Güney sanrıları / Sahil kasabaları
Aynı mevsime denk gelen güruh halindeki seyahatlerden hoşlanmadığımdan, ara mevsimlerde yolda olmak bana iyi geliyor. Pamuk bulutların arasından gülümseyen güneşin koruyup kollamasıyla, yağışlı ılık bir cemre dönemiydi. Burnum uzamasın kuzeye göre ılıktı demeliyim! İkinci cemrenin suya düşüşünü zor beklemiştim. Toprağa düşen son cemreyle bahar birdenbire geliverecekmiş düşüncesi Şubat’ın son günleri tüm benliğimi öyle esir almış ki, sanki “bir şeylere yetişmeliyim” ruh halindeydim!
Karmaşıktım yola çıkarken. İyidir tabi arada bir karışmak, sürekli olmasın da! Bu yıl, kışın uzun sürdüğü konusunda hemfikir olmadığım kimse yoktur herhalde...
Sözün özü Mart başı birkaç gün güneydeydim. Döneli neredeyse on beş gün oluyor. Dalından kopardığım Datça bademleri henüz tırnak üzeri kadar bile büyümemişlerdi. Körpelikleri hala damağımda. İnsan dolu dolu yaşadığında pek çok yaşanmışlık bellekte dertop olup birbirini sıkıştırıyor. Her biri "git öte gel beri" kıvamında koyun koyuna demleniyor derinde! Yazma isteği başka isteklerin önüne geçmeyince de ‘yazmak’ olsun diye yazılmıyor haliyle...
İnsanın içindeki bam teline ilk dokunan ‘o şey’ genellikle ilk çıkış noktası oluyor. ‘Hah bunu yazmalıyım’ diyorsun, hatta hatırlamak için birkaç kare de fotoğraf çekiyorsun. Hele de bir iki satır not da aldıysam sökün etsin sözcükler değil mi? Etmiyor. Sözcüklerin yavan kalıp anlamını yitirdiği zaman aralıkları giderek çoğalıyor son günlerde. Bunu sık yaşıyorum, yaş almak bu olsa gerek! Heyecanlar yer değiştiriyor. Bazı coşkular uzarken bazıları saman alevi gibi anlık soluveriyor.
Bozburun, Söğüt, Selimiye arasındaki badem ağaçlarının altında sayısız arı kovanı ve binlerce vızıldayan arı, oraların başka bir gezegen olduğu hissine kapılmama neden olur hep. Yemyeşil otlaklar, çiriş ve sarımsak çiçekleri, ballıbabalar, kır papatyaları, ebegümeci çiçekleri, dağ laleleri adeta istilaya uğramıştı yine. Yenilebilir otların aromasına karışan bütün yaban çiçeklerinin kokusu, börtü böcek, doğanın ritmi, hepsi cennetin kendisiydi! Yazın kavrukluğunda asla görülemeyecek kadar rengârenk bir cennet.
Gelgelelim insanız işte, nerede görsel hazzı iliklerimizde hissetsek ağzımız da kımıldasın isteriz; “hadi Söğüt’de bir şeyler atıştıralım bir bardak çay içelim, ay yoksa kalamar rakı filan mı yapsak” deme gafletinde bulunduk. Yok. Mart ayında öyle bir yer yok. Selimiye’ye geçtik orada da yok. Önceki yıllarda da yoktu, ne bekliyordum ki! Turizm sezonu resmen başlamadan güneyde hayat başlamaz, hep unutuyorum işte... Bodrum’dan, Marmaris ve Fethiye’nin sahillerine kadar terk edilmiş kovboy kasabası havası bütün kıyılar için geçerli. Köy ve koycukları saymıyorum. Onların hizmeti okulların açılış ve kapanışına göre ayarlı zaten, hiç şaşmaz!
Hadi hizmetten vazgeçtim, şantiye gibi yıkık döküklüğüne ne demeli? Sahil kasabalarında yaz-kış yaşayan insanlara ne büyük haksızlık bu! Hem haksızlık, hem saygısızlık… Yazın üç dört ay her yer güllük gülistanlık, canlı, bakımlı, düzgün. Çoğu, İstanbul başta olmak üzere dışarıdan para kazanmaya gelen şipşak esnaf; sonbaharda otelini, restoranını ya da hediyelik vs. eşya dükkânını öyle bir kapatıp gidiyor ki, sanırsın arkasından atlı kovalamış! Şefini, müdürünü, aşçısını, komisini, tezgâhtarını alıp son sürat kaçmış adamlar. Buzdolaplarında yarısı dökülmüş yiyecekler, kopmuş kablolar, boşa akan sular, taşmış lavabo ve foseptikler, hayvan ölüleri, yıkık dökük duvarlar, uçmuş çatılar hepsi hak getire… Bir görüntü kirliliği ki orada sürekli yaşayanların makus talihi olmuş!
Bu turizm cennetlerinde yazın yükünü tutup para kazanan esnaf, yerleşik halka saygı duymak adına işletmesini derli toplu bıraksa, geride kalanları da düşünse ne iyi olacak…
Aklımın ermediği; bu sahillerin yerlileri yedi sekiz ay kış boyunca bu rezilliğe nasıl katlanıyorlar? Bir de ölü gibi sessizleşen konut ve otellerin ruhu esrikleştiren terk edilmişlik duygusu var ki en vahimi de bu. Ben de yıllardır kuzeydeki sahil kasabalarında yaşıyorum, kuzeyde de durum farklı değil, lâkin güneyin hali gerçekten içler acısı. Kışları hepsi birer ölü kasaba ve bahara karşı Haziran’a kadar adeta birer şantiye! Oteller boyanıyor, ustalar çalışıyor, binalar her sezon yeniden yıkılıp yeni baştan inşa ediliyor, her yer yeni sezonun tüket yok et sarmalı için.
Foça’dayken de, kapalı kepenkleriyle hayaletli ev görünümündeki yazlıklar canımı sıkardı kışın. Bakımsız bahçelerden, terk edilmiş evcil hayvanların hüzünlü bakışlarından çok rahatsız olurdum. Allahın sopası yok, güneydekileri görünce Foça gülsuyu kaldı!
Büyük şehirde yaşayanlar arasında tatlı bir güney ütopyası vardır; günün birinde, belki de emekli olunca yıllardır yaşanılan şehir kargaşasını terk etme cesareti gösterilecek, güneyde sakin bir sahil kasabasına yerleşilecektir. Küçük bir bahçeli ev satın alınıp, olmadı kiralanıp huzura erilecektir! Birkaç çiçek sebze filan ekilecektir, tavuk, kedi, köpek beslenip balık tutmaya gidilecektir, yörenin yerlisiyle ahbaplık edilecek onlardan kasabalı ruhu öğrenilecektir.
Pek çok şehirliyi bu güney sevdası oyalar. Büyük çoğunluk hiçbir zaman yaşadığı şehri terk edemese de hayallere kim engel? Çift olanlar bahçelere sığmayan şehirli hayaller kurarlarken, yalnızların güney hayallerinde başka şeyler de vardır; kasabalı yağız bir balıkçıya aşık olmak gibi meselâ! Yine kendisi gibi kitap ve deniz sevdalısı biriyle tanışmak, günbatımlarının yalnızlığıyla romantik düşler kurmak, ufka dalan güzel şehirli bir kadının ruhundaki fırtınaları dindirmek…
Kışları, kaloriferli şehir evlerinde Ege ve Akdeniz güneşinin hayaliyle yanıp tutuşanlar, bilmezler ki güneyde insanlar kış geceleri çok üşür. Kışlar sessiz, kışlar melankoli çiçeği kokar sahil kasabalarında. Poyraz vuuvv diye esti miydi üşüyen başlar hindi kafası gibi omuzlara gömülür. Bütün bedenler soğuk taş evlerin kapalı kepenkleri ardındadır artık. Çünkü kıştır, soğuktur. Kış kasabaları terk edilmişliğin o keskin hüznünü taşır hep. Hele de erken inen uzun kış gecelerinde…
Her şey soğuk ve karabasan kıvamında değil elbet. Pek çoğu da kışların sessizliğinde bulur kendini, orada olma nedenidir sessizlik. Bu kasabaların dingin mistisizmi içinde derinlere gömülü bazı yaralar yeniden kanamaya başlar. Yazar, çizer misiniz, sanatın belirli alanları yaşamınızın görünmez mührü mü? Ha, bakın o zaman her şey değişir. Ruhun fırtınaları anca susar kış sahillerinde, susar ve iç sesiniz konuşmaya başlar. Kendi kendisiyle konuşan, kendi tenini acıtan insanlar görürsünüz iskelede, denizin sesine karışır mırıltıları. Sonsuz hesaplaşmalardadır bilmem kaçıncı kez, deniz durulmadan sakinlemeyen…
Uzaklaşırsınız bilerek yanlarından. Ne şehirli ne kasabalısınızdır; salt arafta bir yabancı! Kavafis gibi ardınızdan gelen bir şehir de yoktur artık…
Of…
Bahar diyordum; yolda olmak, Mart uyanışı, cemreler diyordum, nevruz, yaşam enerjisi filan üç kuruşluk iyi hissetmelerden öteye geçemedim. Oysa ne çok güzel şey vardı yazılacak! Onlar kendilerini biliyorlar, hele şu can sıkıcı sahil şantiyeleri konusunu yazmış olmanın rahatlığını yaşayayım diyordum, asıl güzellikleri anlatmak zaten çok keyifli diyecektim.
Ruhumu çok üşüten bir sahil kasabası düştü yüreğime yine hiç yoktan. Susayım…
|