ISSN 1308-8483
Yok olanlar / Erol ÇINAR
Erol ÇINAR    
  Yayın Tarihi: 26.7.2008    


Yok olanlar

Bu yıl yaz sıcaklarının dehşetini sanırım herkes yakından yaşadı. Sıcaktan, terden iş yapmaya derman yok. Şüphesiz, bu durum bir çok kentli için o büyük özleyişi de erkenden başlattı. Hiçbirinizin bu sıcak, bunaltıcı yaz günlerinde hangi özlem diye soracağını sanmam. Deniz özlemi bahsettiğim. Ben de birkaç gün başımı dinleyeyim dedim. Ama insanlardan biraz farklı olarak. Herkesin denize koştuğu bu günlerde, ben dağları özler oldum; dağların yalnızlığını, ıssızlığını… Ayrıca ben yaz aylarının insan denizini, bir et şeridi halinde uzayan plaj dedikleri kıyıları sevmiyorum. Çekildim, Akdeniz’in bol ağaçlı, denizli, nispeten tenha ve sakin bir köyüne. İşti, güçtü, yazıydı, kısacası başıboş ve rahat, şöyle kendimle baş başa kalayım dedim. Bu durum aynı zamanda olaylara, insanlara bir çeşit kuşbakışıdır da. Bir hafta içerisinde gerek kendimle ilgili, gerekse bütün yaşama yaygın birçok olay ve düşüncelerin üzerine geniş bir muhasebe yaptım ve bilançolar çıkardım diyebilirim. Sonra da beni rahatsız eden şeyleri bu bir hafta sonunda kaleme döktüm. İşte belleğimin girdaplarından akıp giden düşüncelerden bir kaçı……..

Tatil öncesi tam da bir gün önce, fırsat bu fırsat evin elektrik faturasını yatırmak üzere Elektrik kurumunun abone işlerine gittim. Saat öğleye yaklaştığından olsa gerek tek gişe tahsilatları kabul ediyordu. Sıra bana geldi, parayı uzattım, makbuzumu aldım. Ayrılırken de teşekkür ederim dedim içtenlikle. Ama bankonun diğer tarafında oturan uygar kılıklı bay suratıma bile bakmadan, teşekkürümü duymazlıktan gelerek işine devam etti. Burkuldum. Uygar dünyada hiçbir teşekkür yanıtsız kalamazdı, kalmamalıydı.

Teşekkürüme yanıt vermeyen görevlinin güler yüzle bana cevap vermesi o kadar güç müydü?. İnsandan insana bir saygı, bir sıcak ilgi, en azından bir merhaba aldı verdisi olmasa, bir toplumda, bir arada yaşamanın ne anlamı kalır ki?.

İnsan belirli bir yaşa ulaştı mı, herhalde bir takım zaaflar, duygusal geri dönüşler, geçmişe ait bağlantılar belleğe akın ediyor. Eskinin, geçmişin özlemi beliriyor içinde. Eski günlerden bahseder, durur oluyor. Herhalde insan bir yaştan sonra ileriyi göremez oluyor. Oysa ben daha orta yaş civarındayım. Buna rağmen geçmişe dönüyorum.

Bir seferinde yılda iki kez tekrarlanan dinsel bayramların birinde tatil beldesine gitmek yerine kentte kalmıştım. Sonuç hüsrandı. Yalnızlığım daha da artmıştı. Buna terk edilmiş kentin bomboş sokakları da eklenince yalnızlık daha da ağır basar olmuştu. Bütün o bomboş günlerde, daha da ıssız olan sokaklarda dolaşır, sessizlikten, insanın üzerine abanan kocaman yapıların verdiği boşluk duygusu ile içim ürpermişti. Bayramların güzel adetlerinden birinin büsbütün yok olup gitmek üzere olması da üzüntümü arttırmıştı. Bayramlarda, eskiden bir el öpme adeti vardı. Bu bir yandan; küçüğün büyüğe en zarif şekilde saygısını gösteren bir sosyal terbiyenin yansıması olmakla beraber, biraz da bayramın kendisi gibi bir şeydi. Geçmiş bayramlarda genç buselerle aydınlanmış ihtiyar eller, şimdi el öpmeyi bilmeyen çocuk ve taze dudakları karşısında mahzun, iki yana sarkıyordu.

Artık kimsenin milli bayramları ciddiye almadığının farkında mısınız? Evinde bayrak olduğu halde onu pencereye asmaya üşenen bir toplum haline geldik... Cumhuriyetin kaçıncı yılında olduğumuzu şaşırmadan söyleyebilir misiniz? Yoksa bunun için 2007'den 1923'ü çıkartıp cevabı birkaç saniyelik bir "ıııı...şeeey.."in ardından verenlerden misiniz?. Cumhuriyet nasıl olsa kazanılmış öyle değil mi? En güzel yanı da bugün öğrencilerin okula gitmiyor olmaları mı yoksa?.
Resmi törenlerin de tadı yok artık, ortak bir coşkuyu paylaşmıyor olduktan sonra resmi kutlamaların ne anlamı var? Herkes evinde otursun, televizyon başında bir gün daha geçsin. Dün böyleydi, bugün de böyle, sorun ne? Sorun şu dostlarım, her ne kadar değerini bilmediğimiz zaten ayyuka çıkmış olsa da, bizi bugünlere getiren insanlar birazcık saygıyı hak etmiyorlar mı? Hala?...

Yazdıklarım uzayıp, gittikçe toplumsal yozlaşmanın arttığını yeniden hissettim. Ölmeden önce ölen bir toplum haline gelmiştik. Aklıma Yahya Kemal Beyatlı’nın aşağıdaki dizeleri geldi. Üstad ne de güzel dile getirmiş.

“ Ölme değildir ömrün en müşkil işi / Müşkil odur ki ölmeden evvel ölen kişi ”

www.erolcinar.com


Erol ÇINAR

erol.cinar@doruk.net.tr


1928











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)