ÖĞRETMENLİK BAZEN ÇOCUKLA ÇOCUK OLMAKTIR
Bir Anadolu kasabasındayım. Öyle çok uzaklarda değil. Batıda.
Gelişmiş sayabileceğimiz bir büyük kentin yanı başında. Dünyanın sayılı harikalarından Pamukkale’nin dibinde. Her gün yenileri kurulan büyük termal otellerin inşaatlarının tozundan yıllardır kurtulamamış kırmızı sulu kaplıca cennetinde. Dağlarında kekik ekilen, bahçelerinde iri, kan kırmızı narlar yetişen, çarşısında irmik helvalı dondurma yenilen, anında sıkılmış nar suyu içilen, sebze meyvenin has’ının memleketi. Her evin pansiyona dönüştüğü, bir yanına en modern tesisleri, muhteşem iki büyük camiyi oturtmuş, diğer yanı uyduruk binalar dükkanlarla doldurulmuş eskiyle yeninin açıkça savaştığı kent. 16 kilometrelik yolu bir saatte alabilen minibüsleriyle sinir bozan, misafirperverlik ve cömertliklerini hoş yöre şivesiyle kaynaştırıp gönül alan insanların beldesi. Denizli’nin Kırmızısu’su. Karahayıt’ı.
Yürüyüş yolumun üzerinde yamaca kurulmuş derme çatma bir oyun parkı. İki salıncak. İki tahterevalli. Bir kaydırak. Bir de dönme dolap.
Diğerlerinde tek tük çocuk var ya, dönme dolap silme çocuk. Daha güçlü kuvvetli olanları çevirme işini üstlenmiş. Hızlanınca kendileri de atlayıp dönüyorlar.
Öyle neşe içindeler ki durup seyredenlerin bile yüzlerine hemen gülümsemeler yerleşiyor. İnsanın tekrar çocuk olası geliyor. Bir yanı eğilmiş olsa da, arada durup düşenleri toplasalar da tarifsiz bir mutluluk saçıyorlar etraflarına.
Onları pür dikkat izleyen biri var ayakta. 45’li yaşlarda belli. Gözlerinde tatlı bir gülüşün yanında her an bir şey olabilirin endişesini taşıyan. Sessiz, çok karışmadan, sevgiyle bakan. Öğretmenleriymiş. Hasan Arzuman.
Onları seyre dalmışken…
Sonra. Bir an geldi. Dönme dolap durdu. Çocuklar anlaşmışçasına hep birlikte ona koştu. Kimi koluna, kimi bacağına yapıştı. İtiraz etse de faydasız. Kendini dönme dolabın üstünde buldu. Hep birlikte dönmeye başladılar.
Çocuklar sevinci ikiye katladı. Bağırtılar, naralara karıştı. “Öğretmenim-Öğretmenim” sesleri dingin bir ormanda kulakları okşayan kuş sesleri gibi uçuşmaya başladı. Sevginin, mutluluğun resmi bu olmalıydı.
Saçlarına aklar düşmüş Hasan Öğretmen çok sevdiği türkülerden birinin içinde gibiydi. Henüz serbest kıyafete geçmemiş Karahayıt ilkokulunun 1-A sınıfı öğrencileri beyaz yakalıklı mavi okul önlükleriyle sıcak sularıyla ünlü kasabanın ısısını yükseltiyordu.
Mahallemizin o zamanlar neredeyse bir köy ilkokulunu andıran (Bayraklı’nın) Osman Gazi ve son sınıfı okuduğum Osman Faruk Verimer ilkokulları geldi aklıma. Remzi Gonca, Pakdamen ve Ayşe Gürel öğretmenlerim. Darlıklardan sevgi zenginlikleri yaratan, yokluk içindeki bizleri bir şeyler olalım diye bin bir zahmet ve gayretle yetiştirmeye çalışan. Hele Ayşe öğretmenim ki, güzel, zarif bedeni ve hamile haliyle, kucağına odunları alıp, sobamızı yakmaya uğraşan.
Hasan öğretmen onların kırk yıl sonraki kopyalarıydı sanki. Dersinde; görgünün bilginin yanında verilebilecek en değerli şeyin sevgi olduğunu, bir dönme dolap üzerinde onlarla şen kahkahalar atarak anlatıyordu. Yüreği onlarla atıyordu.
Ne mutlu onlara.
Geleceğe yön vermek, insan hazırlamak, çorbaya mutlaka sevgi katmak, hem çocukları hem kendisini sevgi’li kılmak.
Öğretmenlik pek çok şey muhakkak.
Ama galiba en önemlisi ve iyi öğretmen olmanın göstergesi, gerektiğinde bazen çocukla çocuk olmak.
|