ISSN 1308-8483
GÜZEL BİR GÜN... / Zuhal ÖZÜGÜL
Zuhal ÖZÜGÜL    
  Yayın Tarihi: 18.11.2013    


GÜZEL BİR GÜN...

Güneşli bir günü kaçırmamak için kitabımı alıp sokağa fırladım. Çok yakınımda bulunan Rekreasyon alanının yolunu tuttum. Bu tanımlamayı sevmiyorum ve yakıştırmıyorum. Bahçe, park denebilir. Ben Park diyorum. Park. Aslında bu bahçeler, parklar gerçekten çok güzel düzenlenmiş. Çimenler, ağaçlar, yürüyüş yolları, banklar, masalar. Halk seviyor parkları. Doldurmuşlar her yeri. Kadınlar, erkekler, aileler çocuklarıyla, yaşlılar bastonlarıyla her yönden akın ediyorlar. Uçurtmalar, kaykaylar, bisikletliler, koşucular, sporcular... Herkese yer var bu parkta. Çok seviyorum burada bir bankta kitap okumayı. Bugün, bir yer bulmakta zorluk çekebilirim. Biraz sağa sola baktım. Kalkan bir grubun arkasından kaptım bankı. Ancak yerleri (çekirdek yığını) görünce arkalarından.....!

Çöktüm hemen. Kitabımı bitirmek istiyorum. Alice Munro’yu zevkle, tebessümle, heyecanla okuyorum. “Bazı Kadınlar”ı anlatıyor. Kadınlar hep önde değil. Çevrelerindeki erkek, kadın, çoluk çocuklarla birlikte halli hamur oluyorlar öykülerde. Öykü değil hepsi bir roman uzunluğunda. Son öyküdeyim. “Aşırı Mutluluk”ta binsekizyüzlerin sonunda Rusya’da matematik profesörü Sofya’nın yaşamından, aşkından anlatıyor. Sevimli Alice Munro.

Dalmıştım ki “burası boş mu” diye soruyla uyandım. İki hanım. Yer bulamamışlar. İçimden “illa buraya oturacaksınız. Vır vır konuşursunuz” diye geçirdim. Sanki anlamış gibi “rahatsız etmeyiz” dedi ufak tefek olanı. Utandım. “Rica ederim. Buyrun” Kitabıma döndüm. Sessizlik dürttü. Baktım fısır fısır konuşuyorlar. “Rahatınıza bakın. Sizi duymuyorum bile” Birden denize baktım. Ne kadar sakin, nasıl da kucaklayıcı. Sandallar, biliyorlar onun gücünü. Aklıma Filipinler ve tayfun geliyor. Nasıl bir felaket bu. Bu topraklarda yaşadığıma nasıl nasıl memnunum. Çok şükür böyle doğal felaketlerimiz (henüz) yok. Ama insan eliyle hazırlanan felaketler topraklarımızı mahvediyor. Susuz, topraksız, ağaçsız, kalıyoruz. Prof.Dr.Ali Demirsoy’un sözleri beni çok etkiledi. “Nehirler foseptiğe dönüştüğünde torunlarımız lanetleyecek” En büyük ceza bu işte.

Öykü kahramanım Sofya profesör oluyor, onu pohpohluyorlar. Ancak iş vermeğe gelince kapılar kapanıyor yüzüne. Hayıflanıyor Sofya.

Birden komşularımın sesleri yükseldi. Bir yöne bakıp sinirli sinirli konuşuyorlar. Baktım, bir gelin ve damat. Galiba son zamanlarda doğada resim çektirmek moda olmuş. Fotoğrafçı pozlar verdiriyor. Bir ara, bir ağacın altında, neredeyse düğüm (!) oldular. Gözüm duvağına ilişti. Türbanının üstüne iliştirmişti duvağı. Türban gelinliğe de girmişti artık (çoktan). İç çektim. Üzüntüm belli olmuş ki komşum bastırdı: “Her şeyi değiştirdiler, işte meclise bile girdiler. Güya temizlenmişler türban takınca. Bizler günahkarız değil mi?” Çok kızgındı belli ki. Nasıl kızmasın? Ya onu da zorlarlarsa? Zaten, türbana itiraz, gelecekteki baskıyı anladığımız içindi. İşte tek tek uygulanıyor.

İkisi koyu bir tartışmaya giriştiler. Ben katılmadım. Canım istemedi. Ne diyecektim ki. Geline takıldım. Bir erkek ordusu var etraflarında. Nereye gitseler arkalarındalar. Damat dışında tümü sakallı. (Son zamanlarda erkeklerde de, bir çember sakal modası aldı yürüyor. Türban dayanışması mı?) Fotoğrafçı, onları izleyen bir baloncunun balonlarını damadın eline verdi. İkisi de yüksekteki balonları izlerken poz verdiler. Bu resimler evlerinin duvarlarını süsleyecek. En az üç çocuk kadının eteklerinde, elini kolay kaldıran bir koca, parasızlık. Kadın, resimlere baktıkça söylenecek, belki bir gün onları kaldıracak. Aman yine olumsuzluklara daldım. Gelin çok genç. Nerden bilebilir ki seçme seçilme hakkını tüm Avrupalı hemcinslerinden önce aldığını. Seçerken, onu karanlığa gömen bir zihniyete oy verdiğini bilemiyor.(mu?) Alice Munro kadınların eşleriyle anlaşmazlığını, onu, bazen bir üçüncüye kaptırdıklarını anlatıyor da bizim gelin için çoğu zaman eşinin başkasıyla ilişkisi normal oluyor. Gözlerimle takip ediyorum. Siyah, camları boyalı bir minibüse binip kayboldular. Mutluluklar canım.

Güneş gidiyor. Hafif serinlik çıktı. Kitabı bitiremedim. Ertesi gün izleyeceğim konseri düşündüm. Konserlerde orkestradaki müzisyenler çoğunlukla kadınlar. Çok güçlü ve başarılılar. Selam verirken “bu alkışlar niye” der gibi utangaç eğilirler. Konser sırasında bu kadınların çocukluklarını, küçücük boylarıyla enstrümanlarını taşımalarını düşünürüm. Okulda derslerinden pekiyi almaları, enstrümanı en iyi çalan olmaları beklenir. Sonra gençlik. Belki aşık olmamalılar. Müziği ihmal etmemeliler. Bebeğini karnında taşırken kemanını, piyanosunu, flütünü de gözünün önünden ayırmaz. Bebekten fırsat buldukça müziğine sarılır. Geçenlerde, Gülsin Onay’ı dinledim.. O ne coşku, o ne mükemmeliyet ve ne tevazu. Özgeçmişinde 6 yaşında ilk konserini verdiğini yazıyor. Demek ki 3 yaşında oturdu piyanonun başına. Küçücük ayakları pedala değmiyordu bile. O da bu ülkede yetişti.

Onlar, yeteneklerini kadınların (görece) eşit olabildiği bir ülkede geliştirebildiklerini biliyorlar. Peki bundan sonra ne olacak? Genç kadınların hiç şansı olamayacak mı? Sürekli gözetlenecekler, izlenecekler, jurnallenecekler. Kendilerini toplumda yük olarak görecekler. Haydi kadınlar eve. Koca, Çocuk, Din arasında sıkışıp kalacaklar.

Hani Türbanı savunanlar kadının özgürlüğü savını sallarlardı ya. Güya türbanı takınca evden çıkarmış, çalışırmış filan. Evet, belki çalışıyorlar ama sigortasız, nerdeyse bedavaya. Sömürülen kadın işçi ordusuna katıldılar. Bunları araştıran yok. “Gözünü aç hanım! Her koyun kendi bacağından asılır”

Bu kadınların gözünü ancak kadınlar açabilir. Belediye seçimlerinde CHP’den aday adayı olan bir kadının söylemini çok doğru ve namuslu buldum. İnci Beşpınar şöyle diyor:”Eşit bütçe yapacağım öncelikle, kadın ve erkeğin eşit yararlanacağı...” Kadınlara mutlaka fırsat veriniz. Pişman olmazsınız!

Bu semtte birçok parkta heykeller bulunuyor. Görmeden geçen de oluyor, önünde durup inceleyen de. Her heykelin önünde durduğumda Kars’taki yıktırılan Barış heykeli gözümün önüne geliyor. Tüylerim diken diken. Sanatçının yerine koyuyorum kendimi. Bu vahşete nasıl dayanabildi. Sanki bir çocuğunu boğazlamak gibi. Sanatçıların, sanatseverlerin ne kadar cılız sesi çıktı.

Kafam bu düşüncelerden kazan gibi oldu. Güzel günüm cehenneme dönmeden kalkıp gideyim buradan. Hanımlar çoktan altın gününün faydalarına dalmışlar. Yemek tariflerini ardarda sıralıyorlar. “Kalkıyor musunuz?” “Evet” “Biz de kalkacağız. Yemek filan”

Deniz kenarında yürüdüm uzun uzun. İnsanlar neşeli. (mi)? Gençler umutlu. (mu)?

Şimdilik çocuklar mutlu.


Zuhal ÖZÜGÜL



1907










   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)