Bedriye KORKANKORKMAZ
Trajedinin Başyapıtı: Marcel Proust
Marcel Proust’un hayatını sanat yapıtına dönüştürme azim ve kararlılığı yazara kendimi yakın hissetmemi saÄŸlıyor. Yoksa ilgilendiÄŸi ve kabul görmek için girmediÄŸi kılık kalmayan sosyete dünyası ile yakından uzaktan bir iliÅŸkim olmadığı gibi merakım da yok o dünyanın yaÅŸam biçimine dair. Yazına olan sevgimizle kucaklaÅŸtık onunla. Onun kendisini yaÅŸadıklarından ikinci kez doÄŸurduÄŸuna tanık oldum. Mücadele gücüne hayran kaldım. Türkiye’de yedi ciltlik “Kayıp Zamanın İzinde” eseriyle tanınan yazarın, sıradan yaÅŸamından gerçek bir sanatçı yaratma dehasının, eserleri kadar derinden algılanması ve üzerinde düşünülmesi gerektiÄŸini düşünüyorum. Hem onun trajik yazgısına hem sanatçı dehasına hem de insan yanına yakın olmayı çok istiyorum. BaÅŸarabilir miyim bilmiyorum. Yazara dair bilmediklerimi bilme merakım beni farkında olmadan böylesi bir yazıyı yazma serüvenine itiyor. Yazım da yazarın eserlerinden öte eserlerini yaratma dehası ile çabasını içeriyor.
10 Temmuz 1871 tarihinde Paris’te dünyaya gelen ÅŸanslı çocuklardan biriydi o. Babası ünlü bir hekimdi, annesi ise oldukça varlıklı bir aileye mensuptu. Anne ve babasının üzerine titrediÄŸi bu ÅŸanslı çocuÄŸu ÅŸans dokuz yaşındayken terk ediyor. Dokuz yaşında geçirdiÄŸi astım krizi onun Azrail’i olmuÅŸ. KoÅŸmasından tutun da bir çocuÄŸun çocuk olarak yapacağı tüm hareketler ona yasaklanıyor. Sahip olduÄŸu onca servete karşın yoksul çocukların hareket etme özgürlüğünü kıskanıyor. Görünüşte konforlu yatakta yatan bu çocuk gerçekte ise hareketsizliÄŸin mezarında yatıyor. Okunmayı ona yasaklıyor astım Azrail’i. Elleri olup da dokunamamak, kolları olup da saramamak, ayakları olup da koÅŸamamaktır onun trajedisi. Bu çocuk mahkûmunun gözlem gücünü geliÅŸtiren yasaklar onun yaÅŸama açtığı ve kendisinden baÅŸka hiç kimsenin fark edemediÄŸi tek penceresidir.
Doğaya tutku derecesinde bağlı olan bu esirin, ilkbaharda çiçeklere dokunması yasak. Bir çiçeği koklaması onun haftalarca yatağa bağımlı olması için yeterli bir nedendi. Erken doğduğu için kuvözdeki çocuğunu camdan gören bir anne gibi o da sevdiği çiçeklere camekânların arkasından bakıyordu.
Çok sık yataÄŸa bağımlı yaÅŸaması insanlara karşı algılarında seçiciliÄŸin boyutları ile çeÅŸitliliÄŸini geliÅŸtiriyordu. Bir insanın sesindeki tonlamanın çeÅŸitliÄŸinden tutun da oturma biçimindeki farklılığa; saçlarını tarayışındaki kiÅŸiye özgü ayrıcalığın tüm detaylarına kadar her ÅŸeyi algılıyor ve algıladıklarını not ediyordu. Kaderine savaÅŸ açan bu delikanlı soylu insanların hayat bilmecesini çözmeye adıyordu kendisini. Kont Norpois'in konuÅŸmasını en ince ayrıntısına varıncaya kadar, heyecanından ve canlılığından taviz vermeden yüz elli sayfa yazması baÅŸka nasıl açıklanabilir ki… Ailesinin diplomat olmasını istediÄŸi biricik oÄŸulları otuz beÅŸ yaşına dek başıboÅŸ avare bir yaÅŸam sürdürüyor. Hem soylu bir aileden deÄŸil hem de annesi Yahudi. Yakışıklılığından tutun da yazarlığı da dâhil olmak üzere saygı uyandıracak meziyetlerden de yoksun bu adam. Çıkardığı Les plaisirs et lesc adlı küçük kitapçık Anatole France’ın kendisinin hatırına yazdığı “önsöz”e raÄŸmen edebiyat dünyasında yok sayılıyor.
Sosyetenin kurallarına duyduÄŸu aşırı saygı, sosyete kurallarının kulu kölesi yapıyor onu. SaÄŸlık sorunundan dolayı kendisini eksik/ esrik hissetmesinin ona bahÅŸiÅŸidir aÅŸağılık duygusu. Üstün olma ve üstün gördüğü insanlardan kabul görme isteÄŸi de bundan. Kabul görme duygusunun ona yaptırdıkları içine düştüğü hal / haller paranın gücü ile yanında tuttuÄŸu insanlar… iç acıtıcı. Her erkek gibi bir kadınla aile kurup baba olma duygusundan da mahrum. Her türlü olanaklar içinde bir zavallı gibi yaÅŸamak mecburiyetinde olması ve yaÅŸayan bir ölüden ölüme meydan okuyan canlı yapıtlar yaratma istediÄŸinin anlamı da bu. Bal kabağından yapılan ÅŸanlı gururu ile saygınlığının büyüsü gece yarısından sonra bozuluyor ve muhteÅŸem hezimeti ona geri dönüyordu. Bir insanın her gece kendi muhteÅŸem hezimetiyle yüzleÅŸmesi… hezimetine dokunması… nasıl bir duygu fırtınasıdır…
GüneÅŸin koynundan çıkan ay gibi o da karanlığın ve görüntünün cömertliÄŸine sığınıyor. Herkesi güldürüp mutlu ederken gözyaÅŸlarını içine akıtıyor. İçine akıttığı gözyaÅŸları zamanla içinde boÄŸulduÄŸu denize dönüşüyor. Duygularının ille de düşüncelerinin ölümsüz eserlerinde bile yerinin olmaması beni çok etkiledi. Hüzünlendim. Hayatın sürgüne gönderdiÄŸi yurtsuz duygu ve düşüncelerinin altında ezilen ne erkek ne de insan olmamış olan bu dehanın yalnızlığının heybeti karşısında içim ürperdi. Kendi hayatı olmadığından baÅŸkalarının hayatlarına özeniyor ve baÅŸkalarının yaÅŸadıklarını gözlemliyor. Sevgilisinin elini tutan soylu her genç odur. Bir küs bir barışık karısıyla iliÅŸkisini yürüten koca da, çocuklarının diploma törenlerine katılan baba da…
Kendini oyalayacak birer oyundan ibarettir düzenlediÄŸi partiler verdiÄŸi davetler. Bu davetlerde yazgısını oyuna çevirip sahneliyor yazgısıyla alay edenlerin kendisini alkışlamalarını saÄŸlıyordu. Yazgısı ayrı kendisi ayrı insandı. Tek yumurta ikizleri gibi algılıyordu astımını. Her gece kardeÅŸi astım için yazdığı oyunu sergileyeceÄŸi bir sahne bulmazsa yaÅŸayamayacağını biliyordu. DüzenlediÄŸi partiler, verdiÄŸi davetler, dudak uçuklatan bahÅŸiÅŸleri, kadınlara karşı cömertliÄŸi, özel olarak baÅŸka baÅŸka yerlerden getirilmiÅŸ turfanda yemiÅŸ ve sebzeler... modaya "modern” olana verdiÄŸi olaÄŸanüstü önem ve titizliÄŸi sayesinde Paris sosyetesini kendisine bağımlı hale getirmesinin nedeni de ölümünden sonraki görkemli diriliÅŸinin galasına yaÅŸarken katılma isteÄŸidir.
Normal insanın algılamakta zorlandığı bir diğer merakı da sosyete dünyasındaki dedikodu olaylarına duyduğu meraktır. Bu merak aynı zamanda yazarı sıradan yazarlık statüsünden çıkarıp gerçek yazarlar katına yükselten dehasının özünü oluşturuyor. Sosyete dünyasında kim kiminle çıkıyor kim karısıyla küs kim kocasının ihanetini affetti... türünden haberleri kaynağından almak için harcadığı parayı gözü görmüyor yazarın. Bunu bir oyun olarak algılıyor önceleri daha sonraları ise bu oyun onu dünya protokol ustası yapıyor.
On beş yılı görüntü dünyasında kendisinin de bir görüntüden başka bir şey olmadığını algılamadan geçiyor. Geceleri sosyete ve aristokratların dünyalarına karışan bu adam sabaha karşı geldiği evinde gözlemlerini not ediyor. Bu notlar zamanla bir klasöre sığmaz hale geliyor. Bu notlar içinde ilgili ilgisiz tüm ayrıntılar mevcuttur. Bu ayrıntıları ilerde kalıcı bir esere dönüştürmeyi ta o zamanlardan tasarlamaya başlıyor yazar.
Fransız romancı, deneme yazarı ve eleÅŸtirmen Marcel dünyaları küçük, gösteriÅŸleri büyük insan topluluÄŸunun içinde sıradan insana ve sıradan hayata tepeden bakıyor. Kendi trajedisini unutmak ve kendisini acınacak insan olmaktan kurtarmak için üst protokoldeki insanlardan kabul görmek anlayışıyla çıktığı eÄŸlence yolculuÄŸunda farklı deneyimler ediniyor. Üyesi olmaktan mutlu olduÄŸu soyluların mutsuzluklarını, yalanlarını, ihanetlerini, çirkefliklerini... en küçük ayrıntısına kadar bilmek istiyor. Hayattan ve onlardan alacağı bir intikamı var onun. Onu bu intikam ateÅŸinin ayakta tuttuÄŸunu kendisinden baÅŸka kimse bilmiyor. Sadece soyluların deÄŸil edebiyat otoritelerinin de onu ve görkemli sanat dehasını dikkate alacakları günü sabırla bekliyor…
Yazarın trajedisi ne denli parıltılı ise, yazdığı eserleri de çok daha fazla parıltılı çok daha fazla insanı içten içe sarsacak türden gerçekçi olmalıydı. 1903 yılında annesinin ölümünün akabinde saÄŸlığı kötüye gidiyor. Annesinin yüreÄŸinde bıraktığı boÅŸluk onun ruhsal olarak sarsıyor. İçindeki tek insani sıcaklığı yitirmiyor. Karşısında zaaflarını acılarını yalnızlığını… paylaÅŸtığı kadim dostunu, annesini yitiriyor. Hayattan aldığı bu derin yaranın kendisini çok fazla yaÅŸatmayacağını ilk o an algılıyor. O da kendisini eve hapsederek emekçi sanatçılarla yarışacak deÄŸin yazın emekçisi oluyor adeta. UÅŸağının bakımına muhtaç, geceli gündüzlü eldivenin içinde donan elleriyle yatağında not aldığı anekdotlarından bir baÅŸeser yaratmaya çalışıyor. Gerçekte insanın kanını hayretten dondurmaya yetecek türden bir çabanın, olaÄŸanüstü bir sanat sevgisinin eseridir “A la recherche du temps perdu” ( Kayıp Zamanın İzinde) adını verdiÄŸi romanı. O dönemde sadece soylu bir aristokratın davranış ve tutumuna iliÅŸkin bir ayrıntıyı romanı için öğrenmek üzere bir davete katılıyor. Amacı Sagan dükünün monoklünü nasıl taktığını gözlemektir.
Romanını yazdığı dönemde dostlarını sosyeteye ilişkin haberleri alması için sağa sola yolluyor notlarında boş bıraktığı ayrıntıları tamamlamak için. Dostları ona sosyeteden haber getiren güvercinleri oluyor.
SaÄŸlığı gün geçtikçe kötüye gidiyor. Buna karşın “Kayıp Zamanın İzinde” yapıtı okyanuslara açılmayı sürdürüyor. 1905’te yazmaya baÅŸladığı romanının 1912 yılında bittiÄŸini düşünen yazarın elindeki üç ciltlik taslak basım aÅŸamasındaki eklemelerle birlikte on ciltlik roman olarak ortaya çıkıyor.
Kırk yaşındaki bu salon züppesinin tek sıkıntısı edebiyat dünyasının dikkatini yazdıklarına nasıl yönlendireceÄŸi konusudur. Yüksek Aristokratlardan biri Nouvelle Revue Française’i yöneten André Gide’e eserinin kopyalarını veriyor kitap taslağını basmayan Nouvelle Revue Française yıllar sonra bu yapıtı basıyor ve yüz binlerce frank kazanıyor. Kapısını çaldığı ikinci yayınevi de aynı tutumu sergiliyor ve ürünü basmıyor. 1913 yılında ilk cildi basılan eser çıkan savaÅŸ yüzünden okuyucuyla buluÅŸamıyor, yazar da hayal ettiÄŸi baÅŸarıya ulaÅŸamıyor. Nihayet kitabın ilk beÅŸ cildi savaÅŸtan sonra yayımlanıyor ve yazar hayalini kurduÄŸu baÅŸarıya ulaşıyor. Yapıtın geri kalan ciltlerinin düzeltmelerini son nefesini verene dek sürdürüyor. İlk o zaman gerçek anlamda Avrupa dünyası hem eserinin kendine özgü epik dünyasının ışıltılarını hem de Marcel Proust’un sanat dehasının farkına varıyor.
Bu dev eseri psikolojik bir analizler dizgesi olarak görenler olduÄŸu gibi, yazarın ruh durumundan yola çıkarak ÅŸizofrenik anlatımlar dizgesi olarak görenler de var. Eserindeki yazı dili ile bizi farklı dünyalara sürüklüyor, ayağımızı yerden kesiyor ve bizim de delirmiÅŸ olduÄŸumuzu bize düşündürüyor, yazar. Bizlere kendine özgü gözlem gücüyle kahramanı Bötotte’in en mahrem ayrıntılarını yılmadan yapıtına ekleyerek bir kahramanı bir anda nasıl sahici bir insana dönüştürdüğünü kanıtlıyor adeta. Ölürken bile kendi ölümünü yazarak kayıt altına almak için didinen bu çılgın dehanın yorgun bedeni kâğıt ve sözcüklerin üzerine deÄŸil, kendisini gerçek kılan iradesinin ve azminin üzerine yığılıyor sanki. Yirmi birinci yüzyıl edebiyatı içindeki yerini ve önemini hâlâ koruyan “Kayıp Zamanın İzinde” eseri bize onun gerçekte ne kadar büyük bir psikolog olduÄŸunu kanıtlıyor.
Yarı Yahudi olan yazar aynı zamanda bir eÅŸcinseldir. Eserlerinde eÅŸcinsellik temasını iÅŸlemekte sakınca görmüyor o dönemde. Nasıl ki hastalığının tedavisi yoksa eÅŸcinselliÄŸi ile yarı YahudiliÄŸinin de tedavisi yoktur. Tedavisi olmayan hastalıkların hastası bu adam, kadınlar karşısında kendisini tam bir erkek olarak ifade edemediÄŸi için onlara yakınlık göstererek kadınların beÄŸenisini kazanmaya çalışıyor. Yahudi olmasının onun kiÅŸiliÄŸinde yarattığı aÅŸağılık duygusuna bir de kadınlar karşısındaki güçsüzlüğü eklenince o da toplumun yasadışı olarak algıladığı tabuları hayatına alıyor, eÅŸcinsellik gibi… Yazılarında insan hayatında yeri olduÄŸu halde insanların görülmeye deÄŸmez dedikleri gündelik hayatın tüm detaylarını önemli- önemsiz hiçbir ayrım gözetmeksizin mercek altına almayı ve gözlemlediklerini yazarak ölümsüzleÅŸtirmeyi önemsiyor. Bana kalırsa o eserleri kadar hayatın karşısındaki dik duruÅŸuyla da hayata hatırı sayılır bir nanik atmıştır. Hayatı bu yönüyle kavradığı için olsa gerek zaaflarına ve isteklerine karşı iradesine hâkim olmuÅŸ ve o azim ve kararlılıkla, o ÅŸartlarda yazmıştır eserlerini.
Zamana meydan okuyan bu anlatı ustası akla hayale sığmayan ve insana, dolayısıyla da hayata dair tüm oyunları kendisine özgü epik yaratısı, ille de tasvirleri ile insanın eÅŸyayı deÄŸil, eÅŸyanın insanı kendi dünyasına dâhil ettiÄŸi gerçeÄŸini tüm çıplaklığıyla algılamamızı saÄŸlıyor. Onun yazın malzemesi gündelik hayatın gelgitleridir. Gündelik hayatın bir görünen bir de görünmeyen gerçeÄŸi olduÄŸunu algılamakta zorlanmıyoruz o dev eseri okurken. Bir insanın kendi/ hayat gerçeÄŸini algılamasında gündelik hayatın önemi ile anlamını algılamasının ne denli önemli olduÄŸunu da onun sayesinde kavrıyoruz. Eserindeki Proust, Sainte-Beuve ile Balzac, Baudelaire, Gérard de Nerval okumaları Marcel’in salt burjuva dünyasıyla ilgilenmediÄŸini, sanat dehasını geliÅŸtirme konusunda da ne kadar seçici davrandığını ve ne kadar seçkin sanatçıların duygu ve düşünce dünyasının derinliÄŸini içten içe kavradığını gösteriyor bize.
Kadın erkek iliÅŸkilerine dair yaptığı bilgece saptamaları yazarı o dev eseri kaleme almamış olsaydı bile evrensel düşünce hayatında hatırı sayılır bir yer almasına yeterdi. Onun insanı içten içe sarsan saptamalarından sadece bazılarını alıntılamak istiyorum: “İki insan ayrılırken, ÅŸefkatli konuÅŸan taraf âşık olmayan taraftır.” “SevdiÄŸimiz zaman, aÅŸk kadar büyüktür ki; bir bütün olarak içimize sığmaz. SevdiÄŸimiz insana doÄŸru karşımızdakinin hisleri dediÄŸimiz ÅŸey; kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür.” “SevdiÄŸimiz kiÅŸiye bakışımızdaki arayış, kaygı ve talep, ertesi gün için bir randevu umudunu bize verecek veya öldürecek sözü bekleyiÅŸimiz, bu söz söyleninceye kadar, aynı anda olmasa bile birbirini takip eden sevinç ve umutsuzluk hayallerimiz, bütün bunlar sevilen varlık karşısındaki dikkatimizi fazlasıyla titrek bir hale getirdiÄŸi için, sevdiÄŸimizin net bir suretini elde edemeyiz.” “Gençken, âşık olduÄŸumuz kadının kalbini çalmaya çalışırız, yaÅŸ ilerledikçe bize kalbini veren kadına âşık oluruz.”
Proust’un eserlerinin üstün baÅŸarısı yaÅŸamla kurduÄŸu gerçek baÄŸdır bence. Nasıl ki insan geçici, yaÅŸam kalıcı ise o da kalıcı olanı bize sunuyor. O dev eseri okurken yazarın uzun anlatımlarından sıkıldığınız bir anda okuduÄŸunuz bir tümce sizi içten içe öyle derinden sarsıyor ki, o an da anlıyorsunuz onun dehasını bir anda okuyup özümsemenin mümkün olmadığını. Ne bir günde bahar, ne bir günde kış geliyor eserlerinde. Her mevsim kendi dönemini tüm ihtiÅŸamıyla tamamlıyor.
Kelimelerin deÄŸil hislerin ve ruhların bilgesi Marcel Proust yaÅŸadıklarıyla kendisini yaratma becerisi sayesinde yalancı hayatını nasıl sahiciliÄŸe dönüştürmeyi baÅŸardıysa “Kayıp Zamanın İzinde”yi de bir baÅŸyapıta dönüştürdüğünün farkında olarak 18 Kasım 1922 tarihinde hayata gözlerini yumuyor.
Kaynakça:
Stefan Zweig, Yarının Tarihi, Çev. Ahmet Cemal, Can Yayınları, Sayfa: 65-73.
Yapıt Yayımı: Camgöz Kitap. S.45-52.
Bedriye KORKANKORKMAZ
"Bedriye KORKANKORKMAZ" bütün yazıları için tıklayın...
Marcel Proust’un hayatını sanat yapıtına dönüştürme azim ve kararlılığı yazara kendimi yakın hissetmemi saÄŸlıyor. Yoksa ilgilendiÄŸi ve kabul görmek için girmediÄŸi kılık kalmayan sosyete dünyası ile yakından uzaktan bir iliÅŸkim olmadığı gibi merakım da yok o dünyanın yaÅŸam biçimine dair. Yazına olan sevgimizle kucaklaÅŸtık onunla. Onun kendisini yaÅŸadıklarından ikinci kez doÄŸurduÄŸuna tanık oldum. Mücadele gücüne hayran kaldım. Türkiye’de yedi ciltlik “Kayıp Zamanın İzinde” eseriyle tanınan yazarın, sıradan yaÅŸamından gerçek bir sanatçı yaratma dehasının, eserleri kadar derinden algılanması ve üzerinde düşünülmesi gerektiÄŸini düşünüyorum. Hem onun trajik yazgısına hem sanatçı dehasına hem de insan yanına yakın olmayı çok istiyorum. BaÅŸarabilir miyim bilmiyorum. Yazara dair bilmediklerimi bilme merakım beni farkında olmadan böylesi bir yazıyı yazma serüvenine itiyor. Yazım da yazarın eserlerinden öte eserlerini yaratma dehası ile çabasını içeriyor.
10 Temmuz 1871 tarihinde Paris’te dünyaya gelen ÅŸanslı çocuklardan biriydi o. Babası ünlü bir hekimdi, annesi ise oldukça varlıklı bir aileye mensuptu. Anne ve babasının üzerine titrediÄŸi bu ÅŸanslı çocuÄŸu ÅŸans dokuz yaşındayken terk ediyor. Dokuz yaşında geçirdiÄŸi astım krizi onun Azrail’i olmuÅŸ. KoÅŸmasından tutun da bir çocuÄŸun çocuk olarak yapacağı tüm hareketler ona yasaklanıyor. Sahip olduÄŸu onca servete karşın yoksul çocukların hareket etme özgürlüğünü kıskanıyor. Görünüşte konforlu yatakta yatan bu çocuk gerçekte ise hareketsizliÄŸin mezarında yatıyor. Okunmayı ona yasaklıyor astım Azrail’i. Elleri olup da dokunamamak, kolları olup da saramamak, ayakları olup da koÅŸamamaktır onun trajedisi. Bu çocuk mahkûmunun gözlem gücünü geliÅŸtiren yasaklar onun yaÅŸama açtığı ve kendisinden baÅŸka hiç kimsenin fark edemediÄŸi tek penceresidir.
Doğaya tutku derecesinde bağlı olan bu esirin, ilkbaharda çiçeklere dokunması yasak. Bir çiçeği koklaması onun haftalarca yatağa bağımlı olması için yeterli bir nedendi. Erken doğduğu için kuvözdeki çocuğunu camdan gören bir anne gibi o da sevdiği çiçeklere camekânların arkasından bakıyordu.
Çok sık yataÄŸa bağımlı yaÅŸaması insanlara karşı algılarında seçiciliÄŸin boyutları ile çeÅŸitliliÄŸini geliÅŸtiriyordu. Bir insanın sesindeki tonlamanın çeÅŸitliÄŸinden tutun da oturma biçimindeki farklılığa; saçlarını tarayışındaki kiÅŸiye özgü ayrıcalığın tüm detaylarına kadar her ÅŸeyi algılıyor ve algıladıklarını not ediyordu. Kaderine savaÅŸ açan bu delikanlı soylu insanların hayat bilmecesini çözmeye adıyordu kendisini. Kont Norpois'in konuÅŸmasını en ince ayrıntısına varıncaya kadar, heyecanından ve canlılığından taviz vermeden yüz elli sayfa yazması baÅŸka nasıl açıklanabilir ki… Ailesinin diplomat olmasını istediÄŸi biricik oÄŸulları otuz beÅŸ yaşına dek başıboÅŸ avare bir yaÅŸam sürdürüyor. Hem soylu bir aileden deÄŸil hem de annesi Yahudi. Yakışıklılığından tutun da yazarlığı da dâhil olmak üzere saygı uyandıracak meziyetlerden de yoksun bu adam. Çıkardığı Les plaisirs et lesc adlı küçük kitapçık Anatole France’ın kendisinin hatırına yazdığı “önsöz”e raÄŸmen edebiyat dünyasında yok sayılıyor.
Sosyetenin kurallarına duyduÄŸu aşırı saygı, sosyete kurallarının kulu kölesi yapıyor onu. SaÄŸlık sorunundan dolayı kendisini eksik/ esrik hissetmesinin ona bahÅŸiÅŸidir aÅŸağılık duygusu. Üstün olma ve üstün gördüğü insanlardan kabul görme isteÄŸi de bundan. Kabul görme duygusunun ona yaptırdıkları içine düştüğü hal / haller paranın gücü ile yanında tuttuÄŸu insanlar… iç acıtıcı. Her erkek gibi bir kadınla aile kurup baba olma duygusundan da mahrum. Her türlü olanaklar içinde bir zavallı gibi yaÅŸamak mecburiyetinde olması ve yaÅŸayan bir ölüden ölüme meydan okuyan canlı yapıtlar yaratma istediÄŸinin anlamı da bu. Bal kabağından yapılan ÅŸanlı gururu ile saygınlığının büyüsü gece yarısından sonra bozuluyor ve muhteÅŸem hezimeti ona geri dönüyordu. Bir insanın her gece kendi muhteÅŸem hezimetiyle yüzleÅŸmesi… hezimetine dokunması… nasıl bir duygu fırtınasıdır…
GüneÅŸin koynundan çıkan ay gibi o da karanlığın ve görüntünün cömertliÄŸine sığınıyor. Herkesi güldürüp mutlu ederken gözyaÅŸlarını içine akıtıyor. İçine akıttığı gözyaÅŸları zamanla içinde boÄŸulduÄŸu denize dönüşüyor. Duygularının ille de düşüncelerinin ölümsüz eserlerinde bile yerinin olmaması beni çok etkiledi. Hüzünlendim. Hayatın sürgüne gönderdiÄŸi yurtsuz duygu ve düşüncelerinin altında ezilen ne erkek ne de insan olmamış olan bu dehanın yalnızlığının heybeti karşısında içim ürperdi. Kendi hayatı olmadığından baÅŸkalarının hayatlarına özeniyor ve baÅŸkalarının yaÅŸadıklarını gözlemliyor. Sevgilisinin elini tutan soylu her genç odur. Bir küs bir barışık karısıyla iliÅŸkisini yürüten koca da, çocuklarının diploma törenlerine katılan baba da…
Kendini oyalayacak birer oyundan ibarettir düzenlediÄŸi partiler verdiÄŸi davetler. Bu davetlerde yazgısını oyuna çevirip sahneliyor yazgısıyla alay edenlerin kendisini alkışlamalarını saÄŸlıyordu. Yazgısı ayrı kendisi ayrı insandı. Tek yumurta ikizleri gibi algılıyordu astımını. Her gece kardeÅŸi astım için yazdığı oyunu sergileyeceÄŸi bir sahne bulmazsa yaÅŸayamayacağını biliyordu. DüzenlediÄŸi partiler, verdiÄŸi davetler, dudak uçuklatan bahÅŸiÅŸleri, kadınlara karşı cömertliÄŸi, özel olarak baÅŸka baÅŸka yerlerden getirilmiÅŸ turfanda yemiÅŸ ve sebzeler... modaya "modern” olana verdiÄŸi olaÄŸanüstü önem ve titizliÄŸi sayesinde Paris sosyetesini kendisine bağımlı hale getirmesinin nedeni de ölümünden sonraki görkemli diriliÅŸinin galasına yaÅŸarken katılma isteÄŸidir.
Normal insanın algılamakta zorlandığı bir diğer merakı da sosyete dünyasındaki dedikodu olaylarına duyduğu meraktır. Bu merak aynı zamanda yazarı sıradan yazarlık statüsünden çıkarıp gerçek yazarlar katına yükselten dehasının özünü oluşturuyor. Sosyete dünyasında kim kiminle çıkıyor kim karısıyla küs kim kocasının ihanetini affetti... türünden haberleri kaynağından almak için harcadığı parayı gözü görmüyor yazarın. Bunu bir oyun olarak algılıyor önceleri daha sonraları ise bu oyun onu dünya protokol ustası yapıyor.
On beş yılı görüntü dünyasında kendisinin de bir görüntüden başka bir şey olmadığını algılamadan geçiyor. Geceleri sosyete ve aristokratların dünyalarına karışan bu adam sabaha karşı geldiği evinde gözlemlerini not ediyor. Bu notlar zamanla bir klasöre sığmaz hale geliyor. Bu notlar içinde ilgili ilgisiz tüm ayrıntılar mevcuttur. Bu ayrıntıları ilerde kalıcı bir esere dönüştürmeyi ta o zamanlardan tasarlamaya başlıyor yazar.
Fransız romancı, deneme yazarı ve eleÅŸtirmen Marcel dünyaları küçük, gösteriÅŸleri büyük insan topluluÄŸunun içinde sıradan insana ve sıradan hayata tepeden bakıyor. Kendi trajedisini unutmak ve kendisini acınacak insan olmaktan kurtarmak için üst protokoldeki insanlardan kabul görmek anlayışıyla çıktığı eÄŸlence yolculuÄŸunda farklı deneyimler ediniyor. Üyesi olmaktan mutlu olduÄŸu soyluların mutsuzluklarını, yalanlarını, ihanetlerini, çirkefliklerini... en küçük ayrıntısına kadar bilmek istiyor. Hayattan ve onlardan alacağı bir intikamı var onun. Onu bu intikam ateÅŸinin ayakta tuttuÄŸunu kendisinden baÅŸka kimse bilmiyor. Sadece soyluların deÄŸil edebiyat otoritelerinin de onu ve görkemli sanat dehasını dikkate alacakları günü sabırla bekliyor…
Yazarın trajedisi ne denli parıltılı ise, yazdığı eserleri de çok daha fazla parıltılı çok daha fazla insanı içten içe sarsacak türden gerçekçi olmalıydı. 1903 yılında annesinin ölümünün akabinde saÄŸlığı kötüye gidiyor. Annesinin yüreÄŸinde bıraktığı boÅŸluk onun ruhsal olarak sarsıyor. İçindeki tek insani sıcaklığı yitirmiyor. Karşısında zaaflarını acılarını yalnızlığını… paylaÅŸtığı kadim dostunu, annesini yitiriyor. Hayattan aldığı bu derin yaranın kendisini çok fazla yaÅŸatmayacağını ilk o an algılıyor. O da kendisini eve hapsederek emekçi sanatçılarla yarışacak deÄŸin yazın emekçisi oluyor adeta. UÅŸağının bakımına muhtaç, geceli gündüzlü eldivenin içinde donan elleriyle yatağında not aldığı anekdotlarından bir baÅŸeser yaratmaya çalışıyor. Gerçekte insanın kanını hayretten dondurmaya yetecek türden bir çabanın, olaÄŸanüstü bir sanat sevgisinin eseridir “A la recherche du temps perdu” ( Kayıp Zamanın İzinde) adını verdiÄŸi romanı. O dönemde sadece soylu bir aristokratın davranış ve tutumuna iliÅŸkin bir ayrıntıyı romanı için öğrenmek üzere bir davete katılıyor. Amacı Sagan dükünün monoklünü nasıl taktığını gözlemektir.
Romanını yazdığı dönemde dostlarını sosyeteye ilişkin haberleri alması için sağa sola yolluyor notlarında boş bıraktığı ayrıntıları tamamlamak için. Dostları ona sosyeteden haber getiren güvercinleri oluyor.
SaÄŸlığı gün geçtikçe kötüye gidiyor. Buna karşın “Kayıp Zamanın İzinde” yapıtı okyanuslara açılmayı sürdürüyor. 1905’te yazmaya baÅŸladığı romanının 1912 yılında bittiÄŸini düşünen yazarın elindeki üç ciltlik taslak basım aÅŸamasındaki eklemelerle birlikte on ciltlik roman olarak ortaya çıkıyor.
Kırk yaşındaki bu salon züppesinin tek sıkıntısı edebiyat dünyasının dikkatini yazdıklarına nasıl yönlendireceÄŸi konusudur. Yüksek Aristokratlardan biri Nouvelle Revue Française’i yöneten André Gide’e eserinin kopyalarını veriyor kitap taslağını basmayan Nouvelle Revue Française yıllar sonra bu yapıtı basıyor ve yüz binlerce frank kazanıyor. Kapısını çaldığı ikinci yayınevi de aynı tutumu sergiliyor ve ürünü basmıyor. 1913 yılında ilk cildi basılan eser çıkan savaÅŸ yüzünden okuyucuyla buluÅŸamıyor, yazar da hayal ettiÄŸi baÅŸarıya ulaÅŸamıyor. Nihayet kitabın ilk beÅŸ cildi savaÅŸtan sonra yayımlanıyor ve yazar hayalini kurduÄŸu baÅŸarıya ulaşıyor. Yapıtın geri kalan ciltlerinin düzeltmelerini son nefesini verene dek sürdürüyor. İlk o zaman gerçek anlamda Avrupa dünyası hem eserinin kendine özgü epik dünyasının ışıltılarını hem de Marcel Proust’un sanat dehasının farkına varıyor.
Bu dev eseri psikolojik bir analizler dizgesi olarak görenler olduÄŸu gibi, yazarın ruh durumundan yola çıkarak ÅŸizofrenik anlatımlar dizgesi olarak görenler de var. Eserindeki yazı dili ile bizi farklı dünyalara sürüklüyor, ayağımızı yerden kesiyor ve bizim de delirmiÅŸ olduÄŸumuzu bize düşündürüyor, yazar. Bizlere kendine özgü gözlem gücüyle kahramanı Bötotte’in en mahrem ayrıntılarını yılmadan yapıtına ekleyerek bir kahramanı bir anda nasıl sahici bir insana dönüştürdüğünü kanıtlıyor adeta. Ölürken bile kendi ölümünü yazarak kayıt altına almak için didinen bu çılgın dehanın yorgun bedeni kâğıt ve sözcüklerin üzerine deÄŸil, kendisini gerçek kılan iradesinin ve azminin üzerine yığılıyor sanki. Yirmi birinci yüzyıl edebiyatı içindeki yerini ve önemini hâlâ koruyan “Kayıp Zamanın İzinde” eseri bize onun gerçekte ne kadar büyük bir psikolog olduÄŸunu kanıtlıyor.
Yarı Yahudi olan yazar aynı zamanda bir eÅŸcinseldir. Eserlerinde eÅŸcinsellik temasını iÅŸlemekte sakınca görmüyor o dönemde. Nasıl ki hastalığının tedavisi yoksa eÅŸcinselliÄŸi ile yarı YahudiliÄŸinin de tedavisi yoktur. Tedavisi olmayan hastalıkların hastası bu adam, kadınlar karşısında kendisini tam bir erkek olarak ifade edemediÄŸi için onlara yakınlık göstererek kadınların beÄŸenisini kazanmaya çalışıyor. Yahudi olmasının onun kiÅŸiliÄŸinde yarattığı aÅŸağılık duygusuna bir de kadınlar karşısındaki güçsüzlüğü eklenince o da toplumun yasadışı olarak algıladığı tabuları hayatına alıyor, eÅŸcinsellik gibi… Yazılarında insan hayatında yeri olduÄŸu halde insanların görülmeye deÄŸmez dedikleri gündelik hayatın tüm detaylarını önemli- önemsiz hiçbir ayrım gözetmeksizin mercek altına almayı ve gözlemlediklerini yazarak ölümsüzleÅŸtirmeyi önemsiyor. Bana kalırsa o eserleri kadar hayatın karşısındaki dik duruÅŸuyla da hayata hatırı sayılır bir nanik atmıştır. Hayatı bu yönüyle kavradığı için olsa gerek zaaflarına ve isteklerine karşı iradesine hâkim olmuÅŸ ve o azim ve kararlılıkla, o ÅŸartlarda yazmıştır eserlerini.
Zamana meydan okuyan bu anlatı ustası akla hayale sığmayan ve insana, dolayısıyla da hayata dair tüm oyunları kendisine özgü epik yaratısı, ille de tasvirleri ile insanın eÅŸyayı deÄŸil, eÅŸyanın insanı kendi dünyasına dâhil ettiÄŸi gerçeÄŸini tüm çıplaklığıyla algılamamızı saÄŸlıyor. Onun yazın malzemesi gündelik hayatın gelgitleridir. Gündelik hayatın bir görünen bir de görünmeyen gerçeÄŸi olduÄŸunu algılamakta zorlanmıyoruz o dev eseri okurken. Bir insanın kendi/ hayat gerçeÄŸini algılamasında gündelik hayatın önemi ile anlamını algılamasının ne denli önemli olduÄŸunu da onun sayesinde kavrıyoruz. Eserindeki Proust, Sainte-Beuve ile Balzac, Baudelaire, Gérard de Nerval okumaları Marcel’in salt burjuva dünyasıyla ilgilenmediÄŸini, sanat dehasını geliÅŸtirme konusunda da ne kadar seçici davrandığını ve ne kadar seçkin sanatçıların duygu ve düşünce dünyasının derinliÄŸini içten içe kavradığını gösteriyor bize.
Kadın erkek iliÅŸkilerine dair yaptığı bilgece saptamaları yazarı o dev eseri kaleme almamış olsaydı bile evrensel düşünce hayatında hatırı sayılır bir yer almasına yeterdi. Onun insanı içten içe sarsan saptamalarından sadece bazılarını alıntılamak istiyorum: “İki insan ayrılırken, ÅŸefkatli konuÅŸan taraf âşık olmayan taraftır.” “SevdiÄŸimiz zaman, aÅŸk kadar büyüktür ki; bir bütün olarak içimize sığmaz. SevdiÄŸimiz insana doÄŸru karşımızdakinin hisleri dediÄŸimiz ÅŸey; kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür.” “SevdiÄŸimiz kiÅŸiye bakışımızdaki arayış, kaygı ve talep, ertesi gün için bir randevu umudunu bize verecek veya öldürecek sözü bekleyiÅŸimiz, bu söz söyleninceye kadar, aynı anda olmasa bile birbirini takip eden sevinç ve umutsuzluk hayallerimiz, bütün bunlar sevilen varlık karşısındaki dikkatimizi fazlasıyla titrek bir hale getirdiÄŸi için, sevdiÄŸimizin net bir suretini elde edemeyiz.” “Gençken, âşık olduÄŸumuz kadının kalbini çalmaya çalışırız, yaÅŸ ilerledikçe bize kalbini veren kadına âşık oluruz.”
Proust’un eserlerinin üstün baÅŸarısı yaÅŸamla kurduÄŸu gerçek baÄŸdır bence. Nasıl ki insan geçici, yaÅŸam kalıcı ise o da kalıcı olanı bize sunuyor. O dev eseri okurken yazarın uzun anlatımlarından sıkıldığınız bir anda okuduÄŸunuz bir tümce sizi içten içe öyle derinden sarsıyor ki, o an da anlıyorsunuz onun dehasını bir anda okuyup özümsemenin mümkün olmadığını. Ne bir günde bahar, ne bir günde kış geliyor eserlerinde. Her mevsim kendi dönemini tüm ihtiÅŸamıyla tamamlıyor.
Kelimelerin deÄŸil hislerin ve ruhların bilgesi Marcel Proust yaÅŸadıklarıyla kendisini yaratma becerisi sayesinde yalancı hayatını nasıl sahiciliÄŸe dönüştürmeyi baÅŸardıysa “Kayıp Zamanın İzinde”yi de bir baÅŸyapıta dönüştürdüğünün farkında olarak 18 Kasım 1922 tarihinde hayata gözlerini yumuyor.
Kaynakça:
Stefan Zweig, Yarının Tarihi, Çev. Ahmet Cemal, Can Yayınları, Sayfa: 65-73.
Yapıt Yayımı: Camgöz Kitap. S.45-52.
Bedriye KORKANKORKMAZ
"Bedriye KORKANKORKMAZ" bütün yazıları için tıklayın...
