ISSN 1308-8483
SİZ ARTIK GİDERKEN / Hülya ÖZDOĞAN ÇAPA
  Yayın Tarihi: 3.11.2009    


SİZ ARTIK GİDERKEN

80'li yılların sonlarıydı, İstanbul'da çalışıyordum, bir hastanede çalışan arkadaşımı görmeye gitmiştim, öğle arasını bekliyordum. Yemek arası olduğu halde işi bir türlü bitmiyordu. Diyaliz bölümünde hemşireydi, arada odasına geliyor, birkaç dakika durup hemen hastaların olduğu bölüme koşuyordu. Laf arasında, yaptığı işi çok merak ettiğimi söyleyince; ''gel, koridordan izle, sonra anlatayım.'' dedi. Bildiğiniz bir hastane koridoru. Sağlı sollu kanepelerde oturan hastalar farklıydı ama. Nedenini hemen algılayamadığım bir sessizlik ve hüzün vardı sanki. Bazıları çocuk ve genç insanlardı. Ortak yanları; hemen hepsinin benzi sapsarıydı, hatta yeşilimsi, şimdi bile hatırladığımda içimi ezen mutsuzluğun rengiydi sanki. Sırası gelen birisinin yardımıyla, ameliyattan yeni çıkmışçasına halsiz, zorlukla yürüyerek odaya alınıyordu.. Camdan izledim, umutla acının en gerçekçi filmiydi sanki. Bir makinanın yanına uzanıyorlar, kollarına bir şey bağlanıyor, artık ne kadarsa süre bitinceye dek.

''Ne fena, ne şanssız insanlar var.'' deyince, arkadaşım:

- Yanılıyorsun, bunlar şanslı, hem de çok. Demez mi, şaka yapıyor sandım, ama ortam hiçbir şakayı kaldıramayacak kadar katran karasıydı. Anlattı.

Bu hastalar diyalize girebilme şansını (!) yakalamış gurupmuş. Bu aşamaya gelmek için; yüzlerce hastanın içinden ''koşulları yerine getirenlermiş''. Yani; zamanında hastaneye başvurmuş, hepimizi canımızdan bezdiren tüm muayene koşullarını yerine getirmiş, bileklerinden damarlarıyla ilgili operasyonu geçirmiş, diyalize bağlanmayı hak kazanmış (!), tüm beslenme ve diyet koşullarına harfiyen uyarak haftalık, onbeşlik, aylık, hatta bazen daha da sık aralıklarla bu koridorlarda kahreden bekleyişlerini sürdürüyorlardı. Hiç unutmuyorum; ''patates var ya, hani şu bildiğin patates, onu bile gramla yiyip gelirler'' demişti. Yok muydu bu işin bir olur yanı? Hep böyle mi yaşanıyordu bu hastalık?

-Var ama bizde çok zor, demişti.

İlk kez o gün duymuştum ''ORGAN NAKLİNİ''. Günlerce etkisinde kaldım o koridorun. Sarı benizli, ölgün bakışlı, halsiz ve mutsuz çocuk yüzleri hiç gözümün önünden gitmiyordu. Patates yemek, kana kana su içmek içimi acıtıyordu, ne yapsam aklımdan çıkmıyordu.

Araştırdım,o zamanlar bu konuda bilgiye ulaşmak hem daha zordu, hem de önyargılarımız, bilgisizlik set çekiyordu arayışıma. Anladıkça, öğrendikçe rahatladım ve kararımı verdim, bağışladım organlarımı.

Bu konudaki tedirginliğimiz öncelikle bilgi eksikliğinden. Sonra cesaret edememe, sanırım bir de ihmalcilik. Birinden başlamak lazım. ''Beyin ölümü'' gerçekleşmiş kişilerin organları alınabiliyor. Yani artık tıbben yaşamayanların. Buna da dört kişiden oluşan bir hekimler kurulu karar veriyor. Siz bağış yapsanız bile ailenizin iznine başvuruluyor. Ben en çok bu konuda sıkıntı çektim, ikna etmek zor, ama kişinin bedeni hakkında karar özgürlüğü olmalı. Nasılsa çürüyerek yok olup gideceksek, her şeyimizle sonuna kadar insana verebilmeliyiz. Dinen hiçbir sakıncası olduğunu düşünmüyorum. Bu denli insani ve sevgi temelli duruma Tanrı onay vermez mi?

Çevremde pek çok kişinin farklı kaygıları olduğunu gördüm. ''Organlarımı satarlar.. gibi. Ailenizden son kez olur alınıyor, ayrıca güvensizlik üzerinden bir yere varamayız ki. Öyle düşünürsek; yememeli, içmemeli, arabaya-otobüse-uçağa.... binmemeliyiz.

Her türlü önyargıdan uzaklaşıp, biraz cesaret karar vermeyi çabuklaştırıyor. Bir de ihmalcilik, çoğunuzun okurken ''ya evet, hep ihmal ediyorum, biliyorum bunları'' deyişinizi duyuyorum ben. Bir sağlık kuruluşuna uğrayıp, iki tanık huzurunda, belgenizi doldurmanız yeterli. Bu yazımı sonuna dek sabırla okuduğunuza göre sevgi dolu bir yürek taşıyorsunuz, Bir gün siz artık giderken, kim bilir küçücük bir çocuğa bir yaşam armağan edebilirsiniz. Böylece SEVGİ bitmez, yaşamı daim kılar. Sevgiyle.....


Hülya ÖZDOĞAN ÇAPA



1747











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)