ISSN 1308-8483
KALİMERHABA ! / Zuhal ÖZÜGÜL
Zuhal ÖZÜGÜL    
  Yayın Tarihi: 6.9.2011    


KALİMERHABA !

Bozcaada’dan dönerken, arabalı vapurdan iskeleyi izliyorum. İnsanların telâşlı gidiş-gelişlerini, arabaların itiş-kakışlarını, geç kalanların koşuşturmaları ilgimi çekmiştir hep.

İskelede, beş kişilik bir grup gözüme takıldı. Pek ötekilere benzemedikleri için ilgimi çektiler, izlemeye başladım.

İki çift ve bir yaşlı kadın. Yaşlı kadın zayıf ve uzun boylu. “Oklava” gibi derdi ninem. Simsiyah giyinmiş. Beyaz saçlarını ensesinde tokayla toplamış. Sanki tokadan fırlayacak kadar gür saçları var hâlâ (Gençliğinde saçlarını nasıl yapardı diye düşündüm) Yetmiş yaşını geçmiş olmalı. Siyah elbisesinin tek süsü dantelli bir yaka. Yanındakiler hızla ilerlerken onun adımları geri geri gidiyor sanki.

Çiftlerden orta yaşlı olanı - göbekli, saçı bayağı dökülmüş - kadının arkasından yürüyor. Hem koruyor hem de itiyor gibi. Genç çiftten kadın olanı, onun koluna girmiş. Arada bir selâm veren oluyor. Kadın, onların selâmını aldıktan sonra, bir süre daha arkalarından bakıyor.

Oğuz güvertede, bir yer buldu. Ben daha oturmak istemiyorum. Bu adayı çok sevdim. Daha iyi izlemek, yerdeyken göremediklerimi, merak ettiklerimi bulmaya çalışıyorum. Balıkhaneyi buldum. Rum mahallesi ne güzel görünüyor. Kaldığımız sürece, her sokağını “arşınladık” bu mahallenin. Rüzgârgülleri ince ve zarif görünümleri ile adayı sanki korumaları altına almışlar. Kale tüm haşmetiyle duruyor.

Ancak ne yazık ki, Bozcaada 34 plakalıların istilasına uğramış görünüyor. Hani o arabasız yatağa bile gidemeyenlerin! Ada’yı arabaları ile suya gömecekler! Sonra biraz hava almaya nereye gideceksiniz ey İstanbul ahalisi?

Daha sonra, adının Madam Eleni olduğunu öğrendiğim yaşlı kadın yukarı güvertede yanındakilerden hızla ayrılarak, yanımda bir yer buldu. Dirseklerini dayadı, izlemeye başladı. Bu arada, bana da bir baktı. Hüzünlü mavi gözlerini gördüm. Yanındakiler onu bir yerlere oturtmağa çalışıyorlardı. O, sıkıca kapattığı ağzından bir kelime bile çıkmadan sadece başını sallayarak direniyordu. Bir ara - galiba birini gördü- eğildi, el sallar gibi oldu ve hafifçe ağlamaya başladı. Dantelli mendili ile gözlüklerinin altından gözlerini kurulamağa çalışıyordu. Yardım ister gibi arkaya baktım. Oğuz yanındaki beyle konuşmaya dalmıştı.

Biraz sonra kaptan “düdüğünü öttürdü”. Vapur ve tren düdükleri beni çok duygulandırır. Veda etmeyi hiç sevmem.

Madam artık bırakmıştı kendini. Sarsıla sarsıla ağlıyordu. Oğuz’un konuştuğu bey onun yanına geldi. “Eleni teyze, üzme kendini, yine gelirsin” gibi bir şeyler söyledi. Madam Eleni boynuna sarıldı “Ah, Osman oğlum ne zaman? Artık zamanım kalmadı.” Bu tatlı Türkçe şiveyi, çocukluğumda çok duymuştum. Komşularımızdan Rumlar vardı. Bazen onların kızlarıyla oynarken taklitlerini yapardık. Kızmazlar, darılmazlardı. Gülerlerdi şakalarımıza. Biz de güler devam ederdik.

Yıllar sonra Almanya’da arkadaşım Tasula’ya, sanki Rumcayı bilirmişim gibi “Kopsi kefali” demiş, bir de sırıtmıştım. O da bana “aşk olsun kafamı mı koparacaksın” diye sitem etmişti. Utanmanın zirvesine ulaşmıştım bu gafla.

Onlar konuşurlarken arkaya gittim. Osman Bey hikâyeyi anlatmış biraz.

Madam Eleni doğma büyüme adalı. Çocukları da adada doğmuş. Oğlu Yorgo liseye geçince Atina’ya almış akrabaları. Kızı da evlenip Almanya’ya gitmiş. Karı koca, mahallelerinde yaşamağa devam etmişler. Ta ki Vasili Bey ölene kadar. Sonra bir gün, Yorgo gelmiş. Evi satmak istiyormuş. Bizim dükkâna geldiğinde babam “Yorgo oğlum, evinizi satma. Burası sizin de toprağınız” deyince Yorgo “Yok be Ahmet Amca, insanın toprağı, nerede doyuyorsa orası” demiş.

Madam Eleni hiç itiraz etmemiş. Yandaki küçük eve geçmiş. Bahçesiyle, çiçekleriyle uğraşarak yaşamını sürdürüyormuş. “Hatırlıyorum” diye anlatıyor Osman Bey “bazen Yorgo telefon ederdi, komşular çağırırdı Madam Eleni’yi. Etekleri zil çalarak koşardı. Ancak, son zamanlarda telefon konuşmasından, endişeli ve üzgün dönmeye başladı.”

Bir hafta önce Yorgo, karısı, kızı ve damadıyla geldi. Evin kalanını satmak ve Madam Eleni’yi de birlikte götürmek istiyordu. “Artık çok yaşlandı, kendine bakamaz. Yoruldu. Onu, orada çok rahat ettireceğiz” Madam Eleni hiç belli etmiyormuş, ama üzüntüden sararmış solmuş.

Madam Eleni’nin torunu yanına geldi, koluna girdi ninesinin. Bir şeyler anlatıyor heyecanlı, gülerek.

Osman Bey bizim yanımıza döndü. “Eleni teyze isteyerek gitmiyor. Ahh, kahpe felek, elimde olsa…” diyerek hayıflandı.

Konuşurlarken, “Osman oğlum, ben burada doğdum burada ölmek ve gömülmek istiyorum. Benim toprağım burası, çocukluğumu, gençliğimi, mutluluğumu burada yaşadım. Burada anne oldum. Neler geçti başımızdan. Ama toprağımdan ayrılmayı hiç düşünmedim. Şimdi nasıl hatıralarımı, arkadaşlarımı, komşularımı bırakıp giderim?” demiş.

Artık adadan iyice uzaklaşmıştık. Madam Eleni torununun yanağına bir öpücük kondurdu. Mendilini hafifçe bıraktı. Mendil nazlı nazlı dönerek denize ulaştı. Sonra, yerinden ayrıldı. Bizim önümüzden geçerken Osman Bey’e baktı “Osman oğlum, bizi unutmayın, ben sizleri daima hatırlayacağım. Çocuklarınıza bizleri anlatın. Onlar da çocuklarına. Hani o şarkı gibi. “Ayrılsak da beraberiz”

1955’in 6/7 Eylül’ünü duymamış olanlar, unutanlar için bir anımsatma…

Ben mahallemde, sokaklardaki top top kumaşları, kırılan kolonya şişelerinin kokularını hâlâ burnum sızlayarak hatırlarım. Ve doğup büyüdüğü toprağı bir bavulla terk eden Rum aileleri ve arkadaşlarımı selâmlıyorum. KALİMERHABA…


Zuhal ÖZÜGÜL



1687











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)