THE GİVER / SEÇİCİ
Merhaba, tekrar Merhaba,
Bana çok uzun gelen bir aradan sonra ilk göz ağrım sevgili FOÇA/FOÇA’DAYIM.
Bu uzun arada onlarca film izledim. Bazıları anlatılır gibi değildi, bazıları içimi kararttı, bazılarını tavsiyeye değer bulmadım. Ama muhteşem filimler de izledim. Başlıyorum.
Bu filmde, ülkemizin gidişatındaki benzerlikleri gördükçe çok canım yandı. Filmi mutlaka görmenizi öneririm. Size de bazı kararlar aldırabilir benim gibi.
Gelelim filme. Bir ülke düşünelim. Herkes eşit (!) Konutlar aynı, (bizdeki TOKİ’ler) giysiler bir örnek. (Araplar gibi Çarşaf-Sakal) İnsanlar mutluluktan bir haller. (Mutluluk bizde de hep %70 çıkıyor ya) Aslında bir hayal dünyasında yaşıyorlar. Her şey, herkes, İhtiyarlar Heyeti’nin kontrolü altında. Onlar, her yıl gençlerin bundan sonra yapacakları görevleri belirliyorlar.
İhtiyarlar Heyeti’nin baş seçicisi (Meryl Streep) gençlere seçildikleri görevleri aktarıyor. Bu gençler artık ailelerinden ayrılıyor, toplum için, seçildikleri görevlerde çalışıyorlar. Aile diyoruz ama çocukların öz anne ve babaları yok. Tümü taşıyıcı annelerin dünyaya getirdiği bebekler. Doğumdan sonra seçilen ailelere veriliyor. İki çocuktan fazla yok. (Hani 3 çocuk meselesi vardı ya)
Jonas (Brenton Thwaites) sıradışı bir genç. İhtiyarlar Heyeti onu çok önemli bir göreve seçiyor. Anıların Koruyucusu (Jeff Bridges) ona bildiklerini aktaracak. Bu hayali dünyada, insanların geçmişe dair tüm hatıraları ve bildikleri silinmiş. Belleklerinde kötülük, suç, yoksulluk, şiddet, savaşlar yok. Ama sevgi, aşk, merhamet, arkadaşlık da bilinmiyor. Duygular her sabah yapılan bir iğne ile bastırılıyor. Renkleri göremiyorlar. (Film renksiz)
Yaşlı verici, öğrencisi Jonas’ın merakını görüyor. Ve her gün ona eski toplumdan bir anı gösteriyor. Genç Jonas, savaşları, açlığı, ölümleri görünce dehşete düşüyor. Ancak, sevgiyi, insanlar arasındaki arkadaşlığı ve dayanışmayı da görüyor. Bu tekdüze yaşamda bazı eksikliklerin olduğunu düşünüyor. Yaşlı Verici gibi o da, yaşadıkları bu dünyanın yalan ve suç üzerine kurulduğunu anlıyor. Bu sistemi değiştirmek üzere anılar sınırını geçmek için yola çıkıyor. Başarıyor mu? Başarabilir mi? İnsanlar anılarına kavuşabilecek mi? Renkleri görebilecekler mi?
Bunu sizlere bırakıyorum.
Yönetmen Phillip Noyce, Lois Lowry’nin, satışı dünyada 10 milyona ulaşan romanından filmleştirmiş.
Bu romanı ABD’de okullarda okuturlarmış.
Filmde, beni en çarpan, yok edilen anılar oldu. İstanbul’da olup biten aklıma geldikçe çocukluk, gençlik anılarımın silindiğini düşünüyorum. Hani hep derler ya “vallahi İstanbul’u artık tanıyamazsın” içim sızlıyor. Ya tekdüzelik. Yemekler lezzetsiz, giyim zevksiz, konuşmalar kısır, gökdelenler sıra sıra. Biz de suçluyuz. Bıraktık zevksizlerin ellerine. Yıkılan mahallelerle, sinemalarla, kesilen ormanlarla anılarının da silineceğini anlamadılar bazıları hatta alkışlayanlar bile oldu.
Yaşlı vericinin öğrencisine sık sık söylediği gibi “Gerçeği arayan özgürlüğü bulur”
Bir de karar verdim bu filmden sonra. Önemsiz de olsa her şeyi yazıya geçireceğim. Belki bir gencin eline geçer.
Ne dersiniz başlayalım mı?
İyi seyirler
|