ISSN 1308-8483
UĞUR BEY ve ZARA SAVCISI / Tülin DURSUN
Tülin DURSUN    
  Yayın Tarihi: 28.9.2012    


UĞUR BEY ve ZARA SAVCISI

Ona neden Remzi Paşa dediklerini kimse bilmiyor. Gerçekten de asker miydi? Yoksa ilçedeki herkes gibi ona da bir lakap mı takılmıştı? Aradan uzun yıllar geçtiğinden anımsayan yok.

Remzi Paşa Zara’ya yerleşmeye karar verdiğinde ilk önce karısı buna itiraz ettiyse de, biricik oğulları Cebrail Bey’in büyük şehirde okuması karşısında sesini çıkaramamıştı.

Cebrail Bey adı gibi sanki bir melekti. Sessiz, sakin, efendi bir delikanlıydı. Hani ağzından cebren lokma alınacaklardan değil; istendiği anda elindekini, avucundakini veren tiplerdendi. Bazı zamanlar bu efendiliği eşrafın, esnafın diline alay konusu olsa da; bilgisi ve genç yaşına rağmen tecrübeleri insanların sıkça ona danışmalarına engel değildi.

Remzi Paşa’nın biricik oğlu okulunu bitirip de, Zara’ya dönünce ilçenin ileri gelenlerinden birinin kızıyla evlendirildi.

Yukarıda da söz ettiğimiz gibi Cebrail Bey ilçenin mürekkep yalamışlarından olduğu için kısa zamanda ilçe idare müdürlüğü üyeliğine kadar seçilmiş bir zattı. Her ne kadar sesi gür çıkmasa da, dinlenirdi.

Cebrail Bey ve karısı evlendikten yaklaşık iki yıl kadar sonra oğulları Uğur’un aralarına katılmasıyla çok mutlu olmuşlardı. Dede-babaanne tarafından şımartılan bu şirin çocuğun yıllarca Zaralıların dilinden düşmeyeceği o zamanlardan belliydi.

Uğur babasının, yani Cebrail Efendi’nin karakter ve görünüş olarak tam zıttı bir çocuktu. Mahallede, okulda karışmadığı kavga olmadığı gibi, kavgayı başlatan da hep oydu. Cin fikirli, yerinde duramayan, ortalığı karıştıran biriydi ama bir o kadar da sevimli, cana yakın tavırlıydı. Herkes tarafından sevilmesinin asıl nedeni insanlara değer vermesi, büyük-küçük saygısı, sevgisiydi. Gönlü bol bir delikanlıydı.

Uğur büyüdükçe, delikanlı oldukça yaptığı haylazlıkların boyutu da büyüyordu. Ele avuca sığmaz bu oğlanın erken yaşlarda evdekilere inat içkiye başlaması, kadına- kıza takılması Cebrail Efendi’yi üzse de tek oğul olmanın titizliği ile hep korunuyordu.

Ortaokul ve lise sınıflarını neredeyse çift dikiş tutturarak geçmesi ayrı bir sorundu. Buna rağmen okula hep severek gidiyordu.

Dede torpiliyle yakınlarda, Yıldızeli’nde askerlik yapması Zara halkını biraz da olsa Uğur’un haylazlıklarından kurtaramamıştı. Çevirdiği çeşitli dolaplarla oyunlarına bir üstünü de alet etmesi ortalığı hep karıştırıyordu.

Asker dönüşü ilçe halkı onun bir an evvel iş hayatına atılması için seferber olurken, Uğur son derece rahat davranışlarıyla tepki çekiyor, anne ve babasını üzüyordu.

Nihayet araya giren eş-dost ve eşrafın ileri gelenleri sayesinde Uğur Zara Cezaevi’ne gardiyan olarak işe başlamıştı.

Cezaevi dediysek öyle yüzlerce tutuklusu olan bir dam değildi burası. Topu topuna yirmi, bilemediniz yirmi iki tutuklusuyla tam bir kasaba cezaeviydi.

Civar ilçe ve köylerden gelen, genellikle adi suçlardan hüküm giymiş tutuklularla Uğur Bey’in arası hep iyiydi. İki gardiyanı vardı cezaevinin. Harun ve Uğur.

Hapishane Müdürü Orhan Bey’in Tokat’a tayini çıkınca Uğur meydanın kendine kaldığını, geçici müdürlüğünün tadını sonuna kadar çıkaracağını düşünüyordu. Sevinçliydi. Savcı Bey’in arada, sırada habersiz cezaevi ziyaretlerinin dışında bir kaygısı yoktu.

Temmuz ayının ortalarına doğru Uğur Bey Kızılırmak’ta kuzu çevirmeyi aklına koyduğunda uykuları kaçar olmuştu. O çilingir sofrasına öyle olur olmaz kişileri oturtmazdı. Zevkine düşkündü ama arkadaşlarının çoğu ya ilçe dışında, ya da hapisteydi. Zaten çoğu da evlenmişti. Evlilerle arkadaşlığın tadı olmuyordu. Hâlbuki şöyle eskiden olduğu gibi bir araya gelseler, püfür püfür esen Çorak’ta ateş yaksalar, halay çekseler kötü mü olurdu? Ateşe bir de oğlak şişlediler mi, yanında da kaçak Suriye Rakısı reyhan? İyi damıtılmışından? Daha ne olsun?

Uğur Bey sesli düşünmeye başladığında gülmeye başladı. Aklına çilingir sofrası düşmüştü bir kere. Tek derdi oynatacak bir çengi yoktu. Köçekle idare ederlerdi belki?

“Bugün olmaz ama yarın uygundur.” Dedi kendi kendine. Yine gülmeye başladı. Eski müdürün odası yeni müdür gelene kadar onun odasıydı. Uzun, pergel bacaklarını masaya uzatarak, mektup açacağı ile tırnaklarını temizlemeye koyuldu. Kafasını çalıştırması gerekiyordu. İkinci gardiyan Harun dış avluda aşçı ile çene yarışına girmişti. Pirinçten yapılma zile olanca kuvvetiyle bastı. Harun kapıyı tıklayınca sesini ince perdeden ayarlamaya özen göstererek;

“Gel!” Diye seslendi

“Teftişe çıkıyoruz!”

“Ne teftişi oğlum? Sen kendini iyice müdür belledin? Hepsi arkadaşımız. Koğuşta zar tutup, barbut oynarlar. Birazdan öğünleri de önlerine gelecek. Daha ne?”

“Öyle teftiş değil, onlara müjdem olacak.”

Koğuştakilerin çoğu çocukluk arkadaşıydı. Gardiyan Harun da öyle. Kendisinden yaşça büyük olanı da vardı, küçük olanı da. Kendi deyimiyle Uğur Bey’i kimse iplemiyordu. Yan yana gelseler el-ense çekecek kadar samimi arkadaşlardı. Uğur’un makamı kendineydi, arkadaşlarına sökmezdi. Dedik ya Zara küçük, samimiyeti, arkadaşlığı olan bir yerdi.

Uğur Bey koğuşa sürgülü pencereden baktı. Gözleriyle Harun’a kapıyı işaretledi. Harun kapıyı açtığında koğuş tam bir kargaşa içindeydi. Her zamanki gibi kurşunlu zar kavgası vardı. Buna rağmen saygıda makama kusur etmemek adına hepsi sıraya girdiler. Tekmil vermeye hazırdılar. Uğur Bey koca bir taburu teftişe çıkmış komutan edasıyla sıraya girenleri şöyle bir süzerek;

“Merhaba arkadaşlar!”

Koğuşta çıt yok! Zira böyle zamanlar Uğur Bey’in mutlaka çıkarına olacak teftişlerdir. Sabah ve akşam kontrollerinin dışında Uğur Bey koğuşlara hiç girmezdi.

Palancıların Küçük Halil;

“De bakalım Uğur Bey’imiz! Bugün ne istersin?”

Uğur Bey her zaman olduğu gibi omuzlarını yükseltip, sağ elini sol göğsünün ceket yakasından içine sokarak ayak topukları üzerinde belli belirsiz yükseldi. Sesinin tonunu ortama uydurarak;

“Arkadaşlar, kader yoldaşlarım!”

“Uzun etme Paşa torunu! Biz senin nereden kader yoldaşınız ki? Ne diyeceksen kestirmeden de hele!”

“Uzun sözün kısası şudur ki, ben size çok üzülüyorum. Burada kaderinize boyun eğmiş, öylece beklersiniz. Düşündüm, taşındım sizleri Çorak’ta oğlak çevirmeye götürmeye karar verdim.”

“He mi Uğur Bey?”

“He ya! Şimdi hepiniz aranızda para topluyorsunuz, sonra da bana veriyorsunuz.”

“Ee?”

“E ne yoldaş? Oğlak çevireceğiz dedik ya? Hem de ırmak kenarında. Kızılırmak epeyce sakindir bu aylarda. Deliliği yoktur. Onun yerine biz biraz delice olalım.”

Herkesin gözlerinde sevinç parıltısı vardır. Yanık Osman;

“Haksızlık olmaya? Herkesin onca parası yoktur Paşa torunu?”

“Parası olan olmayana verir. Kader yoldaşı değil miyiz?”

O zamanlar yoldaş kelimesini neredeyse bütün mahkûmlar kullanırdı. İşledikleri suçun adi suçtan ziyade, kaliteli bir suç olduğunu kanıtlamak isterlerdi kendilerince. Düşünce suçlusu, siyasi suçlu olmak onlar için kahramanlık gibi bir şeydi. Oysa bu bir avuç insan birbirlerinin bağırsağındaki kırıntıyı bilirlerdi. Yine de kimse bildiğini söylemezdi.

Uğur Bey koğuştan ayrılınca arkasından söylenmeye başladılar.

“Gavat Uğur ne olacak!”

“Herif bir de kader yoldaşıyız demiyor mu?”

Her ne kadar arkasından konuşsalar da yiğidin hakkını vermeyi de unutmuyorlardı.

“Arkadaşlar hepiniz kızarsınız ama bizim Uğur eski Uğur. Bakın bir kere. Kim her şeyi göze alır da kodesten dışarı çıkarır? Arkadaş dediğin dar zamanda yanında olandır. Hasretliğimizi anladı, götürüyor işte! Daha ne konuşursunuz? Sene geldi, daha yeni avluya voltaya çıkmaya başladık. Gün, güneş mi gördük?”

Akşama doğru oğlak ve rakı parası toplanıp, Uğur Bey’e teslim edildiğinde herkes memnundu.

“De bakalım Uğur Bey’imiz? Ya bir gören olursa? Hiç korkmaz mısın?” Soran Gardiyan Harun’du.

“Neden korkacakmışız bakalım? Biz burada amme vazifesi görmüyor muyuz?

“O amme vazifesi sana mahkûmları Kızılırmak’ta yedir, içir mi diyor kurban? Sen adaletin mahkûm ettiğini kıra, bayıra salıyorsun. Bak şimdiden diyeyim; ben bu işte yokum!”

“Korkma! Zaten sen gelmiyorsun. Her ihtimali düşünmek lazım birader. Sen nöbete kal, hal, vaziyeti idare et!”

Ertesi gün Cuma olduğundan Uğur Bey ahalinin camii çıkışını bekleyerek zaman kazanıyordu. Her şey tamamdı. Anasının mayaladığı çömlek peyniri, domatesi, biberi, rakısı, derisi güzel yüzülmüş oğlak hepsi hazırdı. Kete ile gözlemeyi de Yeter Teyze yapacaktı.

******

Öğleden sonra saat üçü gösterirken Uğur Bey pikniğe götüreceği kader arkadaşlarının eline yiyecekleri vererek yola çıktılar. Geldikleri yer Kızılırmak Nehri’nin en ağaçlı, en serin, en güzel kenarıydı. Kavak ağaçları ırmaktan ve yağmurdan bolca nasiplenmiş, göğe tırmanmışlardı. İleride Kösedağ’ın tepesi görünürken daha arkasından Suşehri yakınlarındaki Kızıldağ’ın silueti bütün ihtişamıyla akşamüstüne ayrı bir kızıllık katıyordu.

Elbirliği ile hazırlanan yer sofraları ve yakılan ateşe çengelle uzatılan oğlak hepsinin keyfini getirmişti. Kalın su bardaklarına koydukları rakıları demlenmeye başlamışlardı. Sesi güzel olanlar sırayla türküleri patlatırken et de pişmişti artık. Sivas bıçaklarının en yiğitleri eti parçalamaya hazırdı. İri yarı iki mahkûm bu işi severek yapıyorlardı. Bir yandan da atıştırıyorlardı. Hepsinin kafası tam kıvamındaydı. Uğur Bey ve mahkûmlar çok mutluydular.

Savcı Bey hafta sonlarını Sivas’ta, ailesinin yanında geçirirdi. Cuma akşamüstü gider, pazartesi sabahı erkenden görevine, Zara’ya dönerdi. Bugün belki de hayatında ilk defa bu hafta sonunu Zara’da geçirmeye karar vermişti. Şoförüne arabayı cezaevine sürmesini söylediği zaman Çorak’ta eğlencenin en katmerlisi yaşanıyordu.

Savcıyı karşısında gören Harun Gardiyan ne yapacağını şaşırmıştı.

“Emredin Savcı Bey’im?”

“Teftişe geldim, aç kapıyı!”

Ah Uğur Bey ah! Kendini de, beni de yaktın! Sırası mıydı gezinin? Ne diyeceğim?

“Baş üstüne Savcı’m!”

Gardiyan Harun koğuşa doğru seğirtirken bir yandan da hani “belki gelir” umuduyla arkasına bakıyordu. Arkasına öyle çok dönüp baktı ki, Savcı da, şoförü de arkalarına dönüp baktılar. Koğuşun kapısına gelince Harun Gardiyan durakladı:

“Sayın Savcı’m koğuşta kimse yok!”

“Nasıl yok? Avluda kimseler yoktu. Neredeler?”

“Mahkûmlar Çorak’a geziye gittiler.” Savcı Bey bedenindeki bütün kanın beynine dolduğunu hissetti. Kulakları uğuldamaya başlamıştı.

“Ne diyorsun sen be adam?”

“Şey Sayın Savcı’m, Başgardiyan Uğur Bey onları çok sıkıldıkları için geziye, nehir kenarına götürdü.”

Savcı elleri cebinde sert adımlarla geri dönerek arabasına doğru yürürken, şoförü arabayı önden açmak için koşuşturmaya başlamıştı.

“Hızlı sür!”

“Baş üstüne efendim!”

Savcı Bey’i taşıyan araba Kızılırmak yoluna doğru ilerlerken Çorak meydanında mahkûmlar halay başından pöçüğüne kadar sarhoş olmuşlar, sallanıyorlardı. Hep bir ağızdan Abdurrahman Halayı’na eşlik ediyorlardı. Oyunun hoplatma bölümüne geçtikleri hareketlerinden belliydi. Sesleri ırmağın çılgın akan suyuna karışıyordu. Yaklaşan arabanın ne sesini duymuşlardı, ne de kendini görmüşlerdi.

Arabayı ilk fark eden pörçükte mendil sallayan Uğur Bey’di. Omuzunu yanındakinden kurtarırken bağırmaya başlamıştı;

“Ah Savcı Bey’im! Hoş gelmişsiniz. Sefalar getirmişsiniz. Biz de arkadaşlarla sizi konuşuyorduk. “Aramızda olaydı ne iyi olurdu, keşke haber verseydik. ”Diyorduk.” Halay çekenler de birden durmuşlardı. Bazıları gelenin kim olduğunu anlamayacak kadar sarhoştu.

“Bu yoldaş kimdir Uğur Bey?”

“He vallahi Savcı Bey. Uğur yoldaşımız doğru der.”

Savcı Bey başına gelen bu nahoş durumdan hiç hoşnut değildi. Şaşkındı. Onları ürkütmeden yanlarına yaklaşırken, bir yandan da düşünüyordu. Hepsi sarhoştu. Ne yapacakları belli olmazdı. Şurada istediği yere tayinine az bir zaman kalmıştı. Büyük bir şehre başsavcı olacaktı. Bu olay Allahtan reva mıydı şimdi? Ya kaçarlarsa? Ya kaçtıkları duyulursa? Ne olurdu hali? Bu güne kadar adına, mesleğine, onuruna bir söz getirmeden yaşamıştı. Karısına, çocuğuna ne diyecekti?

Savcı Uğur Bey’e yaklaşarak elini omuzuna atmıştı.

“Ee Uğur Oğlum. İyi etmişsin. İstersen artık toparlanın da dönelim. Bak! Arkadaşların biraz esrik. Başlarına bir şey gelsin istemezsin her halde?”

“Baş üstüne Savcı’m! Siz hiç meraklanmayınız. Hemen toparlanırız. Hem hiç korkmayınız Savcı’m! Bizlerde öyle kaçma falan olmaz.”

“Haydi yoldaşlar! Bugün epeyce eğlendik, yorulduk. Savcımız da geldi. Bir dahaki sefere onu da yanımızda getireceğime söz verdim. Hepiniz şimdi sıraya geçip, tekmil verin! Kodese gidince tekrar ederiz. Savcımızı üzmeyelim, bekletmeyelim.”

Gerçekten de hepsi kısa zamanda toparlanıp, cezaevinin yolunu tutarken Savcı Bey içinden derin bir oh çekerek arabasına doğru gidiyordu. Başına gelen bu en komik hapishaneden kaçma öyküsü hayatı boyunca unutamayacağı bir anı olarak kalacaktı.

Uğur Bey mi?

Bu öykünün kahramanı Uğur Bey daha nice öykülerin kahramanı olacaktı.


Dipnot: Bu yaşanmış öykü kırk beş-elli yıl önce Zara Ceza ve Tutukevi’nde yaşanmıştır. İsimler değiştirilmiştir. Bugün Zara Cezaevi’nin yerinde bir okul binası bulunmaktadır.


Tülin DURSUN



1988











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)