ISSN 1308-8483
Söz gümüşse, sükut altındır ! / Sedat YALÇIN
Sedat YALÇIN    
  Yayın Tarihi: 16.2.2011    


Söz gümüşse, sükut altındır !

Beşeri kanunları yalnız iki kişi çiğner ; deli ve dahi. Halil Cibran


Neden yeni tanıştığımız insanlarla sürekli konuşmak zorunda hissederiz kendimizi?

Yeni tanıştığımız bir kişi ile konuşmadan, sessiz bir ortamda başbaşa bulunma cesareti gösterebildiniz mi hiç? Karşılıklı konuşmadan ne kadar bir süre birlikte olabilirsiniz? Şimdi hemen tepki vereceksiniz biliyorum. Olur mu öyle şey! Madem konuşmuyorsunuz, neden beraberce oturuyorsunuz? Aklınızdan zorunuz mu var? diyorsunuzdur içinizden.

İnsanlar, sessizliğinizi kendilerine karşı takınılmış olumsuz bir tavır olarak görüyorlar çoğu zaman. Ya da canınızın bir şeye sıkkın olduğuna karar veriyorlar. Siz sessiz kaldıkça durmadan mantık yürütüyorlar. Durmadan bu sessizliğin ne anlama geldiğini düşünüyorlar. Sonra da sizin kendi düşündükleri şeyi yapmakta olduğunuzdan emin oluyorlar. Bundan bir an olsun şüphe duymuyorlar.

Sizin sessizliğinizi bir şeye yoruyorlar ve sonra onun öyle olması için bilinçsizce ellerinden geleni yapıyorlar.

Aynı şeyi dünyaya da yapıyor muyuz? Dünya sessizce kendini sunuyor bize, ama bizler sadece kendi yorumlarımızın yansımalarını görüyoruz dünyada.

İnsanlar neden kendilerini konuşmak zorunda hisseder. Özellikle de herkesin bildiği şeyleri söylemenin ne faydası olabilir. Mesela "trafik felaket" , "hava çok sıcak" vs vs. Sanki konuşmazlarsa çeneleri sonsuza kadar kapalı kalacağı korkusu vardır.".

Kendimize ait bir benlik tanımımız var. Her durumda bu benlik tanımımızın karşımızdaki kişiye empoze edilmesine ihtiyaç duyarız. Bu benlik tanımımızın onaylanmadığı her durum bizim için ölümle yüzleşmek gibidir. Aslında, derin düzeyde hepimiz onun salt bir tanım olduğunu ve somut bir gerçekliği olmadığını biliyoruz. Benliğimizin, var olduğuna ikna olmamız için, ihtiyaç duyduğumuz onaylanmayı elde etmek için karşımızdaki insanlara kendimizi anlatmak zorunda hissediyoruz. Karşınızdaki kişiyle konuşarak kendimizi yeniden ve bir kez daha onun gözünde oldurarak , olduğumuz durumu ve kendi tanımlamamızı sağlamlaştırmaya yönelik bir çabaya gireriz.

Böylece, yaptığımız tanımlamayla kendimizi güvende ve sağlam bir zeminde hissederiz.

O nedenle sesiz kaldığımız zaman, kendi benliğimize zarar verdiğimiz duygusunu yaşarız. Sessizlikle ilgili çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, o da mezarlıktan geçme anımızdır. Hepimiz biliriz ki mezarlıklardan geçerken sessizlik bizim için kabul edilemez. Muhakkak ses çıkarmamız gerekir; ya ıslık çalarız, ya şarkı söyleriz... Bu şekilde korkumuzu bastırdığımızı sanırız. Ama ne yaparsak yapalım korku gene içimizde barınmaya devam eder. O halde ses, korkudan kurtulmanın bir can simidi özelliğini taşımaktadır. İşte bu durum tüm yaşantımızda da kendini hissettirir. Diğer bir deyişle her şartta konuşmak zorunda olmamız, aslında bilinçaltındaki korkumuzun yarattığı sanal bir olgudur. İki kişinin konuşmadan durabilme becerisi, kendinle ve çevreyle uyumlu olmanın bir ifadesidir.

Yazımızın başında sorduğumuz sorunun cevabı belki de Etienne Bonno de Condillac’ın (1715-1780) kuramında gizli.

Ünlü Fransız düşünüre göre, duyu algılarından kaynaklanan gözlemlerin, bilginin kaynağı olduğu ilkesine dayalı bir duyumculuğu benimseyen Condillac, tüm bilgilerin şekil değiştirmiş birer duyum olduğunu savunmuştur. O, bilginin de ötesinde, insanın tüm zihinsel faaliyetlerini dış dünyaya ilişkin duyumlara indirgemiş ve bu tezini kanıtlama yollarını aramıştır.

Ünlü düşünür Etienne Bonnet de Condillac, duyularımızı incelemek için bir heykel tasarlar; bu heykel insanların bütün alışkanlıklarından yoksun taştan bir heykeldir. Duyular tek tek verilecektir. Önce koku duyusu verilir, sadece koku duyusu olan bir heykel ne bilebilir? Bir menekşe kokusu uzatılarak deney başlatılır, salt menekşe kokusuna haiz ve bundan başka bilgisi olmayan heykelimizin değişimler hakkında henüz bir düşüncesi yoktur. Haz, onu, hiç bilmediği acıdan ne kadar korkutamazsa, elem de ona hiç bilmediği bir tadı arzu ettiremez. Şimdi heykelimize bir gül koklatırsak karşılaştırma başlayacak ve biri, şimdiki duyumla, öteki artık varolmayıp izlemini süren, iki varolma biçimi içinde bulunacaktır.

Artık eskiden varolmuş olduğundan farklı durumda olduğunu duymaya başlamıştır. İşte ilk bilgi budur.

Kokuların çoğalması bilgileri de çoğaltacaktır. Soyutu bulacak, geçmişle ve gelecekle bağlantı kuracaktır. Sadece tek duyu bile heykelimizin aşık olması için yeterli olacaktır. Hatta kin güdebilir, umuda kapılabilir.

Condillac'a göre, insanı harekete geçiren ilk düşünceler, haz ve elemdir. Böylece umut, korku, haz, tiksinme hepsi aşkı doğuran aynı ilkeden kaynaklanırlar.

Ve sorumuzun cevabı bu deneyde gizli... Duyularınızın illa sese ihtiyacı yoktur. Sessiz de varolursunuz ve haz duyarsınız...

Acaba hiç başka insanların yanında sessiz kalmayı denediniz mi? Ben denedim. Ama insanların hayret dolu bakışlarıyla karşılaştım. İnanıyorum ki, herhalde ya acıdılar, zavallı tozutmuş diye düşündüler, ya da çok sıkıntısı, üzüntüsü var, bunalımda dediler. Nadiren de olsa bu sessizliğime sessizce karşılık veren insanlar oldu. Sessizce vakit geçirdik. Bu insanların çok hafif ve akıcı insanlar olduklarını belirtmeliyim... Sükutun altın olduğunu söyleyen atasözümüzü desteklemiyor mu bu yaklaşım. Cesaretiniz varsa siz de deneyebilirsiniz


Sedat YALÇIN

syalcin50@yahoo.com


1938











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)