Ayvalık Ayvalık
Ayvalık Kuzey Ege’nin şımarık kızıdır benim için. Niye şımarıktır niye buna layık görürüm bu güzelim kasabayı anlatırım bir gün! Şimdi başka şeyler söylemeliyim…
Ayvalık’a Ayvalık için hiç gitmedim desem yeridir. Hep bir sebep sonuç dokunuşuyla gelip geçtim oradan, hep yetişilecek bir şeylerin varlığıyla. Ayvalık’tan öncesi Ayvalık’tan sonrası diyerek, bahaneyle gelip geçilesi bir Ege kasabasıydı sanki! Bir şeyler yiyip içtiğim, yaşça hoşça bir şeyler satın aldığım, en fazla birkaç gece konaklamaya dostlarım için gittiğim, ziyadesiyle de Cundası’na itibar ettiğim bir kıyı kasabası.
Deniz ile soluklanan daracık sokakları ve binbir öykülü evleriyle bu defa farklı şeyler fısıldadı Ayvalık bana; her zamankinden farklı. Labirent sokakları ve eskimişliği her santimetrekaresinde hissettiğim mimarisi içimi ezmedi. Yoksunluk ve kaybolmuşluk duygusu vermedi bu defa; hatta kaçıp giden eskiye ait yokolan değerleri daha ne kadar koruyabilirizin derdine düşürdü. Demek ki, hep etrafında salınmışım, hiç böylesi içine girip kafa kol arşınlamamışım taş sokaklarını…
“Soluğunu denizden alan eski sokak, söyle bana senin esas öykün nedir” diye sormamışım. “Bütün öykülerini birden anlatma kafam karışır, seninle anılan senin unutamadığını anlat bana” da dememişim. Adımlıyorum yabancısı olmadığım Barboros sokaklarından birini. Derin bir sessizlikteyiz karşılıklı; sokak susuyor ben susuyorum. Denize açılan bütün sokakların adı söz birliği etmişçesine Barboros. Barboros-3, Barboros-4, Barboros-9. Yol göstericisi Barbaros Hayrettin Paşa’nın ruhu sanki! İlginç değil mi?
Öylece ağırdan yürüyorum sokağın içinde, bir kedi atlıyor sağımdaki metruk evin cumbasından. Kedi, sokağın muhtarıymışçasına pervasız ağır adımlarla yürüyor önüm sıra. Ezilir miyim diye bir kaygısı yok, eğilip okşamak istiyorum kaçıyor! Sokak ile başbaşayız yine...
Denizin maviliğine odaklanan gövdem arka sokakları gezmeye hevesli değil, çürümüşlük kokan duvarların yamacında siftiniyorum. Asma çardaklarından sarkan son döküm neferiye taneleri bile çoktan kurumuş. Sonbahar tüm renkleriyle pastırma yazını haykırıyor, terliyoruz çünkü! Gün ortası sessizliğine kapalı Ayvalık kapılarının önündeki zamanın aşındırdığı taş merdivenlere çöküyorum. Hiç rüzgâr esintisi yok. Terim de üşümüyor. Bıraksalar susabilmenin erdemiyle öylece kalacağım. Ey sokak, susarak konuşmak ne güzel...
Sokak suskun ben suskun!
Derken uzaklardan tempolu bir kıyamet kopuyor. Kasaba bandosunun sesi giderek yaklaşmakta, nasıl da severim bando takımlarını. Öyle severim ki; hala aklım ilkokuldaki bando kıyafetlerimdedir! Çocuk göbeğime dar gelen pileli beyaz eteğim ve her yıl kolları biraz daha kısalan bordo kadife ceketim oy…
9. Ayvalık Zeytin Hasat Günleri nedeniyle Ayvalık’tayım. Bir dizi etkinliğin içinde gezinirken kırmızı ceketli Ayvalık Belediye Bandosu’na rastlıyorum. Sabahtan, zeytin hasat kortejinde en önde çalıp tempo tutuyorlardı. Kortej yürüyüşü deyince sandım ki uzun bir parkur! Ne gezer, zeytinyağı pazarı açılışı hepi topu ikiyüz metrelik yürüyüşün sonundaydı. Kortejin kısa yürüyüşünün nedeni, yaş ortalaması yetmişi bulan bando takımının yorulmaması içinmiş!
Bayılıyorum kasaba bandolarına. Onlar ki, hayatın coşkusunu alabildiğine yaşatırlar. Giderek yitip giden geleneklerimizin en güzel en canlı, en kıpır kıpır koruyucularıdır. Bu defa Ayvalık farklı kavradıysa beni, bunda bando şefi Ergün Baba’nın etkisi fazladır. Nasıl sevimli, nasıl coşkuyla yönlendiriyor bando grubunu. Halkın nabzını tutup hep beraber eğlenmekteki becerisine hayran olmamak elde mi?
Her kasabanın birer bando takımı olsa keşke! Kadınlı erkekli, çoluk çocuk şarkılar söylesek danslar etsek sokaklarda. Şen kasabaların neşeli insanları olsak, zeytin bahçelerinde hasat gülleri gibi açsak…
|