2014'ün yaz mevsiminde acele olmayan bir kararla Yeni Dünya'ya doğru yol görünmüştü. Rota New Orleans'tı. Yol arkadaşım, Foça'dan arkadaşım Nergis'le beraber İstanbul'dan Houston'a uçtuk. Orada bir gece kaldıktan sonra New Orleans'a geçtik. Bu ayrıntı oraya gitme planı olanlara küçük bir bilgi olsun.
Yıllardır New Orleans'a gitmek istiyordum. Nedenini çok iyi bilmediğim bir şekilde Amerika'da tek gitmek istediğim şehrin New Orleans olduğunu dilime pelesenk etmiştim. 2015 yılının Nisan ayının ilk haftasında French Quarter Caz Festivali’ne katılmak için her türlü organizasyon yapılmıştı.
8 Nisan akşamı New Orleans'ın Luis Armstrong havaalanındaydım. Havaalanının verdiği fotoğraf içimdeki tatlı heyecana pek uymuyordu. Sıradan ve küçük bir havaalanı. Havaalanından dışarı çıkar çıkmaz beni sıcak ve nemli hava kucakladı. Sıcağa rağmen New Orleans'ta olma duygusu bile beni keyiflendirmeye yetiyordu. Bu şehri keşfetmek için önümüzde günler vardı.
New Orleans, Mississipi Nehri'nin denize döküldüğü deltada yer alıyor. Bu verimli deltaya şeker kamışı, pamuk ve tütün plantasyonları kurulmuş. Afrika'dan getirtilen köleler bu plantasyonlarda çok kötü şartlarda çalıştırılmış. İşte hüznün doğal yaşamın parçası olması böyle başlamış.
Ben niye hep New Orleans'a gitmek istedim?
1924 yılında doğan annem çocukluğumda Sevinç Tevs şarkıları dinlerdi. O dönem, Erol Pekcan orkestrası diye bir caz orkestrası vardı. Annemin en büyük zevklerinden biri bu orkestrayı dinlemekti. Hatta bize de dinletirdi.
Fred Aster hayranıydı. Onun ayaklarını yere vurarak yaptığı dansın adının "tap dans" olduğunu yine ondan öğrendim.
Cazın doğduğu yer olan New Orleans'a gitme isteğimde annemin caz müziği sevgisinin katkısı olabilir miydi? Evet ama bu ancak küçük bir etkiydi.
New Orleans'ın büyük kısmının zenci - Zenci nüfusun yüzde elli civarında olduğu söylendi. Gitmeden önce daha fazla olduğunu düşünüyordum. - olması mı beni bu kente çekiyordu.
Geçmişte köle olarak çok kötü şartlarda çalışıp kenti yaratan zencilerin yakılmasına kadar varan ırkçılığın anlatıldığı "Mississipi Yanıyor" filmi New Orleans'ın yakın tarihine ışık tutan bir filim. Bu filmin ciddi bir etkisi olduğunu düşünüyorum. İzlediğim tüm ırkçılıkla ilgili filmler zencilere ve tüm ötekileştirilmiş ya da "zencileştirilmiş" kimliklere duyduğum sevginin artmasına neden oluyordu.
New Orleans, bilindiği üzere cazın doğduğu ve buradan da dünyaya yayıldığı yer. Beni buraya çeken en önemli etken müzik, dans ve büyülü müziğin sahiplerine duyduğum saygı olmalı diye düşünüyorum.
Evet sonunda New Orleans'dayım.
New Orleans, göz alıcı özgün mimarisi, yaşamın vazgeçilmezi olan müziği, dansı ve deniz ürünlerini eksen almış lezzetli mutfağı ile insana unutulmaz anlar yaşatan bir kent... Ah keşke bir kez daha gidebilsem dedirten bir coğrafya.
New Orleans farklı isimlerle anılan bir şehir. Bunlardan biri "NOLA". Kent Luisina eyaletinin en büyük şehri. Bu isim eyaletin ve kentin adının içindeki harflerden bir kısaltma. Yaygın olarak kullanılıyor.
Bir diğer isim "Crescent City". Crescent kelimesinin anlamı hilal. Körfezin şehri hilal gibi bölmesi nedeniyle bu isim verilmiş.
En ilginci "Big Easy"... Bu adın nereden geldiğine dair birçok rivayet var. Bunlardan biri New York'a nazire olsun diye verilmiş olduğu. Bilindiği üzere New York'un lakabı "Big Apple". Big Apple ekşi sözlüğe göre "New York'un taşı toprağı altın" anlamına geliyormuş.
"Big Easy"ye ilişkin bir açıklama New Orleans'ın zengin müzik geçmişi ile ilintili. Müzisyenlerin geçimini sağlamak için çok seçenek bulunduğunu işaret etmek için kullanılmış. Müzisyenler, sokaklarda, özel partilerde ya da gece kulüplerinde çalarak hayatlarını devam ettirme şansına sahip.. Kısacası her müzisyene, New Orleans'ta ekmek var.
Aslında "Big Apple"da 1920’lerin New York'unda caz sanatçıları arasında kullanılan deyim. New York'ta çalmak ayrıcalıklı ama burada da "ekmek aslanın ağzında" gibi bir anlam çıkarmak mümkün. Elbette bu yorum kaynaklara bakılarak yazılmıştır..
Bir başka küçük bilgi, Amerika'nın güney eyaletleri "Dixieland" olarak anılıyormuş. New Orleans'ta doğan müziği de "Dixieland" olarak adlandırılmış.
New Orleans elbette müzikle ve onun bedenle eşlikçisi dansla öne çıkmış bir kent.
Caz ilk olarak Afrika'dan getirtilen, pamuk tarlalarında ve demiryollarında çalışan işçilerin söyledikleri şarkılardan doğmuş. Bu şarkılar genellikle kötü koşullarda çalışmak ve yaşamak zorunda kalan kölelerin duygularını dile getirirken onlara bir çalışma temposu da sağlıyormuş. Kaynaklar der ki batı kültürüne yabancı bu şarkılar insan sesinin tüm çeşitliliğini ve esnekliğini kullanmaya imkan verir.
Cazın doğduğu yer New Orleans olmasına rağmen New Orleans stili denen caz müzik Chicago'da şekillenmiş ve parlak dönemini orada yaşamış.1900'lerin başında kentin ünlü caz kulübü bir kararname ile kapanınca içinde Luis Armstrong'unda bulunduğu birçok caz müzisyeni Chicago'ya göç etmek zorunda kalmış. Caz altın devrini Chicago'da yaşamış.
Müzik, dans ve festivaller kenti New Orleans...
Hüzünden doğan caz pek çok çeşidiyle bugün aynı zamanda coşkunun da ifadesi. Caz müziği kendi dans türlerini de oluşturmuş. "Swing" bunlardan biri.. Şimdi sırada kendi çektiğim bir video var.
Buradaki çift hemen oracıkta tanışıp dans etmeye başladılar. Birbirini tanımayan iki insanın bedenlerinin etkileşimi mucize gibiydi.
Bu fotoğrafta yer alan sekiz on yaşlarındaki çocuk babasından aldığı komutla "tap dans" yapıyor. Ne kadar sempatik bir görüntü değil mi! Biz de dahil olmak üzere herkes önlerindeki karton kutuya para attı. Baba mutlu ama çocuğun yüzündeki korkuyla karışık yorgun ifadeyi görünce onun mutlu olduğunu söylemek neredeyse imkansız. İşte ilk anda hoş gözüken bu durum çocuk sömürüsünün başka bir biçimi...
French Quarter Caz Festivali her yılın Nisan ayının ilk haftasında ya da ilk haftalarında yapılıyor. Adını French Quarter semtinden alıyor. French Quarter, Fransız sömürgesi olarak da yaşamış New Orleans'daki Fransız mimarisinin hakim olduğu bir semt. Şehrin merkezinde, her daim canlı müzik yapan kafe, bar ve kulüpleriyle turistlerin olduğu gibi oranın halkı için de çok çekici. Ara sokaklara dağılmış antika ve hediyelik eşya dükkanları ile bir cazibe merkezi. Bu arada New Orleans deniz ürünleri sunan mutfağıyla da oldukça ünlü. Bu bölgede çok sayıda lokanta var. Türkiye ile karşılaştırıldığında lezzetli deniz ürünlerinin çok daha ucuz olduğunu söylemeliyim.
French Quarter Festivali’nin aklıma getirdikleri; müzik, dans, lezzetli yemekler ve kokteyller. Kokteyllerin şahı bence margarita... Tuz, buz, limon ve tekila ile hazırlanan lezzetli margaritanın bağımlılık yaptığını itiraf etmeliyim.Margarita ücreti ise 5 ile 12 Amerikan Doları arasında geziniyordu.
Festival bir hafta sürüyor. Ara sokak ve meydanlara kurulan yirmi beş sahnede yetkin isimler çaldı ve söyledi. Sahnenin dışındakiler ise dans etti. Ben hayatımda böyle bir coşku görmedim. Adrenalini yükselten müzikler... Dans etmenin yürümek kadar sıradanlaşmış olduğu bir yerde insan başka ne ister ki! Sadece içinde bulunduğun ortamın tadını çıkarmak..
Festivale katılanların yaş ortalamasının oldukça yüksek olduğunu söylemeliyim. Yetmiş yaşın üzerinde, mükemmel dans eden birçok çift gördüm. Saatlerce dans ettiklerine tanık oldum. Bunun adı yaşam sevinci olmalı.
İşte şimdi fotoğraflarla French Quarter Caz Festivali’nde bir gezinti..
Bu yaşlı amca için 68 kuşağı diyemeyeceğim. Zira yaşı seksenden fazlaydı ama kendisi bir çiçek çocuktu. Herkesin gidip sarıldığı bu amcanın üzerinde "free hug / sarılmak bedava" yazıyor. Birçok kadının sarıldığı, sarılmakla kalmayıp öptüğü bu amca günü en karlı geçirenlerdendi. O yaşta öpücük yağmuruna tutulmak her yaşlının rüyası olabilir. O, bu rüyayı üzerinde taşıdığı sevimli yazıyla hemen gerçeğe döndürdü. Bu da mizahi zekanın bir ürünü olmalı. Çoraplarına dikkat edelim lütfen...
French Quarter Caz Festivali’nden yine benim çektiğim bir video.
Bir başka festival ise 300 yıllık geleneğe sahip dini kökenli Mardi Gras festivali. Siz siz olun bu festivalin adını Mardi Gra olarak söyleyin. Hani Edinburgh kentine Edinbura denmesi gibi...
Mardi Gras festivali için Uludağ Sözlük'te bakın neler yazılmış. "Katolik inancına göre bir tür oruç dönemine girmeden önceki salı günü her şeyin dibine vurdukları "işrete veda" türünden çok katılımlı kutlamadır". "Mardi Gras" ın kelime anlamı "Şişman Salı" demekmiş. Uludağ Sözlük'te yapılan bir başka tanımda ise şöyle der. "Porno filmlerine ilham olan dini bayram." Ben onların yalancısıyım.
Kaynaklarda Almanya'daki faşing, Brezilya'daki Samba Festivali ve Venedik Karnavalı bu Mardi Gras festivalinin uzantıları olarak anlatılıyor.
Festival boyunca memelerini gösteren kızlara balkondan rengarenk boncuklar atılıyormuş. Bu gelenek French Quarter Caz Festivali süresince de devam etti. Boncuklar, arabalardan ve balkonlardan atıldı. Küçük bir fark vardı biz memelerimizi açmadan bu boncukların sahibi olduk. Yaşlı - genç, kadın-erkek herkesin boynunda bu renkli boncuklardan vardı.
İşte boyunları süsleyen Mardi Gras boncukları ama French Quater Caz Festivali’nde..
New Orleans ilk önce 40 yıl İspanyolların elinde kalmış, onları Kanada'dan gelen Fransızlar takip etmiş sonunda da Amerikalıların eline geçmiş. Kentin çok kültürlü geçmişi, hem mimarisinde hem de mutfağında çok etkili. French Quarter'daki evler iki katlı ve geniş balkonlu. Bu balkonların parmaklıkları demirden yapılmış. Balkonlarda neredeyse ağaç haline gelmiş bitkiler var. Bu mimarinin Fransız mimarisi olduğu söyleniyor.
French Quarter'ın dışındaki evler rengarenk, geniş verandalı. Verandaların olmazsa olmazı sallanan bir koltuk ya da kanepe. Aslında bu çok tanıdık bir görüntü. İzlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar çok uzak bir coğrafyadaki bir kültürle farkında olmadan ortaklık kurmamıza neden oluyor.
Belki de sallanan koltukların çıkış yeri bile bu coğrafya olabilir.
Evlerin önünden geçerken verandalardaki sallanan boş koltuklara zenci bir babayı ya da büyük babayı oturtup, onların ayaklarının altında oynayan çocukları hayal ettim. Gerçekle düşlediklerimi bir araya getirip o evlerde nasıl hikayeler yaşanmıştır diye düşünmeye başladım. Buradaki fotoğrafın çağrışımları yokluk, aşağılanma, acı gibi duyguları getirdi aklıma. İşte bu renkli evlerin insanda yarattığı hoşluk duygusu, müzik ve dans belki de yaşam mücadelelerinde onlara güç katıyordu.
Mississipi Nehri'nin batı kıyısında Algier isimli semt var. Gerçekten görülmeye değer.18. yüzyılda Afrika'dan getirilen zenciler burada tutuluyormuş. 2015 yılında sokaklarında yürürken yüzyıl öncesindeymişim gibi hissettim. Çok sıcak ve nemli bir havada orada çektiğim bir videoyu paylaşmak istiyorum.
Geçmişte pamuk, tütün ekmek için kullanılan plantasyonların içinde de sözünü ettiğim tarzda büyük evler var. Şimdi bu plantasyonlara gezi düzenlenerek turistlerin hizmetine sunuluyor. Geçmişte bu plantasyonlarda yaşanan trajik olaylar ziyaretçilere anlatılarak paraya dönüşüyor.
New Orleans kenti ile ilgili birkaç ilginç bilgi daha vermek isterim. Kent deniz seviyesinin iki metre altında olduğu için her zaman su içinde. Onun için saniyede 22 pompa tayfun olsun olmasın sürekli çalışıyormuş, ama şehri her zaman koruyamıyormuş. Kent su seviyesinin altında kaldığı için mezarları toprağın üstüne yapmışlar. Mezarlık ziyaretleri ciddi bir turistik aktivite. Mezarların bayağı ihtişamlı olduğu söylenebilir.
New Orleans'ta önemli bir müzisyen öldüğü zaman önde orkestra müzik yaparmış, orkestranın arkasından cenaze gelirmiş. Bir kent düşünün ki cenazesini bile müzikle yolculuyor.
Bilindiği üzere New Orleans, Mississipi kenarında. Yukarıdan bakıldığında yılankavi bir görüntüsü var. Dar ama uzun görünüyor. Birebir New Orleans'la ilgili olmasa bile Mississipi nehri üzerinde işleyen gemilerde uzun süre çalışmış olan Mark Twain ile ilgili bir anekdottan söz etmek isterim. Mark Twain, çocukluğumda çok severek okuduğum Tow Sawyer'in yazarı. "Mark Twain" adı onun gerçek adı değil. Gerçek adı Samuel Clemens.
Mark Twain gemide çalışırken nehir derinliğini ölçerken kullandıkları iki kelimenin nehir gemisinde duyulabilecek en güzel sözcükler olduğunu söylemiş. Derinliği ölçmekle görevli mürettebat nehre, kulaç ölçüsüyle bir halat atar. Eğer halat bir kulaç aşağı inerse gemi kıyıya yanaşamayacak anlamındadır. Çünkü çok sığdır. Bir kulaçlık mesafe "mark one" olarak ifade edilir Bu duruma mürettebat homurdanır.. Eğer iki kulaç aşağı inerse bu geminin karaya yanaşabileceği anlamındadır. Bu da " Mark twain" olarak kullanılır. Mark Twain'i duyan denizciler neşelenir. Çünkü karada onları bekleyen hoş saatler vardır. İstedikleri gibi karada eğlenebileceklerdir. Samuel Clemens bu nedenle Mark Twain'i kendine isim seçmiş ve edebiyat dünyasında da böyle tanınmıştır.
Biraz da New Orleans'ın mutfağından söz edelim.
Bu muhteşem görünümlü karidesler yılın sadece belli bir döneminde çıkıyormuş. Biraz baharatlı hazırlanmıştı. Lezzetliydi. Ancak bir karidesten çıkan et o kadar azdı ki yerken verilen bunca mücadeleye değer miydi?
Bu da istiridye yemeği. Gerçekten çok lezzetliydi. İlk defa tatma şansım oldu. Acaba yemeği bu kadar lezzetli yapan istiridyenin kendisi miydi? Bu konuda da pek emin değilim. Çünkü inanılmaz lezzetli bir sosu vardı. Bilenler der ki istiridye üzerine limon sıkılarak çiğ tüketilmeli. Ağzın içinde birkaç saniye kalan ve çiğnenmeden yutulan bir şeyin nasıl lezzeti alınır. Bunu da bir bilene sormalı.
New Orleans mutfağında Fransız etkisinin baskın olduğu belirtildi. Kanada'nın Nova Scotia bölgesinden gelen Cajun adı verilen Fransız köylüleri bu keyifli şehrin mutfağını şekillendirmiş. Bunun yanı sıra Creole dedikleri İspanyol ve Karayip adalarından gelen insanların karışımından olan melezlerin de New Orleans mutfağındaki etkisinin önemli olduğu söyleniyor.
Bir de her yerde insanın gözüne takılan po-boy reklamlarının ne olduğunu anlamamız biraz zaman aldı ama sonunda oraya özgü bir sandviç çeşidi olduğunu keşfettik. Hamburger görünümlü sandviçe neden po-boy dendiğine gelince... "Po boy" "poor boy" anlamındaymış. Yani "fukara oğlan" anlamında. Lokantada yemeye gücün yoksa bir po boy al ve keyfine bak. Biz almadık. Ama nasıl yapıldığını öğrendik. Et ya da kızartılmış deniz ürününden yapılmış bir sandviç. Remoulade sos (hardal ve mayonezle hazırlanmş sos) ile servis ediliyormuş.
Ayrıca New Orleans mutfağında timsah eti de yaygın olarak kullanılmakta. Fıstık yağının da yaygın olarak kullanıldığını ilave etmek isterim.
Birkaç küçük notla yazımı bitirmek istiyorum. Büyücüleri ile ünlü kent, Tennese William's (Arzu Tramvayı, Kızgın Damdaki Kedi), Truman Capote gibi ünlü yazarlarla da anılmakta.
Kent yıllarca salgın hastalıklarla, kasırgalarla uğraşmış. En son 2005 yılında Catrina kasırgası ile alt üst olmuş. Bu kasırganın yaraları hala sarılıyormuş. Şehir merkezinde bu kasırganın izlerine rastlamak mümkün değil. Çünkü şehir merkezi biraz daha yüksekte kurulmuş. Ama kenar mahallelere çok zarar vermiş. Catrina'nın zarar verdiği mahalleler yine turizme açılmış. Umarım bu sayede toplanan paralar yine felaket bölgelerine gidiyordur. İnsanların bir turistik aktivite olarak bu yoksul mahallelere gitme isteğini anlamakta zorluk çekiyorum. Bu bana hiçbir zaman etik gelmemiştir. Ziyaret eden fakirliği izleyerek kendini iyi hissederken, fakir insanlar da maymun yerine konmuş gibi gelir bana.. New Orleans şehir merkezinde hissedilmese bile fakir bir kent. Bir daha bir doğal felakete maruz kalırlarsa -umarım ki olmaz- kalbim onlar için farklı bir biçimde atacak. Aklım gönlüm New Orleans'ta kaldı.
Bir başka turistik aktivite ise buharlı ve çarklı bir gemi ile Mississipi nehri üzerinde dolanmak.. Kenti, insanları, yaşama biçimini çok sevdiğim bir kent New Orleans. Umarım ikinci kez yolum düşer.
Mississipi nehri üzerinde çekilmiş bir fotoğraf.
Ayrıca yirmi yıldır birlikte olduğum hayat arkadaşım Ahmet'in de benim cazı sevmemde çok büyük katkısı var. Bu yazıyla da benim böylesi güzel bir müziği daha çok tanımama ve sevmeme neden olduğu için ona teşekkür ederim.