ISSN 1308-8483
Marie Grubbe ile Kadın ve Erkek Üzerine Ruhsal Çözümleme / Bedriye KORKANKORKMAZ
  Yayın Tarihi: 3.8.2016    


Marie Grubbe ile Kadın ve Erkek Üzerine Ruhsal Çözümleme

Her tür yaşam biçimine ilgi duyuyorum. Bağnaz toplumda yaşayanların bastırılmış duygularına tercüman olan yapıtlara ilgi duyuyorum. Geçmiş yaşanmışlığı gelecek de yaşanılacağı simgelemiyor mu? Yaşanmışlıkları bize altın tepside sunan büyük yazar/düşünür/ ve şairlerin… yapıtlarını sömürmek istiyorum geleceğime doğru yön çizmek için. Gelişmeyi düşünce özgürlüğünün önündeki engellerin kalkması, din dil ırk… gibi kavramların baskısı olmaksızın insanların kendilerini özgürce ifade etmesi olarak anlıyorum. Bir ülkenin insanlık tarihi o ülkenin yaşanmışlık anayasasıdır. Bir duygunun, bir düşüncenin bir yazarın izini sürmeyi alışkanlık haline getiriyorum. Ben şair Rilke’nin izini sürüyordum o da Danimarkalı şair/ yazar /bilim adamı Jens Peter Jacobsen'in izini sürüyordu. Bir dahi olan Jacobsen’e uluslararası ün kazandırmış iki yapıtından (Nils Lyhne) birisi olan Marie Grubbe ile de bu vesileyle tanıştım. Otuz sekiz yaşında tüberkülozdan ölen yazar insanlığın kütüphanesine birçok eser armağan ediyor. En büyük ilgi alanı botanik olan yazarın Charles Darwin’ den, Fransız realist yazın okulundan ne kadar etkilendiği eserlerinden anlaşılıyor. Eserlerinde dönemin romantizm anlayışını sorguluyor ve eleştiri oklarını elit takıma yöneltiyor. Karakterlerinin dış görünüşlerini değil, iç dünyalarını içten içe kavrıyor. Kinin, başarının, başarısızlığının, karşılıksız aşkın, karşılıklı aşkın çökme nedenlerini… gözler önüne seriyor. Bir bakıma insanın hangi yüzyılda yaşarsa yaşasın benzer duyguları yaşayacağını kanıtlıyor, bize. Karakterleri kendi hayatlarını yaşarken okuyucuyu da hayatlarına dâhil ediyor. Karakterlerini unutulmaz yapan, her birinin kendi doğru/ yanlışlarına tutkuyla bağlanmasıdır. Bu tutkunun gücü okuyucuyu içten içe kuşattığı için, karakterlerini beynine kazıyor okuyucu. İnsan odaklı bir yazarla karşı karşıya olduğunuzu eserin sayfalarını çevirir çevirmez anlıyorsunuz. Fırtına tasviriyle bile insanın ruh halini anlatacak değin mahirdir insan ruhunun gizine ermekte. Eserin gereğinden fazla uzatıldığı gerçeğini karakterlerin canlılığı unutturuyor bize. Çiçekleri, mücevherleri, süsü, ihtişamı seven yazarda yaşadıklarını sömüre sömüre ölmek isteyen bir yaşam sevinci var. Onun kişiliğini güçlü kılan, yaşadıklarından dolayı asla pişmanlık duymamasıdır. Eserlerinde hem insanlık hem de birey için bir kazanım söz konusudur. Modern ve deneysel, psikolojik realist bir yazın anlayışını benimseyen yazarın (1876) Marie Grubbe’si dönemi itibarıyla birçok kadına ve sanatçıya ilham kaynağı oluyor. Onurlu duruşuyla kadını değil bireyi yücelten Marie Grubbe okuyucuyu her okuyuşunda farklı dünyalara götürüyor. Grubbe’nin bilinç düzeyini günümüz kadınının birçoğundan daha üstün bulduğum için Marie Grubbe üzerinde yoğunlaşıyorum. Onun çocukluk döneminden başlayarak yaşadığı her hayal kırıklığının ruhsal olarak kişiliğindeki yansımasına dikkatleri çekmek istiyorum. Her insan gibi o da yaşadıklarının yarattığı canlı bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Onu benim için ilginç kılan hem dönemi itibariyle böyle bir kadın olması, hem bir insanın doğumla başlayan ve ölümle biten yaşam serüvenine tanıklık etmek hem de onun hayatını yaşıyormuşum gibi isyanlarını/ hüsranını/ güvensizliğini/ yenilgisini/ dirilişini yüreğimin derinliğinde hissetmemdir. Kendime yazarın neden Flaubert'in Madam Bovary’sinden bu kadar etkilendiğini? sordum. Gustave Flaubert bu eseriyle on dokuzuncu yüzyılda kadına biçilen kadınlık rolüne dikkatleri çekmekle kalmamış, kadını ikinci sınıf gören ataerkil kokuşmuş ahlâk ve namus anlayışına karşı bir çıkarma yapmıştır. Evli Emma erkeklere tanınan duygularına kapılma hakkını kullanarak yasak ilişki yaşıyor. O dönemde bir kadının kendisini birey olarak algılaması alışılagelmemiş bir çıkıştı. Bu yüzden Emma’sı da pişmanlık ve vicdan azabı içinde kendisini zehirliyordu, yazarın. Bir bakıma onu öldürerek bağnaz toplum bekçilerinin gönlünü almak istedi. Aldığı önlem yazık ki, ne yazara ne de esere karşı yöneltilen öfke/nefreti engelleyemedi. Emma, edepsiz bir günahkârdı. Roman da ahlaki ve dini değerleri istismar ettiği için yargılanacaktı. Flaubert’in bu haklı çıkışı ve cesareti Jacobsen'e ilham vermişti. O da Flaubert’in yarım insan olarak yarattığı, yaşadıklarından dolayı pişmanlık içinde öldürdüğü Emma’yı Marie Grubbe’siyle diriltiyordu.

Hangi yüzyılda yaşıyor olursak olalım, “insan onuruna” yakışır bir hayatı yaşanılır kılmak mücadelesinden ödün verilmemesi gerekiyor. Bu konuda verilen her ödün bir sonraki kuşağın insanlık geleceğini karartıyor. Marie’de, sözcüklerin de insanlar gibi çocukluk, olgunluk ve yaşlılık dönemleri olduğunu algılıyorum. İlk kez, sözcüklerin çocukluğuyla çocuklaşıyor, olgunluğuyla olgunlaşıyor, yaşlılığıyla da yaşlanıyorum. Kendime bakışım değişiyor, yüzümdeki çizgiler yumuşuyor buna karşın ruhumun “insan” olmanın ağırlığı altında ezilmeyen tek bir hücresi kalmıyor. Marie o asil duruşuyla -insanın önce kendisine ihtiyacı olduğunu kanıtlıyor bana. Kendine ihtiyacı olmayan insanın yaşamını anlamlı kılan ilkeleri de olmaz diye düşünüyorum. Eski eserlere olan tutkum bir insanın geçmişine / yaşadıklarına karşı duyumsadığı sorumluluk duygumdan kaynaklanıyor. Geçmişime yabancılaşmadan geleceğime yön vermek istiyorum. Bu çileli yoldan benden önce geçmiş olan yazarlardan/ şairlerden öğrendiklerim sayesinde kırılgan olduğu kadar naif de olan ruhumun her yaşımda tüm berraklığıyla bana ait olmasını sağlayabileceğimi düşünüyorum.

Bu duygularla Marie ile birlikte onun ruh dünyasına doğru yolculuğa çıkıyorum. Amacım onunla dost olmak. Sözünü sakınmayan ve yaşadıklarının arkasında duran bu insanın karşısına çıplak yalnızlığımla çıkıyorum. Yaralarımı onunkiyle yarıştırmıyorum. Yaşadıklarımdan aldığım yaralarımı sarma gücünü dostluğuyla bana vermesini istiyorum ondan. Ağzı süt kokan bir çocuk kadar içtenim söylediklerimde. Kendimi unutmak için ona sığındığımı anlıyor ve benimle kucaklaşıyor. Yüzüne yansıyan merhamette insanlığın acılarını görüyorum. Gözlerindeki şefkat bir büyü gibi içime işliyor. Bir mucizeyi yaşıyoruz birlikte; çünkü yaralarımızı birbirimize gösterecek değin güveniyoruz birbirimize. Canı gönülden konuşmaya başlıyor Marie benimle. Bense mezardaki bir ölü kadar sessiz, karşısında oturmuş onu dinliyorum.

“Oldukça zengin cimri, kuralcı ve kendisinden başka kimseye hayrı dokunmayan Erik Grubbe’nin kızıyım. Çocuk yaşta annemi kaybettim. Babamın sevgilisi bana üvey anne gibi davranıyordu. Onu her gördüğümde tüm vücudum korkudan kaskatı oluyordu. Korku hayatım boyunca gölgem gibi izimi sürüyordu benim. Sevgiye/ sevilmeye duyduğum ölesiye ihtiyacı bastırmak için nefret ve isyan duyguları büyüyordu içimde. Babamın nikâhsız yaşadığı sevgilisinden bir kızı oldu. Kızına “piç” olduğunu hissettiren ve kendi günahının bedelini günahsız bir çocuktan alan bir babanın kızı olmak onur kırıcı. Üvey annem kızıyla daha rahat yaşamak için beni yengemin yanına gönderiyor. Babam bu yaşta bir çocuğun baba evinden evlendiği için değil; yeri olmadığı için çıkmasının çocuk ruhumda yaratacağı sarsıntıdan bihaberdi. Babama bu sarsıntı para, unvan ve şöhret getirmediği için önemsizdi. Bir erkekle yatağını paylaşmadan erkeklerin dünyasına yakın olamıyorsun. Babam koynunda annem değil, sevgilisi olduğu için beni göndermişti yengemin yanına.

“Sevgili Maire, babana dair anlattıklarını dinlerken sohbetimizin şekli değişti aklımda. Seninle sohbetimizi erkek ve kadın üzerinde yoğunlaştıralım istiyorum. Birbirimizle yaşadığımız dönemin kadın/ erkeğine dair gözlemlerimizi paylaşalım istiyorum. Asırların cinsiyet üzerindeki etkilerinin iyi ve kötü yanlarını daha net ortaya koymuş oluruz bu yolla. Babanın yatağına dair yaptığın saptaman yerinde bir saptama. Erkeklerin “erkekliğine” olan düşkünlüğü günümüzde de aynı. Baba olan erkeklerin birçoğu kendisini tam bir erkek gibi hissettiren kadının yatağında babalık içgüdüsünden tamamen arınıyor. Annesi ölen her çocuk yetimdir. Nitelikli kadın önce insan sonra kadındır. Eşlerinin sayısı kadının annelik duygularında değişlik yapmıyor. Nitelikli bir annenin hayatında bir erkeğin ‘erkek’ olarak var olmasının yolu kadının kendisinden olmayan çocuğuyla iyi geçinmesinden geçiyor. Çocuklu kadınların çoğu âşık olmadığı bir erkekle salt çocuğuna iyi davrandığı için evleniyor. Bir baba yatağından bir kadın çocuğundan vazgeçmiyor. Bu sıradan bir ayrışma değildir kadın ile erkek arasında. Bu kadını erkek karşısında yücelten bir saygınlıktır. Bu yüzden babanın sevgilisi babanla kızına kötü davrandığı için tartışıyor ve kızını rahat ettirmek adına seni evinden kovmayı sert bir konuşmasıyla başarıyor. Ama kendisi ölünceye değin kızından ayrılmıyor. Erkek gücünü şehvetten kadın gücünü kadınlık/annelik içgüdüsünden alıyor. Kadında yuvasını koruyup kollamak erkek de gençliğini korumak bir tutkudur. Erkeğin kadınının riyakârlığından başı dönüyor kadın ise bir erkeğinin yapmacık davranışlarından dolayı ilişkisini bitiriyor. Bazı erkekler hakikatin bazıları da entrikanın peşinden koşuyor. O yüzden birçok erkek onurlu ve nitelikli eşini entrika ve şehvet tacirliği yapan kadına tercih ediyor. Gördüğün gibi erkeğin erkekliğine kadının da kadınlığına / anneliğine bakışı hiç değişmiyor.

“ Haklısın Bedriye. Sen bana “geçmiş” ben de sana “ gelecek” diye sesleneyim. Bu hitap biçimini beğendin mi?

“ Çok beğendim.

“Sevgili Gelecek, Sevgisizlikten dolayı kendi yaratıcılığımla tanışmam yıllar aldı. Sevgisiz, ezik, dışlanmış, yalnız ve korkak birisiydim. Zamanla içimde yaşanmamışa, anlaşılmamışa duyduğum merak beni cesaretle tanıştırdı. Cesaret de tıpkı bir bitki gibi önce filizleniyor sonra içinde kök salıyordu insanın. Benim de yıllar sonra kendimle tanışmam bundandır. Laf olsun diye kimseyi yanıma yaklaştırmıyordum. Buna karşın güncel hayatın sığlığı içinde kaybolup giden hayatların yaşamdaki toplam değerinin bir çığ gibi büyüdüğünü görüyordum. Hiç kimsenin hayatı bir diğerinden önemsiz değildir. Bu gerçeği hayatta rol biçen efendiler görmezden geliyor. Zamanla eleştirici ve ayırdedici düşüncenin insana kazandırdığı algıda seçiciliği kavrıyordum. Kendi iç dünyasını içten içe kuşatmak isteyenlerin ruhu ancak bütün dünyayı içine alacak kadar geniş, soylu, cömert oluyordu. Bu cömertlik insana bir başka dünyanın kapılarını açma sevgisi veriyordu. Yeni bir dünyaların kapılarını açmak, farklı farklı insanların yaşamlarına tanıklık etmek insanın ruhsal ve düşüncel gelişimini sağlıyordu. Ben evrensel sevginin izini sürüyordum. Ülkem bir harple karşı karşıyaydı. Toplum psikolojisi gibi muazzam bir güçle tanışıyordum. Halk “ İsa’nın şu sözlerini hatırlatarak:“ Kılıcını yerine koy zira kılıç tutanların cümlesi kılıçla helâk olur,”dediğini anımsatarak (S. 34.) onları barışa ve kardeşliğe davet eden rahibi vatan haini olarak tartaklıyordu. Aynı halk o esnada yoldan geçen ve çıkarlarının barışı için savaşı mubah kılan kralın Milis kuvvetlerinin kumandanı olan yarbayı “kahraman” naralarıyla ödüllendiriyordu. O an halktan beni ve yaşadıklarımı anlamalarını beklememin saflık olacağını algıladım. Yengem sert ve müsamahasız eğitim tarzı hakkında da sabit fikirleri olan birisiydi. Çocuksuz yengem için ben bir projeydim. Politika ve entrika uzmanı yengem bir genç kız olarak beni allayıp pullayıp soylular dünyasına lanse ediyordu. İlk aşkım savaşlardaki başarısıyla ün yapmış genç Albay Ulrik Christian Gyldenlöve idi. Christian’nın kendi doğruları vardı. Uzun yıllar saray çevresinde kalmasına karşın saray adamı olmamıştı. Fazla becerisi olmadığı için gereksiz konuşmayı sevmiyor, görevini yaparken ağzından küfürden başka bir sözcük de çıkmıyordu. On da ilk kez bir erkek tarafından beğenilme duygusu bana cazip gelmişti. Yirmi sekiz yaşındaydı. Şehri askeri öngörüsüyle birçok felaketten kurtarmıştı. Onun kendine olan sarsılmaz güvenine benim gibi kendisine güvenmeyen birisinin âşık olmasını garipseme.

Bana âşık olan ilk erkekti. Bende ancak kitaplarda, ressam tablolarında bulabileceği bir bakirliği görmüş ve gördüğü masumiyet onu –meftun etmişti. Ruhunun/ruhumun hasretini çektiği tüm güzellikler bendeydi bendeki de ondaydı. Ruhumu kemiren öç alma ve isyan duyguları yerini kalp çarpıntılarına bırakıyordu. Yazgım birbirimize söylediğimiz sözcüklerde kalan aşkımızı hayata geçirmemize izin vermedi. Ulrik Christian’nın ölümü ani oldu. Ölümün eşiğinde kendinden geçmiş, bilincini yarı yitirdiği bir anda ziyaretine gittiğimde bana oldukça acımasız davranmış, beni son saatlerinde onu ayartıp günaha sokan bir şeytan olmakla suçlamıştı. İltifatı da hakareti de aynı ağızdan duyuyordum. On yedi yaşımdaydım ve yaşadığım aşk hezimetini unutamıyordum.

“Sevgili Geçmiş, Kadınların çoğu senin gibi ilk erkeğini ruhunun doruklarında taşıyor bir ömür. Christian da bu özelliğinde dolayı yaşadığın her ilişkine damgasını vuruyor. Bir erkekte ilk aşk, kalbinde hissettiği çarpıntıdır. Erkeğin ilk aşkı elde etmek istediği kadındır. Kadın yaralarını kendisine ilgi gösteren erkekle paylaşıyor erkek ise geçmişini birlikte olduğu kadından saklıyor. Bu özelliklerinden dolayı politikada başarılı oluyor erkekler. Erkeğin romantizmi dakikalık kadınınki ise ömürlüktür. Bir erkek âşık olduğu kadının ayağını yerden kesmek için bıkmadan usanmadan mücadele ediyor. Kadın ise âşık olmadığı erkeğe salt kendisi için verdiği mücadeleden dolayı ram oluyor. Erkek ayağını yerden kestiği kadını elde ettiği için gökyüzünden yeryüzüne fırlatabiliyor. Kadında bu durum bir iç sorgulamaya dönüşüyor. Hayal kırıklığına mı yoksa kendini hak etmeyen bir erkeğin yatağına girdiğine mi yansın… Kadının yatağı kişiliği, erkeğin yatağı organıdır. Kadın ilişkiyi beyninde erkek ise organında yaşıyor. Bu yüzden erkeğin yaşadığı her ilişki spermleriyle birlikte yok oluyor kadınınki ise kişiliğinde devasa yaralar açıyor. Ulrik Christian, senin için ulaşılmazdı. Hastalığından dolayı sakat kalsaydı ya da uğrunda cehennemde yansaydın da ona olan tutkun da azalma olmazdı. Onun yerine ölmek için Allah’a yalvarırdın. Kadınların kadınlığını hissetmesi için erkeğin yatağına girmesine gerek yok. Kadının sevildiğini bilmesi onu kadınlığının doruklarında dolaştırmaya yetiyor. Erkek ise yatağına girmeyen kadının yüzüne tükürmüyor. Ulrik Christian’a dönelim… Düşün ki sana bu haksızlığı ölüm döşeğinde yapıyor. Çünkü sen varlığınla onu baştan çıkartıp günaha sokacağın için cehenneme gideceğini düşünüyor. Cehenneme gitmemek için Tanrı’nın rolünü çalıyor ve seni “ günahkâr” olarak yargılıyor. Erkeğin ulaşılmaz aşkı çıkarına dokunduğun anda bitiyor. Ayrılan erkeklerin birlikte olduğu kadınlara yaptıkları hakaretlerin her birini başyapıt değerinde bir eser gibi incelemeliyiz ki, bir erkeğin yatağına girmeden de bir erkeğin iç dünyasına yakın olabilelim.”

“ Sevgili Gelecek, biz kadınlar ilgi duyduğumuz her erkeğin hayatımızı alt üst etmesine izin veriyoruz. Bu olaydan sonra hayatımda gerçekleşmesini isteyecek kadar önemli bir dileğim olmadığı gibi, büyük kahramanlarım da yoktu. Demek ki, yeryüzünde büyüklük mertebesine layık olacak emeller yoktu, olsaydı ben hissederdim diye düşünüyordum. Yeryüzünde her şey küçülmeye, alçalmaya mahkûmdu. Herkes beni tekmeliyordu; çünkü dünyada meyve vermeyen tek ağaçtım. Yüreğimde merhametin ‘m’si yoktu. Donuk gözlerimde korku, dudaklarımda dualar yoktu. Dünyada beni bir varlık olarak algılayan bir tek insanın bile yaşadığını düşünmüyordum. Bu duygularla cebelleşirken kraliyet soyundan gelen albay Ulrik Frederik Gyldenlöve hayatıma giriyordu. Kraliçenin en yakın dostu olan yengemin Ulrik Frederik’in ilk eşinden ayrılmasında önemli katkısı oldu. Kral da onun ilk eşinin yoksul olmasını içine sindirememişti. Onunla aşk üzerine sohbet ettik ilk karşılaşmamızda. Ben: “Bence aşk bir elmasa benzer; çünkü o da güzel ve muhteşem bir elmas gibi seyredilir. Aşk da onun kadar güzel ve sevimlidir; ve elmas nasıl onu yontanlar için zehirli ise, aşk da, ona tutulan kimselerde görülen acayip tavır ve hareketlerle, yaptıkları tuhaf konuşmalara bakılırsa bir nevi zehirlenme, zararlı bir çığlıktır” (s. 92 ) dedim.

Ulrik Frederik ile evlenmem kralı memnun etti; çünkü bana ölen annemden ve yaşayan babamdan hatırı sayılır bir miras kalmıştı. Kişiliğim henüz olgunlaşmadığı için Frederik’in konumu itibarıyla önüme açacağı ufukları düşünmem evlilik teklifini kabul etmemde etkili oldu. Eşim ilk eşinden daha farklı bir aşk ile bağlanmıştı bana. Aşkım tatlı tatlı yaşanan, zaman zaman da melankolik olan bir aşktı; çünkü içinde gençlik iksirini barındırmıyordu. Benim aşkım ise kocamın kollarında bulduğum huzurdu. Kendimi ilk önceleri ne kadar çok aldatırsam kocamı da o kadar mutlu ediyordum. Yüreğimdeki aşka dair parlaklık ilk sevgilimin insafsızlığıyla ölmüştü içimde. Yaralı geçmişimi kocamla paylaşıyor onun geçmişimi unutturacağına, beni gelecek tüm felaketlerden koruyacağına ve beni aşkıyla el üstünde gezdireceğine inandırması başımı döndürüyordu. Kocama zamanla tutku ile bağlanmamın nedeni onun yanımda olmasıydı. Beni terk etmeyen tek insandı. Ve bana aitti. Evliğimiz zamanın ve cinselliğin gemisinden yol aldıkça kocama tutkuyla âşık olmuştum.

“ Sevgili Geçmiş, çok önemli bir noktaya temas ediyorsun. Bir kadının bir erkeğe “ evet” deme nedenleri ile bir erkeğin bir kadına “ evet” deme nedenleri arasında fark var. Âşık olmadıkları erkekle evlenen kadınların birçoğu evliliklerinde eşlerinin gösterdiği anlayışa/huzura ve de sevgiye âşık olduklarını unutup, kocalarına âşık olduklarını sanıyorlar senin gibi. Senin eşine âşık olma nedenlerini ele almak istiyorum. Yanında olan bir erkek olması, senin zaaflarını iyi tanıması, korkularını ortadan kaldıracak teminatları birbiri ardına sıralaması ve bir de aşk dolu iltifatları… Sen de bazı kadınlar gibi bir erkeği hayatına/yatağına “erkek” olarak değil içindeki ruhsal eziklikleri davranışlarıyla ortadan kaldıran bir ruh hekimi olarak hayatına/yatağına alıyorsun. Sana ait olduğunu düşündüğün bu erkeğin yanında kendini ne kadar kandırırsan kocanı da kadınlığınla o kadar tatmin ettiğini itiraf ediyorsun. Evlilikler bu türden kandırmacalarla sürüyor. Bazı erkekler kadının her alanda güçlenmesini ve birey olarak bilinçlenmesini neden istemiyorlar sanıyorsun?. Satın alınamaz olan kadınların birçok erkek düşmanı var. Bir erkek istediği kadını elde edemediğinde üzülüyor; ama bu üzüntüsü onda kendisine yıllarca sürecek bir güvensizliğe yol açmıyor. Mahcup bir kadında durum farklı gelişiyor. İlgi duyduğu bir erkeğin kendisine âşık olmadığını anladığında ilişkisini içine gömüyor ve bir daha hiçbir erkeğin kendisine ilgi duymayacağını düşünüyor. Sahip olduğu güzellikleri onu ezik bir insan olmaktan kurtarmıyor. Eşinin aşkını anımsayalım birlikte. Neden gençlik iksiri barındırmıyor sana dair aşkı? Arayışınız farklı. Büyük bir aşkla evlendiği ilk eşinden kral ve kraliçe istediği için bir anda ayrılıyor ve seninle evlenme nedenleri arasında senin zengin olman etkili oluyor. Eşinin senin karşında ezildiğini gördün mü? Ezik bir insanın ezikliğinde saflık da vardır. Her türlü saflık özünde masumiyeti barındırıyor. Eşinin, ilk eşini kokmuş bir çöp poşet gibi kapıya koyduğu için vicdan azabı çektiğine şahit oldun mu? Erkeğin kendisini el üstünde taşımasından etkilenen ve böyle bir beklenti içerisine giren kadın çoktur. Ama duygularımız öylesine naif, öylesine sevilmeye, öylesine fark edilmeye hasret ki, bu hasretin karşısında aşk da dâhil olmak üzere hiçbir güç dayanmıyor.

“Sevgili Gelecek, haklısın. Bir erkek yaşadıklarından olgunlaşmıyor. Yaşadıklarından erkekliğine olan bağımlılığı artıyor sadece. Kocam, beni de saray çevresine ve kralın gözüne girmek için terk etti. Terk edilmişliğin ruhumda yarattığı boşluğu onunla paylaşmadım; çünkü ondan bu naifliği bekleyemeyeceğimi öğrenmiştim. Biz samimiyetimize yaraşır samimiyeti karşımızdaki insandan da bekliyoruz; çünkü karşımızda o kadar samimiler ki…

“Sevgili Geçmiş, samimiyetsizliklerinde gerçekten samimiler. Sana yaklaşabildiği kadar sen onunsun. Samimiyet erkeklerde dakikalıktır cinsel ilişki gibi.

“ Sevgili Gelecek, Eşim, saraydaki asillerin kendisinden uzak durmasından ürküyordu. Bu yüzden kralı ikna ederek İspanya seyahatine çıktı. Bu seyahat ona şan şöhret kazandıracaktı. Kral oğlu olarak kocamın iyi korunacağını bildiğim halde uzun sürecek bu seyahatin ilişkimizi zedeleyeceğini düşünüyordum. Endişeliydim. Evliğimiz gibi aşkımız da henüz açmamış bir tomurcuktu. Bu tomurcuğun içerden ve dışarıdan gelebilecek fırtınalara dayanması mucizeydi. Kocam da beni herkes gibi terk etmişti. Bahar çiçekleri arasında üstü açık bir mezardan farkım yoktu. Hislerimin denizi içimde donmuştu. Duygularım içimde bir köpek gibi havlıyor ve beni uyutmuyordu. Eğlenceli biri olma özelliğimi yitirdiğimden saray çevresinden ziyaretime gelen olmuyordu. Gençliğimin baharında hayatın tüm zevklerinden mahrum kalmıştım. Kocama duyumsadığım aşk içimde büyüdükçe irademe hâkim olmakta zorlanıyordum. Ne yaşadığım mekânı ne de bastığım yeri hissetmiyordum. Duygularım uyuşmuştu. Vahşi bir hayvan gibi kolumu ısırıyor, acıyı damarlarında hissettiğimde ise kolum kanlar içinde kalıyordu. Kendimi güvende hissettiği tek sığınağım yalnızlığımdı. Sınırları çizilmemiş aşka sınır çizmek istiyordum acılarımdan. Aşkımın mirası yıkıntılarımdı. Bu yıkıntılar dış görünüşümü değiştiriyor, hareketlerimi yavaşlaştırıyordu. Kilo alıyordum. Acı ve özlem dolu bekleyişlerim sona erdi bir gün. Kocamın değil beni idama götüren cellâdımın kollarındaydım sanki. Tanımadığım bir yabancıydı, o. Aşka mı yoksa aşkın merhametsizliğine mi yenildiğimi bilmiyordum. Kocamın yanında annesi gibi duruyordum. Kadınsı bir içgüdüyle dış görünümünden dolayı onu başka kadınlara kaptıracağımı düşünüyordum. Aşk gibi ayrılık da acımasızdı. Kocamın bana karşı duyguları da içten içe değişmişti. Onu her koşulda bekleyen kölesiydim. Saygınlığıma, aşkı uğruna çektiği soylu acılarıma yakışan soylu sözcüklerle değil, bir efendinin kölesine seslendiği gibi bana sesleniyordu. Kaba saldırılarla benden kendisinin hakkı olduğunu düşündüğü aşkını istiyordu. Bana bir eşyaya sahip olur gibi sahip oluyordu. İlk günlerimizdeki gibi ona ruhani bir bağla bağlı olduğumdan şüphe duymamasını kabullenemiyordum. Nefretin esiri olmuştum; çünkü köpeklerine davranışı ile bana davranışı değişmeyen eşim, beni bırakıp gittiği için benden bir özrü esirgemişti.

Ruhum sonbahar yaprağı gibi sarı ve kupkuruydu. Bilinçsizce hareket ediyor davranışlarımı da kontrol edemiyordum. Böyle bir ruh hali içinde kocamın açık olan gömleğinden vücudunun canlılığını görmem beni çıldırtmıştı. Sıcak olan duyguları değil, göğsünün sıcaklığıydı. Bendeki sıcak duyguları öldüren bu adamı ben de öldürmeliydim Elimdeki bıçağı onun göğsüne sapladım. Eliyle kendisini korudu. Bu olayı onun zihninde silmek için verdiğim tüm çabalar sonuçsuz kaldı. Kocamın içinde kopan fırtına ile benim içimde kopan fırtınanın yaz ve kış mevsimi gibi ortak hiçbir yanı yoktu. Kocamın ezikliğinin nedeni kralın gayri meşru oğlu olduğu için onu kendilerinden üstün tutmayan nüfuzlu asillerin çoğunlukta olduğu memlekette bir presten başka bir şey olmaması… Benimkinin ise aşkımı şan ve şöhrete değişmesiydi. Paramla hayallerine kavuşan eşim beni kendisine yakıştırmıyordu.

Onu başka bir kadınla yakaladığımda ise benimle birlikte eve gelmek yerine sevgilisinin yanında kalmayı yeğledi. İhanetin büyülü gücüyle o gün tanışıyordum. İhanet içimde bir başka özgürlük duygusu yaratmış ve beni aşkın esiri olmaktan kurtarmıştı. Bana bu gücü veren sahip olmaktan gurur duyduğum faziletlerimle birlikte kadınlık gururumun yaralandığını görmemekti. Gururuma düşkünlüğümün karşısında kocama duyumsadım aşk pespaye bir duyguydu. Nezaket ve aşk dolu sözleri duymayı beklediğim o dudaklar kirlenmiş, o bedende bana ait olan masumiyetten eser kalmamıştı. Buna karşın bir eş olarak kocamı kral ve kraliçenin karşısında gururla temsil etmeyi sürdürüyordum. İçsel özgürlükle ilk kez tanışıyordum. Kocam da dâhil bana acı çektiren insanlardan nefret etmiyor, öç almak da istemiyordum kimseden. Yaşadıklarımla barıştım. Şikâyet etmeyi bıraktım. Ezik ve yenik değildim. Kocamı ne hakir ne de kahraman olarak görüyordum. Onu ne suçluyor ne de acıyordum ona. Ondan aşkı dâhil isteyebileceği hiçbir şey kalmamıştı. İsteyebileceklerimi kendimden isteyecektim. Kendimden isteyeceklerimi kimse benden alamazdı. Bir kadın değil; bir bireydim. Yüce ve kutsal olan duygu ve düşüncelerimdi, insanlar değil. Beni yücelten fikirlere ihtiyaç duyuyordum. Beni dış tehlikelerden koruyan korkularım, ezikliklerim, sevgi bekleyişlerim de değildi; ezikliklerimin, korkularımın, ille de başkaları tarafından sevilme beklentilerimin üstüne çıkan irademdi. Sözcüklerim değişiyordu. Güzelliğim şehvet çağrıştırmıyordu. Erkekler de beni bir gecelik birlikte olacakları kadın olarak algılamıyorlardı. Kişiliğimle onların ulaşmayı hayal bile edemedikleri bir kadın olma yolunda emin adımlarla yürüyordum. Eşim yeniden bana âşık olmuştu. Beni yeniden kendisine tutkuyla âşık etmek için her türlü yola başvuruyordu. Bir zamanlar köpeğin önüne kemik atar gibi içinden söküp attığı aşkın önünde diz çöküp af dilemek ve beni başka kadınlarla kıskandırarak aşkımı kazanmak istiyordu. Kıskandırma işini sevgilisini birlikte yaşadığımız malikâneye getirecek kadar ileri götürdü. Yatak odamın yanındaki odada eşimin sevgilisiyle birlikte uyuması beni rahatsız etmiyordu. Aşk varsa kıskançlık vardı. Tutku varsa şehvet vardı. Yaşama tutkuyla bağlıydım. Acıyı da sevinci de kalbimle yaşıyordum. Rehberim kalbimdi. Karnaval eğlencelerindeki gibi geçici olan ne acıya ne de sevince yer yoktu kalbimde. İnsan kendisini güçsüz ve ezik hissediyordu mutlu insanların karşısında. Dileklerim gerçekleşmese de bedbaht bir insan olsam da yine de eziklik hissetmeyeceğim kimsenin karşısında kendimi. İnsana dair tüm yenilgilere lades diyecek gücüm vardı içimde. Gençliğime yaşlılığın bilgeliği yakışmıştı kadınlığıma da sıra dışı bir büyü katmıştı. Âşık olacağım erkek duygularıyla sohbet eden birisi olmalıydı. İçsel özgürlüğünün insan iradesine katacağı kazanımları ve bu kazanımların insana kazandıracağı gerçek zaferlere benim kadar yakın olmalıydı. Eşimle boşanmadan önce onunla aramızda geçen bir konuşmayı seninle paylaşmak istiyorum. Eşim: “Aşk, Jericho gülü denilen bir bitkiye benzer; kuraklık olursa kurur, içine büzülür. Ama arkasından bol çiçekleriyle tatlı, sevimli bir gece gelince tekrar bütün yapraklarını açar, eskisi gibi yeniden yeşerir, tazeleşir. Siz kadınlar… biliyorum kadınlar arasında öyleleri vardır ki, bir erkeği sevdikleri zaman, tekme ile kovulsalar bile tekrar sevdiklerine döner, ebediyen, tekrar tekrar onlara geri gelirler. Çünkü onların aşkı her türlü yaralanmalara karşı şerbetlidir.(s.164-165) Benim yanıtım: “ Evet, söylediğiniz doğru, sayın kocam, ben de… Biliniz ki ben de bir öyle kadınım… Ama siz… ona layık bir erkek değilsiniz.”(S.165.) Kocam benim elmaslara ve lüks hayata olan zaafımdan yararlanmak istedi ve beni ona dönmem karşılığında tepeden tırnağa mücevherlerle donatmayı teklif etti. Bana, paramla fiyat biçen eşime tepkim sert oldu: “ Eğer sen aşkımı hind kumaşlarına, sansar derilerine bürüsen; arkasına samur kürkler, başına altın taçlar, ayaklarına en halis cinsinden elmas pabuçlar giydirsen; onu ben yine pislik ve necaset gibi kendimden fırlatır atarım! Çünkü ayağımla bastığım toprak, benim için onların hepsinden kıymetlidir. Vücudumda seni reddetmeyecek tek zerre, damarlarımda tek damla kan yok... İşitiyor musun? Ruhumda senin adını çağıran tek köşe yok! Söylediklerini iyi anla! Ben, sana ram olmakla vücudunu öldürücü bir hastalığın ıstırabından, ruhunu cehennem azaplarından kurtaracak olsam bile bunu yine yapmam!”(S. 174. )

Sevgili Geçmiş, konuşmana müdahale etmemek için kendimle mücadele ediyorum içten içe. Anlattıkların gerçeğin gün ışığına çıkmamış yüzü. Acıyı ve mutluluğu aynı duyguyla yaşamak mümkün mü? Sağ kolunun damarlarında kan yerine acı, sol kolundakinde ise mutluluk var. Cinsiyetlerinin üstüne çıkan kadın çoktur ama erkekliğinin üstüne çıkan erkek istisnadır. Bir kadın genç kızlığında kadınlığını yaşıyor anneliğinde ise insanlığını. Bir erkek ise ölüm döşeğinde bile kalan son gücünü bir kadınla beraber olmak için harcamak istiyor. Yaşadıklarını irdeliyorum. Hayatının baharında seni terk eden bir erkeğe duyumsadığın sıra dışı bir tutkuyla kendini gözden çıkarıyorsun. Bu gözden çıkarışın heybeti tutkunla yarışacak kadar ürkütücü. Hayatını anlamlı kılan hiçbir güzelliğin içinde filizlenmesini istemiyorsun erkeğin yanında olmadığı için. Onun kölesi olduğunu ona kanıtlayan da Ona efendin olma gücü /güvenini veren de sensin. Birbirinize verdiklerinizin listesini çıkar. Göreceksin ki, eşinin davranışlarının tümü kendi çıkarlarına el açıyor senin ki ise onun çıkarlarına kusursuz hizmet edip etmediğini ispatlamak adına sana eziyet ediyor. Ruhunu, duygularını, düşüncelerini, vücudunu… bir köpeğin önüne kemik gibi atan da sensin. Düşünsene; duyguları, düşünceleri, ruhu… olmayan bir insan “ insan” mıdır? Kendini gözden çıkararak insanlığını pazarlıyorsun aslında. Ruhlar âlemine giriyor ve ‘kadın’ ruhunu çağırıyorum şu an. Görüyorum ki, senin kişiliğindeki kadınların birçoğu benzer işkencelerle ruhlarına eziyet ediyorlar. Kendilerini bir bütün olarak hissetmelerini böyle sağlıyorlar. Aşkın mazoşist yanı en çok nitelikli kadını çarpıyor. Çünkü öyle kadınlar için âşık olduğu erkekten başka erkek yoktur dünyada. Oysa denizde ne balıklar var… Senin dirilişini ele almak istiyorum. Duygularının aşkına eren kadınlar acılarından kendilerini yeniden yaratıyorlar senin gibi.

Bir erkek bir kadın için dünyevi varlığını ortaya koyar; ama aynı kadın için hayatını /erkekliğini gözden çıkarmaz. Örnek bıçak meselesi. Bu basit olay onda güven bunalımı yaratıyor sana dair. Ona göre senin kastın hayatınaydı ve senin aşkın da onun hayatından daha önemli değildi. Bir anda senden uzaklaşıyor. Onun güvenini yeniden kazanmak için çırpınıyorsun. Yanında annesi gibi duracağın için seni eşi olarak kendisine yakıştırmıyor. Aşkından genç yaşta acıdan yaşlanmanın bir anlamı yok onun için. Erkeklerin birçoğu ruhsal sağlığı zinde olmayan bir kadınla zaman geçirmek istemiyor. Onlar sağlıklı, şen şakrak cilveli kadınlarla zaman geçirmek istiyorlar. İsteklerinde haklılar; çünkü mutlu olmak istiyorlar. Senin ruh durumun eşinde sıkıntı yarattığı için eşini genç sevgilisinin kollarında görüyorsun. Ona eskisi gibi şarlatanlık yapıp eğlendirmediğin için de ihanetini yakalamanı sıradan bir olay gibi görüyor. Seni eve gönderiyor istek ve şehvet dolu arzularla kendini atıyor sevgilisinin kollarına. Erkekler kadınlarından bir yatağı yüzünden, iki yerleşik düzenleri bozulmasın diye çekiniyorlar. Erkeklerin ilk kadını birlikte olmadığı kadındır. Yani bakirliğidir benim gözümde erkeğin. Sen kocanın değil de cellâdının kollarında olduğunu hissediyorsun; çünkü eşinin uğrunda çektiğin acılara layık bir insan olmadığını biliyorsun. Kadınlar da onurunun yaralanmasının karşılığı kadının kişiliğine göre değişiyor. Her kadın da senin gibi bir dirilişle işin içinde çıkmıyor. Kadının ruhsal /duygusal çıkmazlarının çeşitliğinin analizini yapmak tıpkı dünyadaki tüm çiçek türlerinin sayısını bilmeye benziyor. Aşkınız gibi evliliğinizin de körpe olması değildi eşinle yaşadıklarınızın nedeni. İkinizin de birbirinizi içinizde koyduğunuz yer eşit değildi. Haksız bir alışverişti bu. Âşık bir kadını ihanet kadar yaralayan bir başka duygu da âşık olduğu erkekte kendisine dair duygusal izlerin yok olduğunu ya da kirletildiğini görmektir. Kirletilmişlik hissi senin gibi onurlu kadınlarda duygusal/ruhsal bir tiksinti yaratıyor. Ruhsal tiksinti yaşayan kadınlar hayatlarına girmek isteyen erkeklere karşı oldukça ihtiyatlı davranıyorlar. İhtiyatı aşka tercih ediyorlar anlayacağın. Kıskançlık aşkın meyvesidir. Gözünde değeri pul kadar olmuş bir erkeği kıskanmayı bırak seni bırakıp da başka kadınlarla birlikte olmasını bir mükâfat olarak karşılarsın. Kocasına kız isteyen kadınları anımsa. Gereğinden fazla kıskançlığı akıl tutulması, olması gereken kıskançlığı da bir onur bir saygınlık mertebesi olarak görüyorum ben. Kıskaçlığın cinsiyeti yoktur. Eşinin seni kıskandırarak ona olan duygularını analiz etme yöntemi insan psikolojisi bakımında tutarlı bir metot. Bir erkek her türlü hakaret ettiği kadınla aynı akşam yatabilir ve o kadına aşkının büyüklüğünden dem vurabilir. Nitelikli bir kadın kendisine ağır hakaretlerde bulunan bir erkekle yatmaktansa ölmeyi tercih ediyor. Bu yüzden kocasından dayak yiyen birçok kadın tanıyorum. Erkek kendisiyle yatmadığı kadınsa onu başka kadınlarla aldattığı için kin duyuyor eşine.

Sevgili Gelecek, Özgür ve zengin bir kadındım. Lüks hayatın ve mücevherlerin içinde yüzüyordum. Seyahate çıktım. Paris’te iken akrabam Sti ile birlikte oldum. İnsanın öğreneceklerinin yaşı yoktu. Yaraların insandan alacağı intikamı unutmasaydım Sti ile birlikte olmazdım. Onunla önce dost sonra sevgili olmuştuk. Benim bir erkekten duymayı hayal ettiğim soylu duygularla bana sesleniyordu. Bu derinliği olmayan adam kocamın bende bıraktığı boşluğu dolduracağına ikna etti beni. Yüce saydığım Sti aslında köle ruhluydu. Mağrur ve güçlü kişiliği bir görüntüden ibaretti. Böyle bir korkak zavallıyı her kadının hayalini süsleyen bir erkek olarak algılamış, acı ve mutluluğu onunla paylaşmaktan sonsuz haz duyacağımı sanarak -kendime ihanet etmiştim. Bir erkek bile olmayan Sti’den ayrıldım. Sti ayrılmadan önce bana şu kehanette bulundu: benim âşık olabileceğim erkek aşkını bana itiraf ederken asla şüpheye düşmeyecek, karşımda ezilip büzülmeyecek, beni tıpkı has altın gibi eğip büken biri olacak. Ben de bu özelliklerinden dolayı ona boyun eğeceğim. Bu erkeğin kendine güveni tam olduğu için benim paha biçilmez kişiliğim/ güzelliğime daha az değer verecek. Ben de bana kendinden daha az değer veren bu erkeğe - âşık olacaktım. Aşkın var olan ve asırlar boyu da varlığını sürdürecek kanunu buydu.

Sevgili Geçmiş, zihinsel/düşünsel esaretten kurtulmak demek, güncel hayata adapte olmakta zorluk çekmeyeceğin anlamına gelmiyor. Duygusal doyuma erişmemiş bir kadının yüreğinde adını koyamadığı boşluklar vardır. Boşlukların intikamı küçümseme. Dünyevi hırslarını tatmin ettiğin için sevgiye/sevilmeye ihtiyaç duyuyorsun. Başka ülkelerin yaşam kültürüne tanıklık etmenin insan kişiliğinin gelişimindeki olumlu yanlarının farkında olman anlamlı. Sti konusunda seninle hemfikir değilim. Sti’nin sana olan aşkına yürekten inanıyorum. Her erkek gibi o da seni nasıl elde edeceğini biliyordu. Senin yanında, senin benzerin bir erkek olarak görülmeseydi senin güvenini kazanabilir miydi? Sti çapkın bir erkek olduğu için bir kadının bir erkeğe güvenmesinin aşktan daha önemli olduğunu biliyordu. Çapkın erkeklerin en önemli meziyetleri namuslu kadını yürüyüşünden tanıyor olmalarıdır. Bana göre namuslu kadına hak ettiği saygıyı sadece çaplık erkekler veriyor. Çapkınlığın erkekte yarattığı doyum da senin dünyevi hırslarına duyumsadığın doyumla eşdeğeridir. Aslolan nitelikli olanı niteliksizden ayırmaktır. Bu birikim bir bilim dalı olmayı hak edecek kadar üzerinde araştırma yapılmasını hak ediyor. Elli yıl daha Ulrik Frederik’le evli kalsaydın seni hangi niteliklere sahip bir erkeğin zapt edeceğini algılayamazdı. Çapkın erkek sıradan kadını sesinden tanıyor. Ve sıradan bir kadının erkeğe vereceği şehvetin bile bir kazanımdan çok o erkek için kayıp olduğunu biliyor. Çapkın kadın/erkek çapkınlıkta şerbetli oldukları için karşı cinsin tuzaklarına kolay kolay düşmüyorlar. Bu da ödedikleri bedellerin mükâfatıdır. Erkeğin hasından hayat kadınlarının anladığı gibi. Hayatına giren erkeklerin içinde sana tüm benliğiyle âşık olan tek erkek Sti’dir. Sti, kadınlığına değil; kişiliğine âşıktır. Seni kazanmak için köle ruhundan sana yarışır bir erkek yaratması bile sana olan aşkının büyüklüğünün, ulaşılmazlığının kanıtıdır. Onun yarattığı erkek seni gerçekte hak eden bir erkekti. Gerçekte ise senin bir benzerin olmadığı gibi seni gerçekten de hak eden bir erkek de yoktur dünyada. Sti ne yapsın. Bu yüzden birlikte olduğun erkekler içinde aşkının en ağır bedelini Sti ödüyor. Seninle derinliği/ kalıcılığı olan nitelikli bir paylaşımın doyumuna erdi. Senden sonra sıradan kadınlarla mutlu olmak bir yana erkekliğinin dakikalık zevklerinden de mahrum kaldı. Bu bedel bir erkeğin ruhsal/düşünsel/ bedensel olarak kendisini kendi elleriyle hadım etmesidir.

Sevgili Gelecek, yorumlarını sıra dışı bulduğumu bilmelisin. Sti, hakkındaki düşüncelerimi alt üst ettin ruhumda. Seni dinleyince gerçekte senin haklı olduğunu hissediyorum. Sti’den ayrıldıktan sonra servetimi tükettiğim için babamın yanına döndüm. Babam beni çıkarı için her türlü üç kağıtçılığı yapan, zeki, cimri, şeref, hasiyet duygularından mahrum şişman, kısa boylu kralın adli müşaviri Palle Dyre ile evlenmeye mecbur etmişti. Yılmıştım. Kendime güvenimi yitirmiştim Sti ile birlikte olarak. Kendimi cezalandırmak için hayatımın kontrolünü eline verdiğim adam midemi bunaltıyordu. Eskisi gibi vücudum kaskatı kesiliyordu. Asil ve yüce olan her şeye karşı kaba olduğu kadar da küstahça bir tavrı benimsiyordum. Karının ve erkeğin kendi yollarında yürüdüğü bir evliliğin başkahramanıydım.

Sevgili Geçmiş, Sti konusundan dolayı kendini cezalandırman, kendi içinde kat ettiğin mesafenin büyüklüğünü ve kendine karşı duygularının ne kadar samimi olduğunu kanıtlıyor. Kendini cezalandırmak adına seçtiğin yöntem acılarınla yarışacak kadar acımasız olmalıydı ki, seni zapturapt altına alsın. Ruhsuz bir kadının birlikte olacağı erkeğin hangi türün temsilcisi olması neyi değiştirir içinde? Duygusuz bir ruh ve kaskatı bir vücutla ancak böyle vasıflara sahip bir erkekle evlenebilirdin. Sen bu tür niteliklere sahip bir erkekle mutlu olsaydın işte o zaman kendini kazanma şansını sonsuza dek yitirirdin. İnsan ruhu bir kez alçalmaya alışmaya görsün alçalmayı alışkanlık haline getiriyor…

Sevgili Gelecek, merak ediyorum yaşadıklarını da bu denli derinden irdeliyor musun? Ya da yaşadıklarını da bu kadar nesnel değerlendirebiliyor musun? Ben de eski canlılığımı bana kazandıracak bir iksire ihtiyacım olduğunu anlıyordum. Bende bu kadar büyük bir etkiyi yaratacak iksir baş hizmetkârım Sören’di. Onunla karşılaştığım ilk andan itibaren gençlik aşkı içimde kuşlar gibi kanat çırpmaya başladı. Hislerim korkuyla karışık bana geri dönmüştü. Bu yaşta soluğumu kesen gizemli bir duygunun esiri olmuştum. Güneş açmıştı duygularımda. Bir hizmetkârın aşkını gelip bana itiraf etmesi bir mucize diye düşünüyordum. Sören, o kadar cesur muydu? Ya da bu kadar büyük bir tehlikeyi göze alabilirdi benim için?

Sören, bir gün karşıma dikilip imkânsız aşkından dolayı kendisini intihar edeceğini söylediğinde ne yapacağını şaşırmıştım. Deliydi. Dediğini yapmaktan onu alıkoyduğumda kollarında titriyordum. O gün başladı yasak ilişkimiz. İlk kez bana emir veren bir erkeğin emirlerini gönüllü olarak yerine getiriyordum. Sevgilimin korkusuzca aşkını sahiplenmesi, efendisinin karşısında kendisini ezik hissetmemesi hayattan ve aşktan ne beklediğini bilmesi beni ona meftun ediyordu. İlişkimiz bazı felaketleri de getirdi beraberinde. Sören bana aşkını kanıtlamak için sözde nişanlandığı sevgilisini bıçaklamış ve ortalıktan kaybolmuştu. Olay duyulup ortalık birbirine girdiğinde kocamdan boşandım sevgilimle evlendim. Üçüncü evliliğimle hayat standardım da düşmüştü. Sarhoş olup beni döven kocama delice âşıktım. Aşk tüm davranışlarını hoş görmemi sağlıyordu. Bu anlaşılması zor durum beni aşkı için her şeyi göze alan kadınlardan biri yapıyordu. İlk kez bir erkek benim için katil olmayı göze almıştı. Kocamın benim için gerektiğinde her türlü deliliği yapacağını biliyordum. Onun hiçbir hareketinde riyakârlık yoktu. Sören’in içinde büyüdüğü kültür ile benim içinde büyüdüğüm kültür farklıydı. Geçmişinin ve yoksulluğun kölesi olmamasına saygı duyuyordum. Sören’in kendisine âşık olduğunu hayal edemediği hanımefendisini dövmesi insanların elde edilene karşı hoyrat tavrını ortaya koyuyordu. Kocama babamdan kalan son parayla Falster’in Burrehus mevkiinde karşıdan karşıya insan taşımak için kayık satın aldım. Eşimle birlikte kayıkta ırgat olarak çalışıyordum. Kendimi yapmacık ve ikircikli davranışlarımdan arındırmıştım. Bir zamanlar bana hizmet eden halktan birisiydim ve sade vatandaşlara hizmet etmekten mutluydum. Kibirden eser yoktu ruhumda. Yoksulluğumu da ihtişamlı hayatım gibi aynı mağrur gururla taşıyordum. İnsan müsveddesi bile olamayan soylu sosyetelere meydan okuyordum davranışlarımla onları küçümseyerek. Sören gibi gerçek halkı küçümseyen soylu (!) tabakanın arasında Sören’le kol kola yürüyordum. Ulaşmak isteğim kişiliğe ulaşmıştım. Bedel ödeye ödeye insan kendisine yaklaşıyor. Bahtiyardım. Eşim cinayette teşebbüsten üç yıla mahkûm oldu. O hapisten çıkana dek evin geçimini tek başıma sağladım. Bir yontu heykeltıraşı gibi ben de ruhumun heykeltıraşı olmuştum. Hayatın tüm boyutlarını tanımıştım. İhaneti, zaferi, yenilgiyi, zenginliği, yoksulluğu… Hâlâ asiyim. Asiliğimi çok seviyorum.

Sevgili Geçmiş, Sören’in hayatına girmesini yadırgamıyorum. Onun uğruna ödediğin bedelleri de. Gerçekte derinliği olan hiçbir ilişkide statüler ve standartlar olmaz. Aslında üstünlük de olmaz eşit ilişkilerde. Sizin ilişkiniz eşit değildi. Sören’le kendini temize çektiğin için Sören’i bir erkek olarak kıymetli buluyorsun. İlk kez yaşadığın bir ilişkide kişiliğini geliştirerek kendini ifade ediyorsun. Bu yüzden kayıkçıda çalışman seni rahatsız etmiyor. Yoksulluğun insana kazandırdığı duygusal ve ruhsal ganimetlerin yanında elmasların/pırlantaların beyhude anlamsızlığını kavrıyorsun. Ruhun parlıyorsa parlaklığın kıymeti vardır. Tutkunun kadını, seni asil yapan sözlerin ve davranışların arasında mesafe olmamasıdır. Bu yüzden Sören’in sıra dışı kabalığının içinde gizlenen doğal yanını bir mücevher gibi boynunda taşıyorsun. Sen; Sören’in değerlerini sahiplenişine âşıktın; ama Sören senin gibi soylu ve güzel bir kadının üzerinde kurduğu hâkimiyete âşıktı. Sören onu hakir gören üst tabakadan intikamını sana hükmederek alıyordu. Bu güçten aldığı güvenle seni dövme hakkını kendinde buluyordu. O’nun erişilmez öz güveninin mimarı da sendin. Çünkü sen soyluların içinde Sören’le kolkola dolaşarak soyluları ne kadar küçümsediğini, Sören’i onlara tercih ettiğini kanıtlıyordun. Senin gibi kadınlar bir erkek için her şeyini feda ettikleri gibi dayağa bile katlanabilirler yeter ki, erkekleri onlara ihanet etmesin.

Sevgili Gelecek, sohbet ettiğim köy hocasının içinde bulunduğum durumun dışarıdan nasıl göründüğünü tüm çıplaklığıyla açıkladığı sözleri ile benim onun sözlerine verdiğim yanıtı seninle paylaşıyorum: “İtiraf edeyim ki, dedi, sizin böyle bir ahırcı ve dilenciyi, nezaket ve kibarlığın üstadı, fevkalade incelik ve nezaketleriyle kendilerini herkese sevdiren kimselerin bir örneği olarak her tarafta övülen son Exellans umumi vali gibi Chevaller’e nasıl tercih edebilmiş olduğunuza ben asla akıl erdiremiyorum.” (s.250-251) Eğer o (modaya uygun ahlâk mektebi ) adı verilen kitap gibi bütün bu meziyetlerle dolu bile olsaydı, yine benim nazarımda kıl kadar değeri olmazdı.” Siz, doğru bulduğu bir hayatı yaşamış, fakat bunun için ileride bir mükâfat ümidi beslememiş, bu yolda Tanrı’ya el açmamış insanları, bir defa bile dua etmemiş olmalarına rağmen Tanrı’nın reddedeceğine, kendinden uzaklaştıracağına inanıyor musunuz?(s.252)

Hapisten çıkan eşimi kaybettim. Uzun bir ömür yaşadım. Ölürken ne papaza günah çıkardım ne de bana şaraplı ekmek sunabildi kimse. Aydınlık bir yaz günü öldüm. Beni kocamın yanına gömdüler; cenazeme sadece fakir halk katıldı.

Sevgili Geçmiş, senden başka kadına âşık olmayan Sören, aşkın uğruna işkenceden ölüyor. Onu ayrı bir yere koymamın bir başka nedeni de dünyasına ait olmayan bir kadının kalbinde hissettirdikleridir. Bazı erkekler kendilerini karşısında ezik hissetmemek için güçlü kadınlarla evlenmek istemiyorlar. Sören eğitimsizliğine rağmen senin güçlü olmandan rahatsız olmuyor. Onun sana dayak atmasının asıl nedeni de mensubu olduğu toplumun değer yargısında kadını dövmenin meşru olması. Sana vurarak mensubu olduğu toplumun saygınlığını kazanıyor. Ona âşık olduğun için pişmanlık duymaman, onun uğruna ödediğin bedelleri hak ediyor kanımca. Köy hocasının sözlerine gelince… Onun sözlerinin her biri bir zamanlar içinde yer alamadığın için kendini hırpaladığın dünyanın fotoğraflarıdır. İçinde yaşadığımız akılcı dünyanın özetidir o sözler... O özetin içinde yer almadığın için ne kadar bahtiyar olsan azdır diye düşünüyorum. Kocanın mezarına gömülmeyi hak ediyordun, yanına değil.

Sevgili Gelecek, ben yaşam serüvenimi böyle noktaladım. Sana tavsiyem yaşadıklarında/ yaşayacaklarından pişman olmaman. Geride öyle bir hayat bırak ki, tıpkı senin beni onurlandırdığın gibi seni de onurlandıran birisi olsun yaşayanlardan. İçinde dışında yaşam dolu ayrıl hani dünyadan. Ölümün de geçmişin / yaşadıkların gibi soylu olsun. Bırak mezarından dışarıya taşsın maruz kaldığın ama boyun eğmediğin ihanetler, yalanlar, üç kâğıtçılıklar, para hırsları, insanı arkadan vuran kalleşlikler, Tanrı’sını bir bardak çaya satan samimiyetsizlikler .


Kaynak: Marie Grubbe. Jacobsen. Milli Eğitim Basımevi. Çeviri: Prof. Selâhattin Batu. S.253.

03.02.2013.


Bedriye KORKANKORKMAZ



2189










   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)