konuşarak halledemeyeceğimiz hiçbir sorunumuzun olamayacağını bilmekti.

Babamın yokluğunda şu gerçeği kavradım: İnsan bir insanı babası olduğu için değil de dostu olduğu için özlermiş. Ben babamın dostluğunu beni yarı yolda bırakmayan güvenini özlüyorum. Bilgi ve sözcük dağarcığı bu denli engin olan ve yaşam kesitinin sonuna geldiği güne değin en az üç bine yakın kitap okuyan birinin beş bine yakın yazdığı şiirde özellikle Dostluk, Barış, İnsanlık, Kardeşlik, Güzellik, Yoksunluk, Kula Kulluk ve Adalet… gibi kavramların etrafında pervane olup dönmesi boşuna değil. Onun hayatı boyuca uğradığı haksızlık, adaletsizlik, saygısızlık, vefasızlık… karşısında bir kez bile insanlara dair kin kustuğunu anımsamıyorum. Özellikle de ölümün akabinde ona dair anılarımı didik didik ettiğim yıllar içinde bile bir anı olsun belleğime ilişmedi. Abartmadan söylüyorum babam tıpkı Nasıralı İsa gibi tüm insanlığın kefaretini çekmek istercesine, kendisini acıların çarmıhına kendi elleriyle gerdi, aldığı her nefeste. Bu okuyacağınız satırların tek kelimesinde kurgu şiirselliği ön plana çıkarmak adına yok sayılmamış gerçeklerle tanışacaksınız.

O da şiirlerini sanat dergilerine göndermek/şair unvanı almak için yazmamıştı; şiirlerinin her birini soyağacım dediği insanlığa birer vasiyeti olarak yazmıştı. Hayatımda aldığım en büyük ödülse babama adadığım Yaşamak Çocuğum adlı şiir kitabıma kendi el yazısıyla yazdığı şu satırlar oldu: “Yaşamımın en güzel armağanı.” Çocukluğumda babama dair bir başka anıyı da anımsıyorum şu an. Her fırsatta kızlarıyla sohbet eden babam çocuklarına çocuk gibi değil de eşiti gibi davranmaya özen gösteriyordu. Her çocuğu onunla kimseyle paylaşamadığı sırlarını paylaşabilirdi, yalan söylemediği sürece af edilmeyecek hiçbir suçunun olmadığını bilmenin ayrıcalığıyla. Birlikte aynı ilkokula gittiğim kız kardeşim Mine babama şu soruyu yöneltti: “Baba çocuklarının içinde hangimiz hangi konuda daha başarılı olursak onu diğer çocuklarından daha çok seversin?” Babam beklemediği bu soruyu hiç düşünmeden şöyle yanıtladı: “Hanginiz duyguları ile düşüncelerini yazarak ifade etmeyi başarırsa onu diğer kardeşlerinizden daha çok severim.” Ben, babama “Ben büyüyünce şair ve yazar olacağım için en çok beni seveceksin” dediğimde ilkokul üçüncü sınıftaydım. Babama dair bir başka anım da onun gazetecilik anlayışına dairdir. Babam Bingöl’ün Kiğı ilçesinde Kiğı’nın Sesi gazetesini çıkarıyordu. İlçeye Kemal Katıtaş adında genç bir kaymakam atanmış. Kaymakamın ne halkla ne de basınla arası iyi. Kaymakam kapısını halka kapatmıştı. Babam gazetesinde bu olayı manşetten veriyordu. Ne genç kaymakamın tavrı, ne de babamın olayı manşetten haber olarak vermesi değişmiyormuş. Bir gün babamla genç kaymakam karşılaşmışlar. Önce tartışmışlar; sonra durum değerlendirmesi yapmışlar. O günden sonra kaymakam kapısını halka açmış. Kaymakamla görüşmek isteyen her vatandaş evinin kapısını açar gibi Kiğı kaymakamının kapısını açmış ve sorunlarını kaymakamlarıyla paylaşmışlar. Kiğı’nın genç kaymakamı Kemal Katıtaş’ın bu davranışı babamın haber anlayışına şöyle yansıyor:

“İmparatorumuz kapısını da gönlünü de halka açtı! Babamın İmparatorumuz başlığıyla yaptığı haberler, Kığı Kaymakamı Kemal Katıtaş’a dönemin İçişleri Bakanı tarafından “imparator” unvanı verilmesine neden oluyor. 1987 yılında Konya Valisi iken ablamla ziyaretine gittiğimiz Kemal Katıtaş bana duvarda asılı duran “İmparator Belgesi”nin öyküsünü böyle anlatmıştı. Babam için de şunları söylemişti: “Baban yürekliliğiyle bana hayatımı geri verdi. O günden sonra kralların masasında halkı hiç unutmadım” dedi.

İnsanlığın birer üyesi olan sizlerle ona en büyük ödülü verecek olan zaman kararını verecek… bir de bu dünyadan geçen Hüsnü Korkankorkmaz’ın unutulup unutulmayacağını.

20/ 09/ 2014 Mersin


Bedriye KORKANKORKMAZ



1634











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)