ÖĞRETMENLİK BAZEN ÇOCUKLA ÇOCUK OLMAKTIR / Seyfi GÜL
Seyfi GÜL

Seyfi GÜL

ÖĞRETMENLİK BAZEN ÇOCUKLA ÇOCUK OLMAKTIR



Bir Anadolu kasabasındayım. Öyle çok uzaklarda değil. Batıda.

GeliÅŸmiÅŸ sayabileceÄŸimiz bir büyük kentin yanı başında. Dünyanın sayılı harikalarından Pamukkale’nin dibinde. Her gün yenileri kurulan büyük termal otellerin inÅŸaatlarının tozundan yıllardır kurtulamamış kırmızı sulu kaplıca cennetinde. DaÄŸlarında kekik ekilen, bahçelerinde iri, kan kırmızı narlar yetiÅŸen, çarşısında irmik helvalı dondurma yenilen, anında sıkılmış nar suyu içilen, sebze meyvenin has’ının memleketi. Her evin pansiyona dönüştüğü, bir yanına en modern tesisleri, muhteÅŸem iki büyük camiyi oturtmuÅŸ, diÄŸer yanı uyduruk binalar dükkanlarla doldurulmuÅŸ eskiyle yeninin açıkça savaÅŸtığı kent. 16 kilometrelik yolu bir saatte alabilen minibüsleriyle sinir bozan, misafirperverlik ve cömertliklerini hoÅŸ yöre ÅŸivesiyle kaynaÅŸtırıp gönül alan insanların beldesi. Denizli’nin Kırmızısu’su. Karahayıt’ı.

Yürüyüş yolumun üzerinde yamaca kurulmuş derme çatma bir oyun parkı. İki salıncak. İki tahterevalli. Bir kaydırak. Bir de dönme dolap.

Diğerlerinde tek tük çocuk var ya, dönme dolap silme çocuk. Daha güçlü kuvvetli olanları çevirme işini üstlenmiş. Hızlanınca kendileri de atlayıp dönüyorlar.

Öyle neşe içindeler ki durup seyredenlerin bile yüzlerine hemen gülümsemeler yerleşiyor. İnsanın tekrar çocuk olası geliyor. Bir yanı eğilmiş olsa da, arada durup düşenleri toplasalar da tarifsiz bir mutluluk saçıyorlar etraflarına.

Onları pür dikkat izleyen biri var ayakta. 45’li yaÅŸlarda belli. Gözlerinde tatlı bir gülüşün yanında her an bir ÅŸey olabilirin endiÅŸesini taşıyan. Sessiz, çok karışmadan, sevgiyle bakan. ÖğretmenleriymiÅŸ. Hasan Arzuman.

Onları seyre dalmışken…



Sonra. Bir an geldi. Dönme dolap durdu. Çocuklar anlaşmışçasına hep birlikte ona koştu. Kimi koluna, kimi bacağına yapıştı. İtiraz etse de faydasız. Kendini dönme dolabın üstünde buldu. Hep birlikte dönmeye başladılar.

Çocuklar sevinci ikiye katladı. Bağırtılar, naralara karıştı. “Öğretmenim-Öğretmenim” sesleri dingin bir ormanda kulakları okÅŸayan kuÅŸ sesleri gibi uçuÅŸmaya baÅŸladı. Sevginin, mutluluÄŸun resmi bu olmalıydı.

Saçlarına aklar düşmüş Hasan Öğretmen çok sevdiği türkülerden birinin içinde gibiydi. Henüz serbest kıyafete geçmemiş Karahayıt ilkokulunun 1-A sınıfı öğrencileri beyaz yakalıklı mavi okul önlükleriyle sıcak sularıyla ünlü kasabanın ısısını yükseltiyordu.

Mahallemizin o zamanlar neredeyse bir köy ilkokulunu andıran (Bayraklı’nın) Osman Gazi ve son sınıfı okuduÄŸum Osman Faruk Verimer ilkokulları geldi aklıma. Remzi Gonca, Pakdamen ve AyÅŸe Gürel öğretmenlerim. Darlıklardan sevgi zenginlikleri yaratan, yokluk içindeki bizleri bir ÅŸeyler olalım diye bin bir zahmet ve gayretle yetiÅŸtirmeye çalışan. Hele AyÅŸe öğretmenim ki, güzel, zarif bedeni ve hamile haliyle, kucağına odunları alıp, sobamızı yakmaya uÄŸraÅŸan.

Hasan öğretmen onların kırk yıl sonraki kopyalarıydı sanki. Dersinde; görgünün bilginin yanında verilebilecek en değerli şeyin sevgi olduğunu, bir dönme dolap üzerinde onlarla şen kahkahalar atarak anlatıyordu. Yüreği onlarla atıyordu.

Ne mutlu onlara.

GeleceÄŸe yön vermek, insan hazırlamak, çorbaya mutlaka sevgi katmak, hem çocukları hem kendisini sevgi’li kılmak.

Öğretmenlik pek çok şey muhakkak.

Ama galiba en önemlisi ve iyi öğretmen olmanın göstergesi, gerektiğinde bazen çocukla çocuk olmak.




Seyfi GÜL




8 Mart 2013 Cuma / 3051 okunma



"Seyfi GÜL" bütün yazıları için tıklayın...