Sevmek/Yaşamak ve Yazmak için Yaşayan: STENDHAL / Bedriye KORKANKORKMAZ
Bedriye KORKANKORKMAZ

Bedriye KORKANKORKMAZ

Sevmek/Yaşamak ve Yazmak için Yaşayan: STENDHAL



Stendhal’ın yazın dehasının yanında akılcı dünyaya attığı nanikler de ilgimi çekiyor. Hayatla insanın hakikatine vakıf bu adamın, yalanı dünya görüşü olarak algılaması ÅŸaşırtmıyor beni; çünkü insanların maskeleri ardında yaÅŸadıkları gerçeÄŸini kanıksamak yıllarımı aldı. Yaşım ilerledikçe hayatı bir maskeli baloya benzetiyorum. Maskelerin yaÅŸamda kapladığı alanın insanlığın kapladığı alana eÅŸit olduÄŸunu düşünüyorum. İnsanoÄŸlu doÄŸumla baÅŸlayan yaÅŸam serüvenini ihanetlerle, yalanlarla, aldatmacalarla noktalıyor. Stendhal kendini/yazın gerçeÄŸini maskeli insanların insafına bırakmıyor. Yazar olarak yeteneÄŸini onaylatmak için de ünlülerin kapısını çalmıyor. Balzac’ın, eserine dair haklı övgüsü bile ayaklarını yerden kesmiyor onun. Yazmak kendini doÄŸru ifade etmek için baÅŸvurduÄŸu bir eylemdir.

YaÅŸanmışlıklarımdan öğrendiÄŸim ÅŸu gerçeÄŸi bana tekrar anımsatıyor varlığıyla: “Kendisine ihanet etmeyen insana yaÅŸadıkları/düşünceleri/sözcükleri dostları da ihanet etmiyor. Onun insan yanında bir yer edinmek için bu gerçeÄŸin ayaklarına kapanıyorum. Bir insanın kalbini elinde tutmaya benziyor benim elde etmek istediÄŸim ödül. Bu ödülle sezgilerin duyguların ve de düşüncelerinin dünyasına yolculuk yapmayı hayal ediyorum. YaÅŸadıklarımın eseri olmayı baÅŸaramazsam bile yaÅŸadıklarımın çöplüğü olmayı baÅŸarmak istiyorum. Onunla hayatımız gözlerimin önünde bir film ÅŸeridi gibi canlandığında hissettiÄŸim duygu ÅŸuydu: İhanetlerin / yoksulluÄŸun… bana kazandırdıklarını dünya nimetlerinin tümü kazandıramazdı. Mezarlar bana insanın tek bir hayatı, tek bir gerçeÄŸi olduÄŸunu ve insanın aslında mezarına deÄŸil de kendi gerçeÄŸine gömüldüğünü düşündürüyor. YaÅŸadıklarının dışında neyi götürebiliyor yanında, ölürken insan? İnsanın kendisini tanıma ve tanıdıklarıyla tamamlama çabaları bana çok kutsal geliyor. Sayfalar ve kuramlar arasında kaybolup giden yazarın insan yönü benim yeni bir parçam oluyor ben de kendimi yeni parçama eÅŸit bir biçimde bölüyorum.

23 Ocak 1783, Grenoble dünyaya gelen gerçek adı Marie Henri Beyle olan Fransız yazar, ilk yazılarını takma sanla yazdıktan sonra Stendhal takma adını benimsiyor. Gerçek adını kendi gerçeği olarak algıladığı için kullanmıyor. Kişiliğinin bana verdiği yanılma/yalan söyleme özgürlüğü kendimi rahat hissetmemi sağlıyor. Onun gerçeğini yalanlarda değil, kendini saklamasındaki ustalığında arıyorum tıpkı çelişkilerin her zaman en ciddi en tehlikeli gerçekleri gün ışığına çıkardığını bildiğim gibi. Çelişkilerinin önünde mum yakıyorum yalanla/ gerçeğinin arkasında sakladığı çıplak gerçeğini ortaya çıkarmak için. Cesareti/ yaşadıkları ve yazdıklarıyla sistemin sosyal hayat üzerindeki baskısını kaldırmasına modellik ediyor. Sınırlarını aşarak bize de içimizdeki bekçiyi susturma cesareti veriyor. Kendini sınırlamadığı gibi sınırlarımızı aşmamız için bizi de cesaretlendiriyor. Sözcükleri de kuralcı/akılcı kurallara sırtını yaslamadığından doğaçlamaya daha yatkındır. O; kuramların değil, cesaretin yazarıdır. Merakı da sevgisi kadar yüreklidir. Duyguları gözlemleme yeteneğinden aldığı hazla, düşüncelerini küstahlığa varacak bir açıklıkta ifade etme mutluluğu doyuma erdiği tek duygusudur onun. Kusurlarımıza kendisi gibi merhametle yaklaşmamızı istiyor bizden. Kendisi de kusurlarını itiraf etmiyor, anıyor. Tıpkı kadınlar karşısındaki başarısızlığını andığı gibi. Onun açık sözlülükle kendini ifade edişi bize kendimize karşı ne kadar ketum olduğumuzu anımsatıyor. Bu yüzden kendi gerçeğimize yaklaşmayı başaramıyoruz onun gibi. Dürüstlükle ifade edilen duygularda gerçekte mahremiyet yoktur. Onun mahremiyete edepsizce saldırmasını böyle algılıyorum ben. Duygulara yakınlığı önemseyen her insan gibi o da psikolojinin etrafında tur atmayı seviyor. Attığı turlar sayesinde bencil ve soğukkanlılıkla olayları değerlendirme yetisine sahip oluyor. Kendini keşfettiği gibi bizleri de keşfediyor. Borçlu olmak alacaklı olmaktan daha güvenilirdir. Onun güvenden anladığı da budur. Her insan gibi onu da kendi gerçeğinde görülmez kılan annesinin ölümü/babasının sevgisizliği ve acılarla dolu bir çocukluğa sahip olmak. Yalan söylemenin ne türden bir dikkat gerektirdiğini çocukluğundan öğreniyor. Mutluluğu sözcüklerle poker oynamakta bulan bu adamın yalanları anlaşılmasın diye tuttuğu notların özetidir aslında tüm yazdıkları da.

EleÅŸtirici olduÄŸu kadar gerçekçi de olan yetenekli bu adamda merak bir tutkuya dönüşüyor ve tutkuyla araÅŸtırdıklarını insan ruhunun derinliklerinde analiz etmeyi seviyor. İnsanı hayrete düşüren bir diÄŸer analiz yeteneÄŸi de kahramanlarının yaÅŸadığı geçici dönemine ait tüm ayrıntıları en ince detayını yeni baÅŸtan yaratmasıdır. Duygunun tüm söyleyiÅŸ biçimlerini keÅŸfetmeyi istediÄŸi kadar ruhların mahremiyetini de ortadan kaldırmayı seviyor. KiÅŸiliÄŸi ne kadar vurdumduymazsa iç dünyası da aynı vurdumduymazlıkla ruhun katmanlarını kıskıvrak yakalamak için yanıp tutuÅŸuyor. Onun en insancıl yanı fiziÄŸinden dolayı kadınlar karşısında duyduÄŸu aÅŸağılık kompleksidir. Yıllar sonra çirkin yüzünde/ hantal vücudunda kimsede olmayan duyarlılığın hâkim olduÄŸunu anlıyor. Hastalık derecesine varan duyarlılığı onun hareketlerini kısıtlıyor tıpkı sert kapanan bir kapının sinirlerini germesi gibi. Ne tığ gibi bir teÄŸmenken ne de yaÅŸlı bir Kazanova iken kadınların ona olan ilgisizliÄŸi deÄŸiÅŸmiyor. Ona ihanet etmeyen tek aşığı yazgısıdır. AÅŸkın yıkıcı büyüsüyle Angela Pietragrua'a olan aÅŸkıyla tanışıyor. Kadının da çevresinde dolaÅŸan erkekler içinde varlığını fark etmediÄŸi tek erkektir Marie-Henri Beyle. Uzun bir dönem Napolyon ordusunun süvari teÄŸmenliÄŸini yaptıktan sonra kendi isteÄŸiyle sivil hayata dönüyor. Paris’te mütevazı bir çatı katında yazılarını yazarak kendini gerçekleÅŸtirmeyi sürdürüyor. Kafasında yazacağı piyeslerin hayalini kuruyor. Piyes yazarlığına duyduÄŸu ilgi onda kadınları daha yakından tanıma isteÄŸini uyandırıyor. Merak ediyor seven/ sevilen bir ruhu, sıradan ruhlardan ayıran özellikleri. Merakını kendi ruhunda denemek için baÅŸtan çıkardığı kadınlarla romantik olduÄŸu kadar mutsuz da olan aÅŸkların lütfuna ulaÅŸmayı baÅŸarıyor. Âşık olduÄŸu Louason’un kadınlığından öte onu ÅŸiddetle red etmesinden büyüleniyor. BüyülendiÄŸi kadının peÅŸinden gittiÄŸi Marsilya'da para kazanmak için gündüzleri bir depoda müşterilerine un, ÅŸeker, üzüm satıyor akÅŸamları ise sevgilisini tiyatrodan almak için depodan çıkıyor. Sevgi/ aÅŸk söz konusu olduÄŸunda göze alamayacağı fedakârlık yoktur onun. Sevgilisinden ayrıldıktan sonra yeniden baÅŸka bir ülkede askeri görevine geri dönüyor ve kendini mutlu edecek duyguların/ sözcüklerin peÅŸine düşüyor. Hayatında deÄŸiÅŸiklik yapmayı seven yazarımız Paris’te para ve lüks içinde bir hayat sürürken görevi gereÄŸi naklen Moskova’ya atanıyor. Yazmaya aralıksız devam ediyor. Hayatı bir salon ÅŸenliÄŸine dönüştürüyor kafasında. İçinde bulunduÄŸu durum ne olursa olsun o ruhunu besleyecek araçlardan vazgeçmiyor. Yolculuklarında ruhunun gıdası olan müzik kitapları On iki ciltlik Resmi Tarih El Yazmaları, komedi oyunların yolculuklarında ona güç veriyor.

Son gezisini yaptığı Moskova’da yaÅŸadıkları onu askerlikten soÄŸutuyor Milano’ya Angela Pietragrua'sına dönüyor sivil hayatına onunla baÅŸlamak için. Yıllar sonra sevdiÄŸi kadınla aÅŸkla birlikte oluyor. Paris'e son kez çaÄŸrıldığında Paris düşman imparatorları tarafından kuÅŸatıldığı için Napolyon’un savaÅŸları sona eriyor. Aynı dönemde nefret ettiÄŸi babası ölüyor. Babası sevgisindeki cimriliÄŸini maddiyatta da kanıtlıyor ona tek kuruÅŸ bırakmayarak. AÅŸk, para, entrika yaratıcılık ve özgürlükle geçen yılların ardından yeniden Paris'te yaşıyor.

Hüzün Paris'te yakasına yapışıyor. AÅŸk üzerine yazdığı kitabı satılmıyor. GittiÄŸi salonlarda ilgi görmediÄŸi gibi kaba davranışlara maruz kalıyor en önemlisi de parası bitiyor. Hayatın üstüne çok geldiÄŸini düşündüğü için Kırmızı ve Siyah’ı yazmadan intihar etmek istiyor. Yazgısı buna izin vermiyor. Fransız Konsolosu olarak hayatında yeni bir sayfa açıyor. Görevi gereÄŸi İtalya’ya gönderiliyor; orada yazdığı hikâyelerden anlıyoruz ruhunun neÅŸesini. Yıllık izinli olarak geldiÄŸi Paris’te Parma Manastırı'nı yazıyor. Milano’ya geri döndüğünde yaÅŸlı bedeni onu taşımakta zorlandığı için kısmi felç geçiriyor. Hastalığı nedeniyle görev yeri Paris oluyor yeniden. Paris’e hasta ve yaÅŸlı bir adam olarak döndüğünde hayatının şölen kısmının bittiÄŸini anlıyor.

Hayatının son şölenini onunla birlikte izleyebileceÄŸimi düşünmemiÅŸtim. Tesadüflerin hayat üzerindeki rolüne gördüğüm rüya sayesinde tanıklık ettim. Paris sokaklarında dolaşıyorum rüyamda. Yazarın yere yığıldığını görüyorum. Yardıma koÅŸuyorum. Başını dizimin üzerine yaslamasına yardımcı olduÄŸum anda onunla bakışımızın deÄŸil, hayatlarımızın birbirine kilitlendiÄŸini anlıyorum. Gözleri arkasında bıraktığı yıllarından vefa arıyor zihni ise o yılların içinde bıraktığı mirasın dökümünü tasnif ediyordu. Bencilce yaÅŸlı bakışlarının hazinesinden payıma düşeni almak istiyorum. Dizlerime başını yaslayan adamın yüreÄŸindeki acılarının yüzüne yansıyan haritasına içim titreyerek ellerimle dokunuyorum. Åžans yüzüne gülüyor hayatını sözcüklerinden deÄŸil, kendi sesinden dinliyorum. YaÅŸadıklarının düşüncelerine yansıyan yüzünü deÄŸil, yüzüne yansıyan duygularını hem görüyor hem de avuçlarımda tuttuÄŸumu hissediyorum. Hissettiklerimle kutsal olanın zirvesine çıkıyorum o an. Sesi yaÄŸmur sonrası kokan toprak gibi bağışlayıcıydı hayatını anlatırken bana. Günlük’ünü/ mektuplarını diÄŸer eserlerinin bazılarını okumamıştım. Eserleri ile onun hakkında yazılanlar üzerinde düşünce üretmiÅŸtim. Okuduklarımı deÄŸil duygularımı referans alarak hakkında yazdıklarımda yanılmış olabileceÄŸimi düşündüğüm için karşısında günah çıkarmak istiyordum o ise bağışlanacak bir ÅŸey yok der gibi sevgiyle bana bakarak hayatını anlatmayı sürdürüyordu.

“TaÅŸralı bir burjuva olan zengin babam sevgi yoksuluydu. Babamla annemin kiÅŸilikleri benim yaratıcılığım gibi zıt kutupların bileÅŸkesiydi. Yedi yaşımda kaybettiÄŸim annemden romantikliÄŸi, aÅŸkı, kadınsı duyarlılığı babamdan ise gerçekçiliÄŸi/soÄŸukkanlılığı miras edindim genetik olarak. Eserlerimde annemden aldığım romantizmle babamdan aldığım soÄŸukkanlılık arasında mekik dokuyordum. Annemi sevdiÄŸim kadar babamdan nefret ediyordum. Psikolojiye anne/ babam ve teyzemin ruhlarını analiz etmek istediÄŸim için ilgi duydum. Bu üç insanın da kiÅŸiliÄŸimin oluÅŸmasında olumlu/ olumsuz katkıları olmuÅŸtu. KiÅŸiliÄŸime ruh veren insanların ruhlarını tanımak istiyordum kendi ruhumu tanımak için. Psikolojideki yetkinliÄŸimle Henri Brulard'da tanışıyordum. Dram, çocuk yaÅŸta annemi benden aldığı gibi babamın sevgisizliÄŸiyle beni terbiye etmiÅŸti. İçimde hayata karşı biriktirdiÄŸim öfkenin nedeni buydu. Bana adil davranmayan hayata adil davranmadığım gibi dürüst de olmayacaktım. On altı yaşında babamdan ayrıldığım gün, kin hükümdarlığını kurmuÅŸtu içinde.”

Yüzünü seyrediyorum onun. Alnındaki mimikler elinde detektörle define kazısına çıkmış gibi kuyu kazıyordu sanki. Bakışlarını gökyüzüne çevirmişti gözlerinden süzülen yaşlar sıra halinde yanaklarından boynuna doğru süzülürken anlatmayı sürdürüyordu hayatını.

“Gururumdan dolayı elimin tersiyle ittiÄŸim babamın sevgisine içten içe bir köpeÄŸin kemiÄŸe muhtaç olduÄŸu kadar muhtaçtım aslında. Kendimi hiçbir ÅŸeye ait hissetmemem de o yılların içimde açtığı devasa acıların sonuçlarıydı. İçimdeki gelgitler ruhumu parçalıyordu. Bazen babam gibi katı duygusuz bazen de annem gibi çekingen duygulu romantik birisi oluyordum. Bir gün aklının diÄŸer gün kalbinin yargıcı karşısında buluyordum kendini. Yalan bu tür sorgulamalarımda bana senin gibi kucağını açıyordu. Kendi gerçeÄŸimden kaçtıkça yazın gerçeÄŸi içerisindeki haklı yerimi alacağımı bilmeden yazına sığınıyordum anne kucağına sığınır gibi.

Kendimi korumak adına aşırı duygu taÅŸkınlıklarına aşırı sevmeye/âşık olmamaya özen gösteriyordum. Hayatıma heyecan katmak için bir ayağım hayalin diÄŸer ayağım gerçeÄŸin zirvesindeydi. Bir yanım keskin görüşlü idealist diÄŸer yanım hayalperest, ÅŸehvet düşkünüydü. Hayatı doya doya yaÅŸamanın ten/ ruh birliÄŸinden geçtiÄŸini bildiÄŸim için ne ruhumun ne de tenimin arzularını terbiye etmiyordum. Ruhumu özgürleÅŸtirmek için yaşıyordum adeta. Hem ruhumu düşüncelerimle seviÅŸtirmek hem de kendi yeteneklerimi geliÅŸtirmek için göze alamayacağım tehlike yoktu. Bilginin hazinesine kavuÅŸmak için yanıp tutuÅŸuyordum, edebiyat dünyasına adımı altın harflerle yazdırmak için ürkek ama emin adımlarla emekliyordum. Çok fazla incinen bir ruhum yaratıcılığımı parlatıyordu. Ruhum derinleÅŸtikçe algıda seçiciliÄŸim de derinleÅŸiyordu. Etrafımdaki insanların sahte aÅŸkları sahte hayatları beni içten içe sahte ve bayağı olandan uzaklaÅŸtırıyor gerçeÄŸe / samimi olana daha çok yaklaÅŸtırıyordu. Ne sözde kahramanlığı ne de sözde romantizme tahammülü yoktu benim. Vurdumduymaz yüreÄŸimi benim/ baÅŸkalarının başına gelen en küçük bir talihsizlik bile paramparça etmeye yetiyordu. Bir yandan Fransa’nın deÄŸil, dünya vatandaşı olmak diÄŸer yandan kitapların dünyasını keÅŸfederek çağımı aÅŸmak istiyordum. Kendi yeteneklerimin farkında olduÄŸum için beni farklı kılan deÄŸerlerimi de farkındaydım. SaÄŸlığımda üne kavuÅŸmamam, fiziÄŸimden dolayı benimle alay edilmesine, aÅŸklarımdaki baÅŸarısızlığıma… Üzülmüyordum. Çapsız insanların dünyasında baÅŸarısız mutsuz parasız aÅŸksız olmak bir onurdu benim için. BaÅŸarısızlığım /mutsuzluÄŸum bana bayağı bir insan olmadığımı kanıtlıyordu. AÅŸağılık duygusu tahtını gurura bırakmıştı içimde. Naif ruhumu zırhlarla koruyan gururum insanları deÄŸil kendimi dikkate almamı istiyordu benden. Toplumdan da yavaÅŸ yavaÅŸ elimi/ ayağımı bu yüzden çektim. Kendimi kendi içimde saklayacaktım toplumun kirli elleri içime uzanmasın diye. Daha fazla incinmemek için korumalıydım kendimi kahramanım Julien gibi toplumu karşıma alarak. Ruhumu kimsenin emrine sunmadığım gibi ekmek paramı kazanmak için çalıştığım iÅŸlerde bile yapmam gerekenlerden fazlasını yapmıyordum. Dış dünyadan kopuk yaÅŸadığım için çok az insan yazar olduÄŸumu biliyordu. Bencilce kendimi sevmekten gurur duyuyordum. BencilliÄŸimin biçimi de kiÅŸiliÄŸim gibi sıra dışıydı. Kimsenin parasında malında ününde unvanında… gözüm yoktu. Darphanem olsa karşıma çıkanlara çil çil dağıtırdım paraları hiçbir kıskançlık/ hasetlik duymadan. Kendim ile dünya arasına çektiÄŸim sınırları kimsenin aÅŸmasını istemiyordum. Çıplak ve tam bağımsız bir ruhla sevmek/düşünmek ve düşündüklerimi ifade etmekti benim bencilliÄŸim. Zevk almadığım özellikle de sevmediÄŸim hiçbir iÅŸi yapmamaktı benim bencilliÄŸim. Vasiyetimde de belirttiÄŸim gibi yaÅŸamayı yazmaktan üstün tutuyordum. Yazma konusunda kendimi baskı altında hissetmedim hiçbir zaman. Yazmaktan duyduÄŸum zevk yaratmaktan kaynaklanıyordu. Edebiyat can sıkıntısında sığındığım kurtarıcım oldu benim. GençliÄŸimde edebiyat alanında ünlü olmayı istediÄŸim için hırsla yazdığım felsefe denemelerimi yarım bırakıp müziÄŸe/ resme yöneldim aniden. İlk romanın Armance benim nazarımda baÅŸarısız bir deneydi ama yıllar sonra Fransız romanında gerçekçiliÄŸe atılan ilk adım olarak algılanmasına ÅŸaşırdığımı belirtmek istiyorum. Daha sonra Haydn’ın Hayatı ile İtalyan Resim Sanatı’nın yanında rastgele birçok deneme yazdım. Yazdıklarımın beni şöhrete kavuÅŸturmayacağını anladığım gün, kendim için yazmaya baÅŸladığım gün oldu. Yaşım kırka merdiven dayayınca can sıkıntımı gidermek için roman yazdım ve yazdıklarımdan da para kazanacağımı anladım. Hayalini kurduÄŸum dünyayı kafamda canlı tutmak için yazıyordum ben. Kendimi genç görmek istediÄŸim zaman sözcüklerin aynasından bakıyordum kendime. Sözcüklerin insanlardan daha merhametli daha cömert olduÄŸunu sakın unutayım deme. Yazmak ruhumu özgürleÅŸtirdiÄŸi için yaza yaza ruhum ile düşüncelerimin sesini duyduÄŸuma yemin ediyorum sana.

Hayata yaÅŸam sevincimi sizlere de yaÅŸadıklarımdan aldığım hazzı/ acıyı miras bırakıyorum. Roman, deneme, biyografi, otobiyografi, gezi… gibi yazının birçok alanında eserler yazdım. Ne ki senin dikkatini daha çok romanlarım çekti. Kırmızı ve Siyah’ı, LucienLeuwen’i ve Parma Manastırı’nı kendimi tüketmek için yazdım. İnsan içindeki zehri kusmazsa ölür. Bu üç romanım da gençlik yıllarımın eÅŸit olarak üçe bölüştürülmüş halidir. Bir bakıma tek bir konu tek bir serüvendir. Yakışıklı Julien benim gibi hor görünerek büyümüş asil ve zengin olmayan hırslı bir taÅŸra çocuÄŸu olduÄŸu kadar içinde yaÅŸadığı dönemin kiÅŸilik portesini de betimliyor. Julien, tutkusu hırsı ve gururuyla zengin ille de Aristoları nasıl geçtiÄŸini gösterdim. Napolyon hayranı Facrice de benim gibi soylu bir aÅŸk adamıdır. LucienLeuwen de benim gibi( zengin) bir banker babanın oÄŸludur. Kahramanlarımın üçü de birbirinin devamıdır üçünün de kafası/kalbi karmakarışıktır. Üçü de benim gibi aÅŸka susamışlar ama duygularını kadınlara açmakta zorlanıyorlar. Üçü de Napolyon’a, kahramanlığa, büyüklüğe ille de benim gibi özgürlüklerine tutkundurlar. Gençlik romantizminin öncülük ettiÄŸi bu üç romanımın kahramanları da tutkularını aÅŸklarını inkâr ederek hayatta baÅŸarılı olacaklarını para kazanacaklarını ve burjuva tarafından sevileceklerini anlıyorlar. Anladıkları bir diÄŸer konu ise toplumda sadece varlıklarını bir bütün halinde deÄŸil, isteklerini de bir bütün halinde kabul ettirmek için yalancı, dalavereci mantıklı soÄŸukkanlı insanlar olmak gerektiÄŸidir. Onlar da toplum gerçekleriyle uzlaşıyorlar ve su gibi ÅŸeklini alıyorlar girdikleri kabın.

Romanlarımı orta yaşın üzerinde yazdığım için ruhumun geçirdiği evrelere tanıklık edebilirsin. Savaşın tüm iğrenç gerçekçiliğini zafer çığlıklarının atılmadığı törensiz bir sadelikte verdim. Yaşanmışlıkların insan ruhundaki olumlu/ olumsuz yanlarını avuçlarınıza su döker gibi dökmeyi istedim eserlerimde. Yaşamı olduğu gibi anlatmak istediği kadar yaşamı yeniden üretmeyi de istedim. Arkamda ağlayan o çekingen utangaç delikanlının sözcüklerde hayat bulan ruhunun fotoğrafını çekmeyi istiyordum çünkü. Ruhlarını avucumda tuttuğum bu üç delikanlı aslında birbirinin ruh üçüzüdür. Bu üç delikanlının rakibi olan üç adam da onlar gibi birbirinin ruh üçüzüdür. Kont Mosca, banker Leuwen ve Kont de la Mole. Toplamda altı karakter de benim ve gerçeğimden başkası değildir. Ömrümü ve yaşanmışlıklarımı altı karakteri arasında eşit olarak bölüştürdüm. Bu üç adam da delikanlıların aksine yaşam sevinçlerini coşkularını yitirmiş bir halde dünyayı yönetiyorlar. Kont Mosca bir prensliği, banker Leuwen borsayı ve Kont de la Mole diplomasiyi. Üç adam da kendisi gibi bir kukla olmayan çevrelerindeki insanların ruhlarını adları gibi bildikleri için onları küçümsüyorlar. Bir zamanlar tutkuyla değer verdikleri güzellik ile kahramanlığa şimdiki zaman kipinde sadece değer veriyorlar. En acınası da gençliğinde şikâyetçi oldukları hayalci, coşkulu, beceriksiz hallerine dönmeyi her şeyden çok arzuluyorlar. O yıllara o duygulara dönmek salt arzularda mümkündür; çünkü sistemin bir parçası olmak için ruhlarını satmıştır üçü de. Ben onlardan farklı olarak gençliğimde hayatımı yaşadım yaşlığında ise hayatımdan bir deha yaratmak istedim. Gerçek dünyaya duyduğum kini hangi nasıl hırsla anlatıyorsam hayallerimde kurduğum ideal dünyayı da aynı hırsla anlatmaya özen gösterdim eserlerimde. Yaşım/ yaşadıklarımın verdiği birikimle kendi gerçeğime bir başka insanın gerçeği gibi baktığım dikkatle inceledim. Yaşlı gözlerimde canlandırdığım anılarımın hayatımdaki getiri/götürüsünü eleştirel bir yaklaşımla vermeyi başarıp başaramadığımı bilmiyorum. Olgunlaşan tutkularım düşüncelerimi de olgunlaştırdı. Olgunluğun sayesinde gençliğimde farkında olmadığım düşüncelerinin ince ayrıntılarını kavradığım için romanlarımda iç ve dış dünya olağanüstü bir biçimde birbirini tamamlıyor. Romanlarımı roman tekniğine göre yazmak aklının ucundan geçmedi. Yazdıklarımı yeniden yaşadığım için hissettiğim biçimde yansıttım duygularımı. Ruh coşkusunun akılcı dünyanın sığ gerçekleri karşısında uğradığı bozgunu ürpertici bir gerçekçilikle anlatmak amaçlarım arasında en kutsal olandı. Eserlerimde gerçek hayatımdaki gibi duygularımı belli etmemeye özen gösterdim. İçimdekileri bir anda kusup kimsenin midesini bulandırmak istemedim. Zekâm sayesinde tutkularımın gizine ermeyi, duygularım sayesinde de kalbimi keşfettim. Hissettiklerimi anlamayı/anlamlandırmayı/ sorgulamayı seviyorum. Hayatımı duygularımın/ tepkilerimin sahte mi yoksa gerçek mi olduğunu anlamaya adadığım için romanlarıma düşünceyi, dolayısıyla da bilinci yerleştirdim. Kahramanlarının en ateşli duygularını ifade edecekleri ya da sevgilileriyle birlikte olacakları anda soğukkanlılıklarını yitirmeden ne istediklerini kendi ve sevdiğinin duygusunun sahte mi gerçek mi olduğunu sorgulamalarının nedeni budur. Bilinçli bir şekilde tutkuları romanlarımda bir bütün halinde değil, parçalara bölerek vermeye özen gösterdim. Konular arası akışı bölerek vermek bana özgü bir yenilik. Gözünüzden kaçanı aklınızın, aklınıza teyit geçeni duyularınızın kavraması için sözcükleri tıpkı film kareleri gibi tek tek dondurarak verdim. Dünyada tanımayı istediğim tek insan benim. Merak ve hissetmeyi ateşten bir gömlek gibi üzerinde taşımamın amacı ruhumun büründüğü şekli sözcüklerin sahnesinde izlemek ve ruhumun titreşimlerini dinlediğim müzik parçaları gibi duymak istetişimden kaynaklanıyor. Ben parayı makamı değil, insan kalbi ile beynini kazanmak istiyordum. Bu merakım sayesinde gelmiş geçmiş en iyi psikolog oldum. Doğaçlama yazdığım için usta yazarlar gibi karakterlerimi teknik ve mekanik özelliklere boğmadım. Yaratıcılığın ülkelerinde bir turist gibi dolaştım. Saptamalarımdaki yenilikleri inceliğe dönüştürmemde doğaçlama yazmamın rolü büyüktür. Güzel ve kalıcı olana tutkumdan kalıcılığın küçük olguların bünyesinde gizlenen şeylerin toplamı olduğunu ve hiçbir payenin gerçeği görmek ve içten olmakla boy ölçüşemeyeceğini öğrendim. Öğrendiğim bir diğer gerçek ise duygu/ düşünce titreşimini kavramanın bir evreni keşfetmek kadar önemli olduğudur. Kendimi romanlarıma günlüğüme ve mektuplarına hapsettiğim için yalnızlığın şövalyesi unvanını kimseye kaptırmadım seni gibi.

Kalbimi hissetmek, duygularımı anlamak ve düşüncelerimi ifade etmek için sıfatlara gerek olmadığını, edebiyatın insanı içten içe yaratan mücadeleler ile insanı içten içe tüketen kederlerin dünyası olduÄŸunu yaÅŸadıklarımdan öğrendim. Ünlü bilim adamları konferans salonlarında beylik kavramları insanlığa yenilik diye sunarken ben yeniliÄŸin ne olduÄŸunu bilmeyen insanlara tepeden bakıyorum içinde bulunduÄŸum halin acımasızlığına aldırmadan. Ben ölümden sonraki hayatımı da biliyorum. Notlarımı Gernoble Kütüphanesi’ne bırakacak yeÄŸenim. Yıllar sonra bir tesadüf sonucu gerçek adım ve vasiyetim mezarına düzgün bir ÅŸekilde [yaÅŸadı, sevdi yazdı] yazılacak. Yine bir tesadüf sonucu( 1900 yılında yeniden basılacak eserlerim.) notlarımla kütüphanede tanışan Stryenski’nin çabaları sonucu sizler Günlük’ümle, HenriBrulard'ımla ve LucienLeuwen’imle tanışacaksınız. HenriBrulard’ımda çocukluk yıllarımın içime miras bıraktığı nefretin, kinin, sevginin ille de sevgisizliÄŸin tüm renk tonlarıyla tanışabilirsin. AÅŸkın soylulaÅŸtırdığı ruhumun bugün huzura ereceÄŸini biliyorum ( 23 Mart 1842). ”

Uyandığım da rüyayı gördüğüm sabaha deÄŸil onun gerçeÄŸine uyandığım sabaha günaydın demiÅŸtim. Duygu gözlüğümü O’nun düşüncelerimdeki yerini görmek için taktım ve düşüncelerimin sesini dinleyerek hayatına tanıklık ediyordum bu kez de. Yazılarının arkasına sakladığı gerçeklerine sarıldığımda aynı zamanda onun yalnızlığına mutsuzluÄŸuna, aÅŸağılık komplekslerine, sevgisizliÄŸine, dışlanmışlığına, hakir görülmüşlüğüne de… sarıldığımı anlıyordum. O’nun bu türden insanı içten içe tüketen duyguların altında ezilmediÄŸini biliyordum. KiÅŸiliÄŸinin derinliÄŸine indikçe salt onu sahiplenmiyor onu seviyordum da. Onun da insanı var eden onlarca duygu içerisinde en büyük payeyi onura vermesi tesadüf deÄŸildi. Kinci ve haset insanlar sevilmemiÅŸ ve dışlanmış insanlardır. O; haset deÄŸildir ama kincidir. Toplum onu dışlamıştı çocuk yaÅŸta annesini elinden alarak. Onu dışlayan toplumdan, ona haksızlık yapan insanlardan öcünü almak için sahip olduÄŸu tek silahı psikolojiydi. Temiz çocuk kalbi öcünü büyüklerin kötü kalplerini psikoloji sayesinde ellerinde tutarak alıyordu. Duyguların cerrahı olmayı o yaÅŸta aklına koymuÅŸ olmalı. İnsan olarak kendisini tam bir varlık gibi hissetmesinin olmazsa olmazı sevgiydi. O; neye sahip olursa olsun kimsenin kendisini özlemini duyumsadığı biçimde sevmeyeceÄŸini biliyordu. Hırçınlığına sevgisizliÄŸinin ninni söylemesi bundan kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Özellikle onun yalnızlığını yazın dehasından ayırmam gerektiÄŸini düşünüyorum. Ben edebi bir deha olmadığım için dehalık hakkında hüküm veremem ama yalnız olmanın insan ruhu üzerindeki etkilerine dair düşüncelerimi ifade edebilirim diye düşünüyorum. Yalnızlık insanı kendisine yaklaÅŸtırırken riyakâr insanlardan uzaklaÅŸtırıyor. Varlığının sadece kendi için bir anlamı olduÄŸunu öğretiyor insana. Yalnızlık tüm zaaflarıyla insanın üstüne gelen ve insana yaÅŸamın gerçeklerini öğreten acımasızlık kuralı olan bir okuldur. O da yaÅŸamadığı anne sevgisini sevgililerinde yaÅŸayıp doyuma ermek istiyordu. Hayatın elini eteÄŸini öperek istediÄŸi en kutsal dileÄŸi de buydu. YaÅŸadığı aÅŸkların ayrılıkla sonuçlanmasının nedeni sevgililerin yanında deÄŸil, ayrıldığında kendisini erkek olarak hissetmesindeydi. Gönül rahatlığıyla kalbinin kaskatı kesildiÄŸi zamanlarının kadınların yanında olduÄŸu zamanlar olduÄŸunu düşünüyorum. Sevgilileriyle yaÅŸadığı ÅŸehvetli birliktelikleri kendisine benzemeyen Henri’nin yaÅŸadığını Stendhal’ın yaÅŸamadığını düşündüğüm gibi.

AÅŸktaki hezimetleri aÅŸkta zafer kazanma arzusu uyandırıyordu onda. Kazanmak istediÄŸi zaferi kadınlara diÄŸer erkeklerden daha çok deÄŸer verip baÄŸlandığı için kaybediyordu. Kadınlarının ayaklarına dünyanın gül bahçelerini seriyordu. Kendisini ağırdan satmadığı için kadınları da dünyanın güllerini ayaklarına seren erkekten gül almayı önemsemiyorlardı. Kadınları her istediklerinde ona sahip olacaklarını biliyorlardı tıpkı erkeklerin her istediklerinde sahip olacaklarını bildikleri hayat kadınları gibi. Sevgilileri onun ölçüsüz duygu cömertliÄŸini hakir görüyor ona da hakir görülmenin yüreÄŸinde kanattığı yaraları sarmak düşüyordu. “AÅŸk Üzerine” deneme yazmasının nedeni de aÅŸktaki hayal kırıklıklarıdır. Kadınları onun kadar gerçek bir kalple seven onların dünyasını anlamak için düşünce üreten çok az erkek vardır. Erkekler genelde kadının iç dünyasını deÄŸil, yatağını paylaÅŸmak istiyorlar. Benim gibi o da olayların iç dünyasına girmek için çok fazla düşünüyordu. Yorgun düşen hafızası dinlenmek için unutkanlığa sığınıyordu. Unutkanlığı yenmek için anılarını anında not ediyordu. TuttuÄŸu notlar sayesinde romanlarındaki olay örgüsü olayların ilk anki heyecanını, coÅŸkusunu, içtenliÄŸini tüm çıplaklığıyla yansıtıyordu. Anıları duyguların çoÄŸalttığını bilmesi ve bu gerçeÄŸi tekrar tekrar keÅŸfetmek için yüreÄŸini kanatmasından etkileniyorum. Kendini tanımasından, tanıdıklarıyla kendini yeniden tanımlamak cesaretini kendinde bulmasından etkilendiÄŸim gibi. Sadece kendi tutku/ yıkılış ve diriliÅŸleri deÄŸil, dünyanın tutku/ yıkılış/ diriliÅŸleri de sırtlanıyordu. Kalbinin ağır yükünü hafifletmek için geçmiÅŸi geleceÄŸin sayfalarına dökmek ve sayfalarda kendi hayatının filmini izlemekti kendisine bahÅŸettiÄŸi mutluluk. Kendini kendi içine sığdırmanın, kendini yaÅŸadıklarıyla aklamanın ve kendini aciz hissetmemenin en onurlu yöntemidir de bu aynı zamanda.

Dokuz ayda annesinin rahminde deÄŸil, insan ruhunun rahminde ruhun katmanlarını keÅŸfetti. Çağını ve kendinden sonraki çaÄŸların insan gerçeÄŸini aÅŸmasını da buna borçlu. İnsanlık gerçeÄŸinde çaÄŸların ötesine geçmesini insan ruhuna çocukken vakıf olmasına, insan ruhunun ayrıntılarını parçalara ayırarak vermesine, yazılarında tekniÄŸe deÄŸil duyguya ve sezgiye sırtını yaslamasına borçluydu. Kendini akılcı dünyada deÄŸil ruh dünyasında görünür yapmayı baÅŸarmıştı. Onun kalbindeki acı ve öfke nöbetinden içim ürpertiyor. Kendisine hoyrat davranan insanlar davranışlarının onun içindeki fotoÄŸrafını görebilseydiler keÅŸke… Deha da mutluluÄŸu deÄŸil, insanın içinde kıyım yaratan acını/ yalnızlığın/ umarsızlığın zaferine âşıktır. SaÄŸlığında kendisine özlemini duyumsadığı biçimde âşık olanın dehası ile yazgısı olduÄŸunu biliyordu.

Biliyordu yaÅŸadıklarını roman formatı dışında polemikleÅŸtirerek yazdığını. Romanlarında hem konum belirlemek için ortam oluÅŸturmuyor hem de mekânın içinden öte dışındaki doÄŸayı betimliyordu. KiÅŸiliÄŸi gibi yazın poetikasını da bireyselliÄŸinin temeli üzerinde kuruyordu. Tutkunun peÅŸinden koÅŸtuÄŸu için aÅŸkın peÅŸinden de koÅŸuyordu. GerçekçiliÄŸi de bir bütün halinde deÄŸil; o bütünü oluÅŸturan olguları parçalara ayırarak vermeyi seviyordu. Yapıtlarında olgular gibi kavramlar da kendi içindeki sayısız göstergelerine bölünerek bir bütün oluÅŸturuyordu. Beden ve irade arasındaki çatışmaya dikkatleri çekerek özgürlüğün olduÄŸu yerde hakikatin,“hakikatin” olduÄŸu yerde de özgürlüğün olmayacağı gerçeÄŸine vurgu yapıyordu. Kadın karakterleri hem topluma uyum saÄŸlama açısından hem deneyimlerini hayata geçirirlerken ki kararlıkları açısından kendilerinden daha genç olan âşıklarından daha üstündü. Palma Manastırı, sistemin kendisini politika üzerinden yaptığı çıkar hesaplarıyla garanti altına aldığını belgeliyor adeta. Stendhal, bireyin, duygu düşünce ve ahlaki geliÅŸiminin altında yatan geriliminin nedenlerini yansıtmıyor; kanıtlıyordu.

Stendhal, yalnızların/kimsesizlerin/ sevgisizlerin/ anlaşılmayanların/ ezik/ itilmiÅŸlerin yurdu olmak ve kendi gibi kusurluları/ evsizleri/ mutsuz âşıkları, baÅŸarısızları/ parasızların… duygularını ölümsüzleÅŸtirmek için dünyaya öldükten sonra gözlerini açıyor. Onun kendisine reva gördüğü ödül kenara itilmiÅŸ insanların kalbidir. Kendisinin yıllar sonra deÄŸerinin anlaşılacağını bir kâhin gibi bilmesi ve mezar taşına [yaÅŸadı, yazdı, sevdi] sözlerini yazdırması anlamsız deÄŸil.

Hayatın bizden aldıklarını cömertçe bize sunan bu soylu yazarın mezarında [yaşayarak, yazarak, severek] yaşayacağıma dair ona söz veriyorum.

18.03.13 Mersin.


Bedriye KORKANKORKMAZ




19 AÄŸustos 2016 Cuma / 2150 okunma



"Bedriye KORKANKORKMAZ" bütün yazıları için tıklayın...