Fuzûlî Baba’ya Mektup / Bedriye KORKANKORKMAZ
Bedriye KORKANKORKMAZ

Bedriye KORKANKORKMAZ

Fuzûlî Baba’ya Mektup



“Ne yanar kimse bana âteÅŸ-i dilden özge / Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı” dizelerini okuduÄŸumda ilkokul 3. sınıftaydım. Dizelerin içimde yarattığı fırtına ruhunun sesiyle tanıştırıyordu beni. Çocuk yüreÄŸim bana ruhsal büyünün iksirini içirdiÄŸini kavrayacak birikimden yoksundu. DoÄŸru zamanda karşıma çıkmış derviÅŸimdin. Bana ÅŸiirlerinle sevgiyi, sevmeyi; kelimeyle, bilgiyle, öğretiyle öğrenemeyeceÄŸimi anlatıyordun. Åžiirlerini öğrencilere tanıtmak ve sevdirmek için edebiyat öğretmeni olmak istiyordum. Beni edebiyata, ÅŸiire kazandırdın. Arapça ve Farsça yazdığın ÅŸiirlerini ustaların çevirilerinden okuyor, Türkçe divanındaki ÅŸiirlerini de duygularımla yorumluyorum yıllardır. Senin irfanına erme küstahlığı aklımın ucundan geçmiyor. BilinmezliÄŸinin ve ulaşılmazlığının karşısındaki çaresizliÄŸimle ÅŸair deÄŸil, “insan Fuzûlî”ye mektup yazıyorum.

Beni insanlığın yüzakı olan ortak ideallerimizle kucaklamanı, mektubumu da sana dair samimi duygularımın itirafı olarak algılamanı istiyorum. Bilmeni istiyorum ki incinmişliklerini incinmişliklerimle kıyasladığımda kendimle eşitliyorum seni. Bakma, görme ve hissediliş farkı incinmişliklerini teselli ediyor insanın. Beni tasavvufa iten de incinmişliklerimle barışma isteğimdi. Duygunun çağı olmadığı gibi maddenin de ruhun da çağı yok.

Şiirlerinin derinliğine erişen eleştirmenlerin hakkında yazdığı yapıtları inceliyorum. İnsanın ruhuna ev sahipliği yapması nasıl bir mucizeyse senin ruhunda yıllardır bir bütün halinde sığınacak bir yer bulmam da öyledir. Bu mucizeye sığınarak şiirlerinin değil, ruhunun gizine erdiğimi düşünüyorum. Beni aramıza bugüne değin girmeyen ikilikle kucaklaman Bektaşilik ve tasavvuf dünyasına yönlendiriyor. Samimiyetin ölçüsü, ödediğin bedelin büyüklüğüyle ilintili değil midir?

İnsan Fuzûlî’ye ancak erkek Fuzûlî’nin gerçeÄŸiyle ulaÅŸacağımı düşündüğüm için cinsellikle arandaki iliÅŸkinin ÅŸiirlerin üzerindeki baskın gücünü algılıyorum. Kadınların seni cazip bulmamaları, kendini yetersiz hissetmene neden oluyor. Cinsiyet içgüdüsüyle beÅŸeri aÅŸka duyduÄŸun derin kompleksten kendini ilme ve ilahi aÅŸka sarılarak arındırmayı kısmen baÅŸarıyorsun; ama bu baÅŸarı hayatın boyunca tatmin edilmeyen cinsel dürtülerinden dolayı kendini maÄŸdur ve mahrum hissetmenin önüne geçemiyor.

İnsanlığının ve edebi dehanın kalıtsal olduğunu düşünüyorum. Hille Müftüsü babandan insanlığı miras olarak alıyorsun. Çocukluktan itibaren yaşadığın çağı ibretle izliyorsun. Şiir, ruhunu esiri olduğun beşeri aşktan kurtarıyor. Özgürlüğüne kavuşan ruhun ilahi aşka yönelerek bir deha olmanı sağlıyor.

Kerbelâ’da 1490-1495’ten evvel doÄŸduÄŸunu, asıl adının Mehmet, babanınkinin de Süleyman olduÄŸunu hakkındaki rivayetler içinde en makbulü olduÄŸu için kanıksıyorum. Genç yaşında Safevîlerin BaÄŸdat valilerinden İbrahim Han Musullu tarafından himaye edilerek BaÄŸdat’a götürüldüğün; hayatının Kerbelâ, Hille, Necef ve BaÄŸdat ÅŸehirleri arasında mekik dokumakla geçtiÄŸini; PadiÅŸaha, Sadrazam İbrahim PaÅŸa’ya, Kazasker Kadir Çelebi’ye, NiÅŸancı Celâlzâde Mustafa Çelebi’ye, BaÄŸdat valisi Ayaz PaÅŸa’ya kaside sunduÄŸunu; devletin önde gelenleriyle iletiÅŸim kurduÄŸunu, içinde bulunduÄŸun yaÅŸam koÅŸullarını tüm çıplaklığıyla Kanuni devrinde NiÅŸancı Celâlzâde Mustafa Çelebi’ye yazdığın “Åžikâyetname”de sana baÄŸlanan maaşı almadığın için elinde kalan “berât”la boynu bükük “uzlet” köşene çekildiÄŸini; dostlarının arasında yüksek cemiyet temsilcilerinin olduÄŸunu; Osmanlı’nın BaÄŸdat Valisi Ayas PaÅŸa’ya kaside sunduÄŸunu; ÅŸair oÄŸlunun adının Fazlî olduÄŸunu, 1556’da Taun’da öldüğünü; Kerbelâ’ya gömüldüğünü, İsnâ AÅŸeriye’den Mütedil Ehl-i tarikata baÄŸlı Irak-ı Araplı mutasavvıf Türk-Åžiî oluÅŸunun seni BektaÅŸiliÄŸe yakınlaÅŸtırdığını saygın edebiyat eleÅŸtirmenlerinin araÅŸtırmalarından öğreniyorum.

İlmin ÅŸairi olarak “doÄŸa”nın da insanlar gibi zaman zaman kendine yabancılaÅŸtığını biliyorsun. YaÅŸarken cenazesini taşımış ve ölürken kendini diriltmiÅŸsin; tasavvufa bakışına dair yanılgılarımı seninle paylaÅŸmak istiyorum. Zamanın ve ilahi adaletin var olduÄŸuna inanıyorsun; yaÅŸadıkların, ürettiklerinle kendinden birçok insan çıkarıyorsun. Bizi köleleÅŸtiren alışkanlıkların seni özgürleÅŸtirmesinin asıl nedeni tasavvuf mu diye soruyorum kendime...

Kendine uzattığın eli saygıyla öpüyorum; çünkü ruhunda koruyup kolladıklarınla insanı ve insanî olanı hayatının merkezine aldığını biliyorum. İnsanlığın beÅŸiÄŸi olan tasavvufun ruhundaki yansımasını gözlemliyorum. Herkesin kendinden izler bulduÄŸu bir ruhlar okyanusuna dönüşen kiÅŸiliÄŸini algılamakta zorlanıyorum. Kul hakkı ile haram kazancın altında ezilen ruhların, tasavvufun derinliÄŸine eremeyecekleri nasıl bir gerçekse; sevmeyi doÄŸadan, katlanmayı ve affetmeyi topraktan öğrenenlerin tasavvufun hakiki müdavimleri oldukları da çıplak bir gerçektir. Senin gibi gerçek mutasavvıflar bir okyanus gibi yaÅŸadıklarıyla her seferinde kendini çoÄŸaltarak Tanrı’ya ulaÅŸmayı baÅŸarıyor. İnsanlar tasavvufa zihinlerini yaÅŸarken huzura erdirmek için yöneliyor; çünkü tasavvuf biatı deÄŸil, sevgiyi önceliyor. Bu yüzden de maddeye, ruha ve Tanrı’ya ulaÅŸmanın kolay yolunu gösteren bir rehber olmuyor.

Tasavvuf; tıpkı senin gibi, ruhunu ve duygularını rehber edinenlere canda bütünlüğe ulaÅŸmanın hikmetini öğreten deÄŸil; gösteren hakikatin derviÅŸidir. Hakikatin derviÅŸi, acıdan ve ıstıraptan arzularımızı yok ederek kurtulmamızı deÄŸil; çoÄŸalan acı ve ıstıraplarımızla barışarak canda bütünlüğe ulaÅŸabileceÄŸimizi bize hatırlatıyor. “Tevhid”e varmak mıdır beÅŸeri aÅŸktan ilahı aÅŸka yönelmek?

Sorularımı yanıtlayan şiirlerinin izlerini süre süre tasavvufun insanın her koşulda kendisini yaşadıklarıyla gerçekleştirmesinin olmazsa olmazının; acıyı bal edip belayı ve aşkı bir sanat haline getirmesi olduğunu şu dizelerinden anlıyorum:

“Yâ Rab belâ-yı aÅŸk ile kıl âşinâ beni / Bir dem belâ-yı aÅŸktan kılma cüdâ beni / Az eyleme inâyetini ehl-i derdden / Yâni ki çok belâlara kıl mübtelâ beni.” (Ey Tanrı! Bana aÅŸk belasını tanıt, beni aÅŸk belasından bir an ayrı bırakma. Dertlilerden yardımını eksiltme, yani çok belâlara düşür.)

“AÅŸk derdiyle hôşem el çek ilâcımdan tabib / Kılma dermân kim helâkim zehri dermânındadır.” (Hekim! Ben aÅŸk derdinden hoÅŸnudum, ilacımdan el çek; ilaç verme ki beni öldürecek zehir senin ilacındır.)

Tasavvufun derinliÄŸine ulaÅŸmak için ilahi aÅŸkın derinliÄŸine ulaÅŸmak gerektiÄŸini ise Leylâ ve Mecnûn’daki ÅŸu rubainin dizelerinden anlıyorum:

“Ey neÅŸ’ et-i hüsniışka te’sîr kılan / IÅŸk ile binâ’yı kevnita’mîr kılan / Leylî ser’i zülfünü girihgîr kılan // Mecnûn-ı hazin boynuna zencîr kılan.” (Evvelâ Hak güzeldir. AÅŸkta tesir eden de o güzelliktir. Kâinat binası aÅŸk ile mamur hale gelmiÅŸtir. Yaradılışın sebebi muhabbettir. Leyla’nın ser-i zülfünü düğüm düğüm yapıp mahzun Mecnun’un boynuna zincir eden odur; Leyla’nın ser-i zülfü kesret içindeki hilkat muammasıdır. Bu muamma ile Mecnun’u deli edip boynuna zincir vuran yine odur.)

Sevgiliye kavuşma amacı gütmeyen bir aşkın karşısında ilmin bir dedikodu olduğu gerçeğini şu dizelerle ölümsüzleştiriyorsun:

“AÅŸk imiÅŸ her ne var âlemde / İlm bir kil ü kâal imiÅŸ ancak.” (Dünyada ne varsa aÅŸk imiÅŸ, ilim ancak bir dedikodu imiÅŸ.)

Bu yüzden Leyla ve Mecnun mesnevinde Mecnun sevgilisine kavuşmak istemiyor:

“Aşıka ancak tasarrufsuz temâşâdır garaz.” (Aşıkın maksadı, ancak sahip olmadan seyretmektir.)

“Hayâliyle tesellidir gönül meyl-i visâl etmez / Gönülden taÅŸra bir yâr olduÄŸun âşık hayâl etmez” (Gönül, sevgilinin hayali ile teselli bulur, kavuÅŸmak istemez; âşık, gönül dışında bir yâr olduÄŸunu hayal etmez.)

GüzelliÄŸi, kâmil insana ulaÅŸmakta buluyor, ilahi ve beÅŸeri aÅŸkta da kavuÅŸmaya deÄŸil; hasrete âşık oluyorsun. Seni Fuzûlî yapan da çektiÄŸin yoksullar, yoksunluklar ve aÅŸk acısıdır. İlmin insanın metafizik ihtiyacını karşılamakta aciz olması; insanın ölümle son bulan hayatı, seni ölümsüzlük mucizesine vakıf ilahî aÅŸka yönlendiriyor. Azabın ve özlemin ruhunu nasıl gençleÅŸtirdiÄŸini “Leyla ve Mecnun Mesnevi”ndeki ÅŸu dizelerinden anlıyorum:

“Yâ Rab belâ-yı aÅŸk ile kıl âşinâ beni / Bir dem belâ-yı aÅŸktan kılma cüda beni.” (Ey Tanrı! Bana aÅŸk belasını tanıt, beni aÅŸk belâsından bir an ayrı bırakma. Dertlilerden yardımını eksiltme, yani beni çok belâlara düşür.)

Buna karşın şiirlerinde sevgilinin hasretine şu dizelerle isyan ediyorsun:

“Yedi gündür ol ayı göremezem / Ey mâhvisâl ile hoÅŸ et bir gece hâlim.” (O ay yüzlüyü yedi gündür göremedim. Ey ay yüzlü! Bir gece buluÅŸarak halimi hoÅŸ et.)

Fani dünya cennetin sevgilisi ahiret cenneti ise ilahi aşkı olan gerçek bir gönül erisin sen.

Åžiirlerin, insan yanına sokulmama izin veriyor. İlmi, evrensel varoluÅŸunun nedeni, ÅŸiiri de aÅŸkı duyuÅŸ ve seziÅŸ farkındalığı olarak algılıyor, bir ÅŸairin hayatından öte sanatınla ölümsüzlüğe kavuÅŸacağını biliyordun. Döneminde ÅŸairlerin hiçbiri ruhunun derinliÄŸine kök salan aÅŸk olgusunu senin kadar lirik, dokunaklı ve iç acıtıcı bir derinlikte yansıtamıyor ÅŸiirlerinde. AÅŸkı hissediÅŸ biçimindeki farklılıkla evrende soluk alan her canlının yerine âşık oluyor; onların yerine ayrılık acısı çekiyor, Tanrı’ya eriyorsun. Kendini mazlum olarak algılıyor, ÅŸiirlerinle düzene ve haksızlıklara baÅŸkaldırıyorsun.

Gururuna düşkün, asil ve iradeli biri olman, sembollerle yaÅŸayanların içinde kendini dışlanmış hissetmeni saÄŸlıyordu. Kıskanç, cahil, çıkarcı ve riyakâr yaÅŸayanlara tahammül edemediÄŸin için mizah, hiciv ve nükte kabiliyetinle yarışamıyordu kimse. Arapça, Farsça ve Türkçe eÄŸitimi alan bir öğrenci olarak Arapçayı Rahmetullah’tan, ÅŸiiri Azeri edebiyatının saygın ÅŸairi Habibî’den öğreniyorsun. Rivayete göre Arabî hocanın kızına da âşık oluyor ve evleniyorsun. Bu evlilikten oÄŸlun Fazlî dünyaya geliyor.

Anadolu AleviliÄŸi felsefesinin temel yapıtlarından biri olarak kabul edilen mensur ve manzum Hadikat-üs Süadâ eserinin önsözünde Türk aslından geldiÄŸini, anadilinin Türkçe olduÄŸunu belirtiyorsun. Türkçe divanının önsözünde ise ilimsiz ÅŸiiri temelsiz duvar olarak algıladığını; geometri, doÄŸa, fizik, hadis ve tefsir konusunda oldukça iyi bir eÄŸitim gördüğünü; üç dilde nazım ve nesir yazdığını belirtiyorsun. YaÅŸanmışlıkları ilimden daha önemli bulman; yaÅŸamın gizine ermeni saÄŸlıyordu. İnsanlığı acılardan ve yoksulluktan kurtaracaksa; çektiÄŸin her acıya razı oluyorsun. Aldığın mahlasları diÄŸer ÅŸairlerin de kullanmasını “kendini harcamak olarak” düşünüyorsun. “Fuzûlî” mahlasını “her ÅŸeye burnunu sokan gereksiz adam” anlamı nedeniyle diÄŸer ÅŸairlerin kullanmayacaklarını biliyorsun. Fuzûlî’nin edebe muhalif anlamını da kendinle özdeÅŸleÅŸtiriyorsun; çünkü “Fuzûlî” bilgi ve fazilet anlamına gelen “fazl” sözcüğünün çoÄŸulu olan “Fuzûl” sözcüğüne tekabül ediyor. “Fuzûlî” adına dair düşüncelerini bir gazelindeki ÅŸu dizelerle açıklıyorsun:

“Bana mânen bir divâne sûret baÄŸlamaz gûya / Kalem şındırdı taÅŸvırim çekenden sonra nakkâşum. / Devran; ilim, irfan ve edep elde etmek için ne kadar çalıştığımı gördü / Bu husustaki azim ve gayretimi dünyadaki diÄŸer insanların hareketlerine aykırı gördüğü için âlem de bana Fuzûlî adını verdi.”

Fuzûlî adının sana getirdiği bereketin yanında Şiîliğinle ulaştığın görüş genişliği de senin Kerbelâ müridi olmanı sağlıyor.

Sen yalnızca Şiî ve Sünnîliğin değil; hiçbir din, dil ve ırk ayrımının ulaşamayacağı ruhun zirvesine çıkmayı başardığın için insanlığın ceddini, ikranını kendine düstur edinmiştin.

Bir “Anadolu Alevisi” olarak ben de senin gibi Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’e gönülden baÄŸlıyım. Hz. Ali’nin yolunda ilerlemeyi düstur edinmen, bana Divan edebiyatının temel unsurlarından birinin de din olduÄŸunu anımsatıyor. Dini tercihinin “tarikat”tan yana olmasının sonucudur senin mutasavvıf olman. Tarikata tutkuyla baÄŸlı olanların ödülü olan vahdet âlemindeki yerini de bu düşünce tarzınla alıyordun.

Hakikat yolunu aydınlatan ışığın aÅŸktı. Tanrı senin gibi ödüllendirdiÄŸi kullarına âşık olma kabiliyeti ihsan ediyordu. Ruhun ve bedeninin bir bütün olarak nefes aldığı tek mekân olan Necef’teki Hz. Ali’nin türbesindeki hizmetinin karşılığı olarak aldığın aylıkla geçiniyordun. Parasal sorunlarla bu iÅŸten ayrılmak zorunda kaldığında tanışıyorsun. Yoksulluk canına tak ettiÄŸinde diÄŸer ÅŸairler gibi yaÅŸarken deÄŸerinin anlaşılmasını istiyorsun devlet büyükleri tarafından. Osmanlının ileri gelenleriyle görüşmek için BaÄŸdat’a gittiÄŸin, padiÅŸaha sunduÄŸun kasideler karşılığında sana gündelik baÄŸlanıp baÄŸlanmadığı, hakkındaki diÄŸer bilinmezlikler gibi sırrını koruyor.

Adına düzenlenen kongreleri, sempozyumları, konferansları, açık oturumları ve UNESCO’nun 1994’ü “Fuzûlî Yılı” olarak ilan ettiÄŸini görmeni çok isterdim otuz yaşında ÅŸiiri avucuna alan ÅŸair. Arapça, Farsça ve Türkçe nazım-nesir türünde yazdığın ÅŸiirler dönemin ÅŸairlerini gölgede bırakıyor. Durup dinlenmeden kimsenin söylemediÄŸi söz ve söyleyiÅŸ biçimin peÅŸinden koÅŸuyorsun ÅŸiirde “Fuzûlî efsanesi ve derinliÄŸi” yaratmak için. En büyük emelin tüm bilimleri kendi aklında toplamaktı. Molla Fuzûlî olarak benimsenmen de bu bilgi birikiminden kaynaklanıyor. Türkçenin zarifliÄŸi senin naif ruhunda kendini buluyor. Yazdıklarının anlaşılması için kasideye ve muammaya yöneliyorsun. Gazelin kendine özgü dili ve muazzam dünyası senin birikimle birleÅŸiyor.

Türkçe divanının önsözünde şiir biçimi olarak gazeli niçin tercih ettiğine şu dizelerinde açıklık getiriyorsun:

“Åžairin gücünü gazel bildirir, nâzımın ününü gazel artırır; ey gönül! Gerçi ÅŸiirin birçok çeÅŸidi vardır, sen hepsinin içinden gazeli seç.”

Gazellerde dil ve anlatım sadeliğini önemsiyorsun. Bunun aksine kasidelerinde anlam ve söz derinliğine, söz oyunlarıyla ulaşıyorsun. Kaside yazma nedenini şu satırlarından anlıyorum:

“Lâkin kolay anlaşılmaz bir üslûba ve mazmun inceliÄŸine karşı yaratılışımda bir sevgi vardır. / Bunun için kalemim daima kaside ve muammaya meylediyordu.”

Ruhundan aşk dışında şiir yazmamayı ise şu dizelerinle istiyorsun:

“Benden Fuzûlî isteme eÅŸ’âr-ı medh ü zem / Ben âşıkam hemîşe sözüm âşıkanedir.” (Fuzûlî! Benden övgü ve yergi ÅŸiirleri isteme; ben aşıkım, sözüm daima âşıkanedir.)

Şiir dili olarak lirik, hazin bir dili tercih ettiğinden dolayı şiirlerinde baskın olan beşeri aşk, ilâhî aşkın yüceliği ve ulaşılmazlığına bürünerek kendini hissettiriyor. Düşünüyorum da Divan şairlerinden kaçı senin gibi şiirde duygusal içtenliğini tüm çıplaklığıyla yansıtmak için kafa yormuştur. Farsça divanının önsözünde şiirinin toprağının Kerbelâ olduğunu, hiçbir yanılgıya meydan bırakmadan şu dizelerinle açıklıyorsun:

“Fuzûlî, benim toprağım Kerbelâ toprağıdır, ÅŸiirlerim nereye giderlerse onlara saygı göstermek gerektir; altın deÄŸil, gümüş deÄŸil, inci deÄŸil lâ’l deÄŸil bu kölenin ÅŸiiri topraktır; fakat Kerbelâ toprağıdır.”

İlk gençlik ürününü, 444 beyitten oluÅŸan ve alegorik anlatımı tercih ettiÄŸin Horasanlı Åžah İsmail’in Özbek Hanı Åžeybek’i yenip başını da kadeh yapmasından dolayı “Åžiî Åžah’a” ithaf ettiÄŸin Beng-ü Bâde adlı mesnevindeki hayranlık uyandıran beyitlerinle veriyorsun.

Divan edebiyatının gereklerinden olduğu için sen de şiirlerinde sevgiliye ve şaraba methiyeler diziyorsun:

“Ey vâiz! Åžarabı yasak etmeyi ilke edindin, sevgilinin aÅŸkını kınama yolunu tuttun; cennet için ÅŸarabı ve sevgiliyi bırakalım, fakat cennette onlardan baÅŸka ne var, açıkla.”

Eleştiri oklarını yönetim işleyişindeki aksaklıklara yöneltiyorsun. Yöneticilerin elde ettikleri mevki ve haksız kazançtan ruhlarını arındırmak için birikimlerinin bir kısmını sadaka niyetine halka dağıtmalarına şu sözlerle isyan ediyorsun:

“Zalim zulümle akçalar alıp halka minnetle lütuf eder; zulüm ettiÄŸi için alçalarak ceza göreceÄŸini bilmez de, bu para dağıtma âdetiyle Tanrı’yı hoÅŸnut edeceÄŸini sanır; oysa akça ile cennet alınmaz, cennete rüşvetle girilmez”.

Toplumcu ÅŸair olarak rüşvet alan devlet memurlarını “Åžikâyetname”de kadılara ÅŸu dizelerle ÅŸikâyet ediyorsun:

“Dünya çıkarları düşüncesi sana yanlış yargı verdirmesin; bilgi ile halkın makbulü olmuÅŸken, rüşvet seni Tanrı’nın reddettiÄŸi kiÅŸi eylemesin.”

Memleketin adalet ve eşitlik gibi mekanizmalarının kusursuz işlemesi için sultanın yetki verdiği insanların kişiliğine dikkat etmesi gerektiğini savunuyorsun. Yetkilerini kötüye kullanan görevlilerin halka çektirdikleri eziyetten birinci dereceden sorumlusunun sultan olduğunu ve halkın böylesi bir düzende hakkını almasının mümkün olamayacağını Farsça yazdığın kasidede ele alıyorsun:

“Zalim padiÅŸahın devrinde halkın huzura kavuÅŸma olanağı yoktur; çobanın kurt oluÅŸu, koyunlar için bir beladır. Ey zalim hükümdar! Köylü tarafından senin için yetiÅŸtirilen fidanı kendine taht yapmak üzere kesme. Yoksulun kirpiklerinin ucundan akan su üstündeki gemi gibi yüzen tahtı ne yapacaksın?” (Enis-ül Kalb)

Åžiirlerinle halkın yaÅŸayış biçiminin monologunu yazıyorsun. Åžiirlerinle birlikte kiÅŸiliÄŸinin geliÅŸmesinde Fars ve Türk edebiyatının katkısı oluyor. Fars ÅŸairlerden Nizamî-i Gencevî, Sadi, Selman, Hafız ve Katîbî… Türk ÅŸairlerden Lûtfî, Ali Şîr Nevaî, Necati, Habibi, Necati, Hayalî-i Kadîm…

Senin halk ve Tanzimat ÅŸairleri üzerinde derin etkilerin var. Halk edebiyatında Gevheri ve Dertli; Tanzimat ÅŸairlerinden Abdülhak Hamit’in ünlü ÅŸiiri Makber üzerindeki etkin, baskın bir ÅŸekilde kendisini hissettiriyor. Åžiirlerinin besleyici kaynaklarından olan halk ÅŸiiri, Divan ÅŸiirine bakışını da etkiliyor. Divan edebiyatının dar kalıplarını aşıyorsun duygu ve düşüncelerini tüm çıplaklığıyla ifade ederek. Åžiirde mükemmeliyetçisin. Misyonunun içinde yaÅŸadığın toplumun tarihi, içtimaî ve iktisadi mecburiyetleri bir bütün olarak temsil etmek de vardı. Acılarınla kendine dönüşen bir ÅŸair olarak maruz kaldığın zulüm ve acıları yaÅŸadığın coÄŸrafyanın iklimi ve tarihî dokusu içinde ÅŸiirleÅŸtiriyorsun. Tezkirelerinin hem ÇaÄŸatay, hem Azeri hem de diÄŸer Türkçe lehçelerinde benimsenmesinin yaratıcılığının önündeki engelleri kaldırmanın sonucu olduÄŸunu düşünüyorum. ÇaÄŸatay edebiyatında Ali Şîr Nevaî’nin, Osmanlı edebiyatında ise Hayâlî ve TaÅŸlıcalı Yahyâ Bey baÅŸta olmak üzere BaÄŸdatlı Ruhî, Bâki, Nailî, Nâbi, Nedim, Åžeyh Galip vb. Divan ÅŸairlerinin ve Tanzimat ÅŸairi YeniÅŸehirli Avni’nin tahtını sallıyordun.

Alevi-Bektaşilerin seni Seyid Nesimi, Hatayi, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Virânî Baba gibi sahiplenmeleri nasıl boşuna değilse; Hadîkat-üs Süadâ eserindeki şiirlerinin Muharrem ayındaki yas törenlerinde okunması da tesadüf değildi. Şiirin her türüyle ilgilendiğini, Azeri ve Çağatay lehçeleriyle yazdığın şiirlerinden anlıyorum.

Necef, Kerbela ve BaÄŸdat’ın birçok Türk-Azeri ÅŸairinin uÄŸrak yeri olması senin Türk-Azeri ve İran ÅŸiirinin derinliklerini kavramanı saÄŸlıyor. Irak’taki Türkler arasında Ali Şîr Nevaî ne kadar seviliyorsa; Åžeyhî ile Ahmedî de o kadar seviliyordu. Seyid Nesimi de Azeri edebiyatının lirik olduÄŸu kadar tasavvuf bakımından da bilge bir ÅŸairiydi. Sen de Nesimi’nin bıraktığı edebi mirası ÅŸiirlerinde kaldıraç olarak kullanıyordun. Azeri edebiyatı XV. yüzyılın sonunda Habibî, XVI. yüzyılın baÅŸlarında Hatayî gibi ilim ve irfan sahibi sanatçılarının birikimini özümsemen; senden önce kimsenin denemeye cesaret edemediÄŸi duygusal heyecanı okuyucu üzerinde zirveye çıkaran ÅŸiirler yazdırıyordu sana.

Seçkin ve saygın ruhların en büyük meziyeti farkındalıklarının altında ezilmeden farkındalıklarını taşımalarıdır. Böyle ruhların sıradan ruhlarla yaşamaya mecbur edilmesinin iç dünyandaki yansımalarıdır şiirlerinin herbiri. Duygusal yoğunluğa kendisini teslim eden bir erkeğin Irak-Arap yaşam kültürü gerçeğinde kendini şair bir erkek olarak gerçekleştirmesinin zorluğunun da farkındayım. Duygusal yoğunluğunu serbest ifade etmene olanak veren tek dünya şiirdi. Sen de dönemin ahlaki baskılarından dolayı tatmin edemediğin cinsellik ve sevgi açlığının ruhunda yarattığı fırtınayı şiirlerine yansıtıyordun.

Sevgili Fuzûlî Baba, senin gerçeğini bilgilerde aramaktan şu an itibariyle vazgeçiyorum. Seni bir bütün yapan ruhunun okyanusunda battığımı hissediyorum. Hikmetine kimselerin eremediğini gözönüne alacağını; senin insan yönüne dair saptamalarımdaki yanılgılarımdan dolayı beni bağışlayacağını düşünüyorum. Çocukluğundan başlayarak tanık olduğum hayat serüveninden başta sevgi ve aşk ihtiyacı olmak üzere duygularının hiçbirini tatmin etmediğin için ruhunda tüketemediğini anlıyorum. Bu yüzden şiir, ilim ve irfan bakımından ilerlemen hayatın gerçeği karşısında seni kutsamıyor.

Çünkü senin gerçeÄŸin korku tabanlı olmadığı için tehdide dayanan topluma da boyun eÄŸmiyor. Bu yüzden asi ruhun, ne sevgiye ne aÅŸka ne de dostluÄŸa yabancılaşıyor. Åžiirlerin baÅŸta olmak üzere ne sevginin ne nefretin ne de katlanmanın yeri deÄŸiÅŸmiyor içinde. Buna karşın gençliÄŸinde tanıştığın aÅŸkın yüreÄŸini yakan ateÅŸini yeterli bulmuyorsun. Hayatın boyunca yüreÄŸini yakacak ateÅŸin deÄŸil; yangının peÅŸinden koÅŸuyorsun. İstiyorsun ki yangının peÅŸinden koÅŸan deÄŸil; kendin bir yangın olasın. Güzelliklere âşık tabiatında, güzelliÄŸin sıfatlarını tanımakla yetinmiyor; güzelliÄŸin sıfatlarından çoÄŸalttıklarınla kendini tamamlıyorsun. DoÄŸumun baÅŸlangıç, ölümün ise bitiÅŸ olduÄŸunu bildiÄŸin için hayatın bir “an”ın armaÄŸanı olduÄŸunu kabulleniyorsun. Bu yüzden hayatını canlı, çok canlı kılacak anlara sahip olmanın sadece âşık olmakla gerçeklik kazanacağını bildiÄŸin için gençliÄŸin, güzelliÄŸin ve zevkin ÅŸarabını deÄŸil; acının zehrini içerek ruhun katmanlarında alt üst oluyorsun.

Åžiirlerinde olduÄŸu gibi, kiÅŸiliÄŸinin de büyük yanının arzularını yaÅŸamaktan ve ifade etmekten korkmaman olduÄŸunu düşünüyorum. Ne sevgiliden ne de Tanrı’dan korkuyorsun; sadece sevginin uÄŸruna katlanabilirlikle kendini yüceltmeyi biliyorsun. İçindeki güzelliÄŸin karşısında kendini deÄŸersiz ve sıradan bir insan hissetmen ÅŸaşırtmıyor beni. Kâmil insana ilim ve irfanla eriÅŸilmeyeceÄŸini anladığın anda içindeki geliÅŸme sürecinin saati çalışmaya baÅŸlıyor. Önce beÅŸeri aÅŸkla yetineceÄŸini düşünüyorsun. BeÅŸeri aÅŸkın içinde açtığı yaraların kuluçka dönemi bitince de ilahi aÅŸka sığınıyorsun. Tüketilmeyen tek aÅŸk olan ilahi aÅŸkın gücüyle sarıyorsun yaralarını. İnsan eÅŸitliÄŸi ne kadar savunursa savunsun doÄŸası gereÄŸi bazı ayrıcalıkları olmasını arzu ediyor. Geçim derdi olan insanın kendisini bu dertten kurtaracak ayrıcalıklara sarılmasını anlayışla karşılıyorum. Sen de devlet büyükleri tarafından diÄŸer ÅŸairler gibi taltif edilip para ve itibara kavuÅŸma isteÄŸiyle böyle tanışıyorsun. İmrendiÄŸin ÅŸairlerden biri olmak için çıktığın yolculukta insanın bedelsiz hiçbir payeye sahip olamayacağını anlıyorsun. Sahip oldukları çoÄŸaldıkça vereceÄŸi ödünler de çoÄŸalıyor insanın. Düzenin kokuÅŸmuÅŸluÄŸunun dayattığı haksızlıklar karşısında yoksulluÄŸunla Karun kadar zengin olma erdemine de böyle eriyorsun. YaÅŸanılanı gözünde deÄŸersizleÅŸtiren olay örgüleri çoÄŸaldıkça sen de kendi içinde kutsallığını yitirmeyen güdülere sarılıyorsun.

Güzellik anlayışının içinde hak, adalet, dürüstlük, dostluk, sevmek, sevinmek, barış ve özgürlük gibi kavramlara dönüşmesi eksik kalan yanlarını tamamlıyor. Aşırı gururundan kula kul olmamayı, aşırı sevme ihtiyacından sevilmeye layık olan her güzelliğin özünde ilahi aşkı barındırdığını; dokunmaya, özlenmeye, konuşmaya değer olanlarla hayatın bir anlam kazanacağını; ihanetle, riyayla, yalanla insanın sadece kendisini kandıracağını; insana kendi acıları dışında farklı acıları boynunun borcu olarak kavramasının asıl nedeninin insan olgusunu farklı algılamak olduğunu; insanı ilmin değil, onuruyla taşıdığı acıların büyüttüğünü yoksa nasıl öğrenirdin.

Dünyaya sadece inandıklarını yaşamak, söylemek, sevmek ve sevgiye ermek için geldiğini; ait olduğun tek dünyanın şiirlerin olduğunu anlıyorum. Derdin, zevkin ve sefanın bahçesine ektiğin duygularının büyüttüğü yargıçların seni dışlayıp istediğini ödüllendirip istemediğini de cezalandırmasına da bu yüzden izin vermiyorsun.

Gerçekleşemeyen isteklerinden dolayı hayatın seni terk etmesini sık sık âşık olarak önlüyorsun. Hayatı isterkenki kararlı ve mağrur tutumun sayesinde aklın içsel çözülmelerle huzura kavuşuyor. Huzura kavuşan aklın, kişiliğinde büyük fikirleri hayata geçirmeni sağlıyor.

İçinde duygusal iflas ve çöküşü barındırmayan Fuzûlî gerçeğinin yaşadığım sürece yolumu aydınlatacağını bilmeni istiyor; önünde sevgi ve saygıyla eğiliyorum.


Kaynakça:
1.Cevdet Kudret, Divan Şiirinden Üç Büyükler, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2003
2.Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, Fuzûlî ’nin Divanı Åžerhi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1985
3.Abdülkadir Karahan, Fuzûlî Muhiti, Hayatı ve Şahsiyeti, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1989



Bedriye KORKANKORKMAZ




25 Eylül 2016 Pazar / 2200 okunma



"Bedriye KORKANKORKMAZ" bütün yazıları için tıklayın...