ISSN 1308-8483
Günaydın Bebeğim, / Tülin DURSUN
Tülin DURSUN    
  Yayın Tarihi: 21.5.2006    


Günaydın Bebeğim,



      Bu gün sana doğduğum köyü anlatacağım.
     Babamın görevli olarak bulunduğu bu köy, dedemin orman memuru iken yerleştiği köydü. Köye giriş ve çıkşta tarihi çok eskilere dayanan, sonradan Mimar Sinan'ın da ilaveler yaptığı bendler, çeşmeler,kemerler bugün bile bütün görkemiyle ayaktalar.

     Toprağının verimli, suyunun bol oluşu nedeniyle köy halkı tarım ve hayvancılıkla uğraşırdı. Birçok evin yanında, bahçe içinde hayvanlarımızı barındırdığımız ahırlar olurdu.
      Dayılarımın atları vardı. Büyük dayım her sabah onları okşar, yemler, güne öyle başlardı.
Ben bu köyde doğmuştum ama birkaç senemi Trakya'da geçirdiğimden hiç arkadaşım yoktu. Dayım atlarını alıp ormana gittiğinde ahır bana kalır, bütün günümü ahır ve tezek kokuları içinde geçirirdim.
     Ah geçmişim! Ah çocukluğumun masumiyeti! Neredesiniz?
      Ahırda oyunlar oynardım.Önce uzun saplı, ormandan toplanmış çalılarla yapılan süpürgeyle ortalığı süpürür, zemin toprak olduğu için yerleri bir güzel sulardım. Ahır girişinin yanında atlara ait eyerler, battaniyeler, dizginlik,yular, üzengiler dururdu. Evimiz ahırla aynı avluda olduğundan, annem avlu kapısını daima kapalı tutar, benim dışarıya kaçmamı önlerdi. Oysa ben oradan hiç çıkmak istemezdim ki. Niye telâş ediyordu? Anlamıyordum.

     Ahırda soğuk kış geceleri, hayvanlar üşümesin diye ocakta odun yakılır, dayım da sabaha kadar orada kalırdı. Atları dayım için vazgeçilmezdi.
     Ertesi gün ahır bana kalır,ben de en mutlu saatlerimi orada geçirirdim.Ocakta kalan kül ateşiyle oynar,ocağın üzerinde küçücük tenceremle yemek pişirirdim kendimce.
      Birgün babam bana şehirden oyuncak bir tencere getirdi. Yumuşak,renkli bir tencereydi bu. Maviydi.Sevincimden bütün bir gece uyuyamadım. Hayaller kurdum. Pencereden gördüğüm bütün çocukları toplayacak, bu tencereyle onlara yemekler yapıp,ikram edecektim. Belki benimle arkadaş olurlardı.
      Kahvaltımı eder,etmez ahıra koştum. Etrafı temizledim.Ocaktaki külleri eşeleyip,ateşi canlandırdım. Ocağın külleri üzerine üç ayaklı,demirden yapılmış,üzerine kazan,tencere,çaydanlık koyduğumuz sacayağını yerleştirdim.
      Tencereme su koydum. Evden gizlice aldığım üç,beş adet kuru fasulyeyi de içine attım. Sacayağı iyice kızmıştı. Tenceremi sacayağının üzerine koydum. Tencerem önce yamuklaştı, sonra da pis bir koku saçarak,simsiyah,ufacık bir şekle girdi. Sacayağının üzerine yapışan tenceremden geriye isli bir alev kaldı.
     Mavi tenceremle ben daha bir fasulye bile kaynatamamıştım.
      Niçin bana onun ateşte eriyeceğini kimse söylememişti. Benim küçük bakır tencerem hiç yanmazdı oysa. Sonradan öğrendim. Mavi tencere plastikmiş.
      Ben babama ne diyecektim?
      Ah canım! Çocukluğumun o bakır tenceresini çok arıyorum. Ben onun içinde fasulye değil; hayallerimi pişiriyordum. O fasulyeleri beni aralarına almayan köy çocuklarına yedirecektim. O mavi tencerede benim arkadaş olmak için kullanacağım son rüşvetimdi.
A     hırda ben, mavi taşlı yüzüğümü de kaybettim. Artık ahırda oynamak istemiyordum.
     Kısa zamanda kendime yeni bir eğlence buldum. Annemin dikiş makinası.
Annem köydeki genç kızlara çeşitli el becerileri öğretiyordu. Kurs açmıştı. Yeni bir makina gelmişti evimize. Annem dikiş dikerken, ayaklarını da ritmik bir şekilde hareket ettirir, ben bu sese kapılıp giderdim. Gündüzleri makina sesine sokakta oyun oynayan çocukların sesi de karışırdı. Çocuklar oynarken,bizim cama doğru bakarak;
     "Zabitin piçi! Zabitin piçi!"
     Bu sözlerin anlamını bilmiyordum. Başka dilden konuşuyorlardı.( Köyde savaş sonu değişimle gelen Bulgar ve Yunan göçmenleri çoktu.) Artık bana ünlenmeselerde olurdu. O kadar alışmıştım ki bu sözlere, makinanın sesi beni onlara ulaştırırdı.
      "Zabitin piçi.zabitin piçi,zabitin piçi."
      Çocukların ne demek istediğini annem biliyor olmalıydı ki;
     "Bak şu çocuklara! Yine nasıl sesleniyorlar?"
      Bir gün ben de öğrendim ne demek istediklerini.
      "Anne, zabit ne?
      "Subay demek. Sana subayın kızı demek istiyorlar."
"Peki niye böyle söylüyorlar anne?"
"Sen onlar için yabancısın.Konuşman, giyinişin başka ve üstelik onlarla oynamıyorsun. Bu biraz da benim suçum. Seni onların arasına sokmadım. Senin oyun ihtiyacını düşünme-dim. Artık onlarla oynayabilirsin tatlım. Senin de yaşıtlarınla oynamaya hakkın var. Zaten büyümüş de küçülmüş tavırların beni korkutmaya başladı. Çocuk olmalısın. Aslında onlar da seninle oynamak istiyorlar."
     Sokağa çıktım ve ben onlarla oynadım bebeğim. Dillerini bilmeden onlarla oynadım.Annem bana haksızlık etmişti. Onca ay beni yanında tutmuş,oynamamı engellemişti. Dilimiz birbirimizi anlamasa da, oyunlarımız, gülüşümüz, paylaşmamız ortaktı. Bizler çocuktuk. O zaman öğrendim. Çocukluğun milliyetinin, cinsiyetinin,ırkının,
dininin,fakirliği veya zenginliğinin hiç önemli olmadığını. Biz minicik yüreklerimize insanlık sığdırıyorduk.

      Zamanla aynı sofrayı paylaştık. Ekmeği bölerek yemenin tadına onların yer sofralarında vardım. En güzel tarhana çorbalarını onların anneleri pişirirdi. Balkabağı böreğinin tadı eğer hala damağımdaysa ; bunu dillerini bilmediğim çocukluk arkadaşlarımın beni kabullenişlerine borçluyum.
      Arkadaşlarımın çoğu o köyde oturuyor. Evlenenler, ölenler oldu. O köye her gidişimde bütün evler benimmiş gibi hissediyorum. Ara sıra onların şehirde işleri varsa, bana uğramadan yapamazlar.
     Ne kadar zenginim görüyorsun ya bebeğim.
     Senin de nice arkadaşlıklarla, sevgiyle dolu olsun yüreğin...

     25 Mayıs

Tülin DURSUN



1669











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)