Bilinçaltı Kişiliğinin Ödünsüz Savaşçısı: Sigmund Freud
19 Haziran benim doğum günüm. Doğum günümde evimde kendime randevum vardı. Evimde ruhumun sesini dinlemek ve bilinçaltıma yolculuk yapmak için sağaltıcı koltuğum olan yatağıma uzanıyorum. Gözlerim kapalı kendime soracağım sorular üzerinde düşünüyorum. O an modern psikanalizin babası olan Sigmund Freud’u anımsıyorum. Freud psikoterapi yöntemiyle kendi bilinçaltına yolculuk yapıyor. O da benim gibi savunma kalelerini ortadan kaldırdığında insanın kendisine mi yoksa kendine benzeyen bir başka insana mı benzediğini merak ediyor. İnsanın kendi çıplak gerçeğiyle yüzleşmeden içsel direncini yenemeyeceğini biliyor. Kendime sorduğum sorulara verdiğim yanıtları içsel direncimin çıplak verileri olarak algıladığım için kendime şu soruları soruyorum: “Kendimi neye dayanarak sorguluyorum? Bastırılmış duygu/ düşüncelerimi doğru konumlandıramadığım için mi onların dostu olamıyorum? Aşırı duygu ve duyarlılıklarımı törpüleyemediğim için mi kendime sağduyuyla yaklaşamıyorum? Korkularımın değil; cesaretimin üstüne gittiğim için mi başarısızım? Ben mi zamanı yoksa zaman mı beni ütülüyor? Gören kör olmak mı yoksa görülmeyeni görmek mi ruhuna yaklaştırıyor insanı? Kırgınlıklar öç almak için nefreti doğuruyor. Duygularımız mı yoksa düşüncelerimiz mi ruhumuzu parçalıyor? Parçalara ayrılan ruhumuzu bir bütün haline getiren yaşa(ya)madıklarımız mı yoksa hayallerimiz mi? Babamın elleri olduğunu düşündüğüm bir erkek elinin saçımı okşadığını hissediyorum. Bitmesini istemiyorum bu büyülü anın. Gözlerimi bu duygularla açıyorum. Karşımda duran kişinin babam değil Sigmund Freud olduğunu görüyorum. Şaşkınlık / özlem karışımı bir duyguyla ona sarılıyorum. Sessizliği o bozuyor: “Bedriye, erkek çocuklarının babalarının yerine geçmek için babalarını öldüreceğini düşündüğüm için kızların varlığını babalar için tehlikeli görmüyorum. Bu yüzden 1918’de kızım Anna’yı gizlice analiz ettiğim gibi sana psikoterapi uygulamak istiyorum doğum günü hediyesi olarak.”
Sevgili Freud, monografi/ biyografilerin, yazın ekininin gelişmesinin, bizden sonraki kuşaklara kalıt olarak bırakılmasının tartışılmaz önemini şimdi daha iyi anlıyorum. Yetkin her biyografi yazarı, hayatını kaleme aldığı yazar, şair, bilim adamı vb... insanların kişilik hakları/ yaşamlarını adadığı ilkelerine sonuna kadar sadık kalmalı. Saygın çevirmenler ise bir insanın, yaşamını elinde bulundurmanın, biçimlendirmenin ve o insanı yeniden yaratmanın, zorunlu tarafsızlığını/ sorumluluğunu taşımanın önemini bizlere her koşulda hissettirmeli diye düşünüyorum. Bununla birlikte dilimize çevrilen biyografin ile eserlerini okuyor hakkında çekilen belgeselleri ise izliyorum sık sık. Hakkında edindiğim bilgileri seninle paylaşmanın sevincini yaşıyorum. Seninle karşılıklı sohbet etmeyi psikoterapi yapmana tercih etmem seni incitiyor mu?”
“ Tercihin beni incitmiyor, Bedriyecik.”
“Sevgili Freud, Amalia ve Jacob Freud’un oğlu olarak Sigismund Shlomo Freud Freiberg 6 Mayıs 1856 yılında Moravya’da doğuyorsun. İyimser, dengeli, iş hırsı olmayan yün tüccarı baban J. Freud, üçüncü eşi olan annenden yirmi yaş büyük olduğu için ağabeylerin baban, babansa deden olacak yaşta oluyor. Yaşlar ve sıfatlar arasındaki uçurumdan dolayı aynı evi paylaştığın insanların birbirleriyle olan ilişkilerini anlamlandıramıyorsun. On yaşına geldiğinde beş kız bir erkek kardeşin oluyor ama sen her koşulda annenin vaz geçilmezi olduğun için evde kendine ait çalışma odası olan tek kişisin. Eğitim gördüğün Yahudi okullarında çalışmayı tutku ediniyorsun kendine. Hafızanda silik bir yeri olduğunu düşündüğün baban öldüğünde annenin ölümünden daha fazla seni etkilediğini anlıyorsun. 95yaşında ölen annenin senin üzerinde güçlü bir etkisi oluyor. Baban Ortodoks bir Yahudi kültürüyle yetişmiş olmasına ve İbraniceyi iyi bilmesine rağmen, çocuklarının bu kültürle yetişmelerini istemiyor, çocuklarının bu kültürün önemli bir parçası sayılan, Purim veya Fısıh gibi bayramları bir dini bayram kültürüyle değil de, aile ve dost toplantıları olarak algılamalarını sağlıyor. Hıristiyan’dan birisi yürüyüşe çıkan babanın başındaki yepyeni kasketini bilinçli olarak yere düşürdükten sonra babana: “Kaldırımdan aşağı in Yahudi!” diye bağırıyor. Babanın adama tepki göstereceği yerde ezik bir şekilde kaldırımdan inerek, yerdeki kasketini almasını kabullenmiyorsun. Tarihe mal olmuş halkının onurlarını kurtaran Musa Peygamber ile Hannibal’a özeniyorsun. Çocukluğun, Yahudilerin üçüncü sınıf insan muamelesi gördüğü dönemlere rastlıyor. Ağır evlilik vergileri yüzünden evlenemeyen Yahudilerin umarsızlığından, baskıcı yasaların sonuçları ruhsal olarak seni sarsıyor. 1848 yılında Avusturyalı liberallerin, Yahudi düşmanı yasaları ortadan kaldırmaları ve yeni kurdukları hükümette birkaç Yahudi’nin de yer almasına seviniyorsun. Eğitimine Viyana’da başlıyorsun. Öğrenmeye aç bir öğrenci olarak Fransızca, İngilizce, Yunanca ve Latince öğrenmekle yetinmiyor kendi çabalarınla, İtalyanca ve İspanyolca da öğreniyorsun. Geleceğin idealist cesur ve yürekli bilim adamı olacağını ödünsüz iradenle kanıtlıyorsun.
“Sevgili Bedriye, sen yaşadıklarımı bana anımsatarak sohbete hızlı bir giriş yapıyorsun ama ben senin hakkında konuşmak istiyorum. Psikoloji/ felsefe ile çok yakından ilgileniyorsun. Hayatını bir bütün olarak gözden geçirdiğinde kendinden şikâyetçi olduğun yanların mı yoksa kendinden memnun olduğun yanların mı daha fazla?
“Sevgili Freud, ruhumu bir bütünün parçaları olarak duygu mikroskobumda incelediğim de memnuniyetsiz yanlarımın fazla olduğunu görüyorum. İnsan beynindeki her hücrenin aslında beyninin alfabesi olduğunu düşünüyorum. Ruhumun alfabesiyle yeni tanışan birisi olarak okuduklarımın dışında senin kelimelerinle meslek ve özel yaşantının bilmezliğine ortak olma ayrıcalığını doğum günü hediyesi olarak benden esirgememeni istiyorum senden.
“Benden sıra dışı bir armağan isteyen Bedriye’yi kırabilir miyim? Çocukken ünlü bir avukat olmak istiyorum.1873’te tercihimi tıptan yana yapıyorum ve Viyana Üniversitesi’nde tıp öğrencisi oluyorum. Ünlü zoolog Carl Brühl’ün “Kucaklayan Ana” adlı, doğa üzerine yazdığı tutkulu bir şiirini dinledikten sonra bilim adamı olmaya karar veriyorum. Öğrenciyken Sigismund olan adımı da Sigmund olarak değiştiriyorum. Başarıya ve üne açım. Araştırmacı/ sabırlı ve kararlı olmamı buna borçluyum. Tabuları yıkmak istiyorum. Ciddi anlamda etkileniyorum bilim adamı Biyolog C. Darwin’den. Darwin, 1871’de yayımladığı “İnsanın Türeyişi” adlı yapıtında, insanın da diğer organizmalar gibi evrime tabi olduğunu ve ‘kıllı, kuyruklu, dört ayaklı” bir hayvandan türediğini yazıyordu. O dönemde pek çok insan gibi bu düşüncenin hem insanlara hem de tanrıya bir hakaret olduğunu düşünmüyorum. Ben, antropolojinin Feuerbach teolojisinin yerine insanın evrimini ve gelişimini incelenmesi gerektiğine inanıyorum. Hayatım boyunca birçok felsefe ve teoloji görüşüne bu yüzden karşı çıkıyorum. Karşı çıkma düşüncesi farklılığı fark etmemi sağlıyor. Öğrenciliğimin üçüncü yılında araştırmacı ruhum beni , “yaşayan organizmaların ve onların hücre, doku, organ gibi bileşenlerinin işleyişinin incelenmesine tahsis edilmiş bir fizyoloji laboratuvarına katılmaya itti.”
Viyanalı bilim adamı Ernst Brücke’den olağanüstü etkileniyorum. Bu saygın bilim adamıyla birlikte beş yıl fizyoloji üzerinde çalışıyorum. Beş yılda balıkların /kerevitlerin salt sinir sistemleriyle ilgilenmiyor aynı zamanda yılan balıklarının cinsel organlarının yapısıyla da ilgileniyorum. Elde ettiğim verileri başka dokulardan ayırmanın neden / sonuçlarını yeni bir yöntem olarak lanse ediyorum makalelerimde. Öğrenciliğimde sık sık depresyona giriyorum. Bir Alman askeri doktorunun raporunda, kokainin askerlerin dayanıklılığını arttırdığını okuyunca, kokainle ilgileniyorum. Kokaini kendi üzerimde deneyerek dayanıklılığı artırdığına ikna oluyorum ve bu düşüncemi güvendiğim bir meslektaşlarıyla paylaşıyorum. Benim kokain üzerine anlattıklarından ilham alıyor arkadaşım C. Koller, göz ameliyatlarında kokainin kullanılabilecek bir lokal uyuşturucu fikrini tamamen kendisine mal ediyor. C. Koller bu buluşuyla göz cerrahisinde büyük bir çıkış yaptığı gibi paraya ve şöhrete ulaşıyor. Bense genç, parasızlıktan evlenememiş yoksul bir doktorum hâlâ. Ne ki Koller’in on dokuzuncu yüzyılda kendine ait olmayan onur kırıcı/ yüz kızartıcı şöhreti yirmi birinci yüzyılda da peşini bırakmıyor onun. Adı benimle ile ilgili yazılan tüm eserlerde, çekilen belgesellerde bilim etiğinin alnına kara leke süren insan olarak anılıyor/ anılacak. Akademik birçok şansızlık yaşıyorum. Aklım bilim dünyasına yakacağım meşalelerin ne türden meşaleler olacağı fikri ile büyüleniyor. Bunun için çok çalışıyorum. Çalışmalarım/ hırsım ve başarılarım okulumda gerekli karşılığı bulmuyor. Ailevi nedenlerden dolayı da paraya çok gereksinim duyuyorum. Viyana Genel Hastanesi’nde stajyer Dr. olarak çalışmaya başlıyorum; çünkü evlenmek istiyorum. Yirmi yaşında âşık oluyorum eşime. Utangaç ve ateşli bir âşığım. Çalışma disiplinim kadar kadınlar hakkında engin bilgim/ deneyimim olmuyor. İflah olmaz bir romantik olduğunu bilmeni istiyorum. Nişanlıma yazdığım romantik mektuplardan ciltler dolusu roman yazılacağını düşünüyorum. Otuzunda evlendiğim eşimden altı çocuğum oluyor. Eşim Martha Bernays eğitimli Alman edebiyatıyla da ilgilenen iyi bir okuyucu olduğu kadar altı çocuğuna ideal bir anne sağduyulu ve sakin kişiliğiyle bana da mükemmel bir eş oluyor.
“ Freud Baba, histeri neden ilgi alanın oluyor senin?”
“Bedriye, yazgım beni 1885 yılında Viyana Genel Hastanesi’nde sinir hastalıklarını uzmanlık alanım yaparak ödüllendiriyor. Hastalarımın birçoğu histeri ve histeriye bağlı hastalıklardan dolayı mustaripti. Bilinçaltı kralı histeriydi. Histeri hastalarını soğuk suya koyacak ve onlara zincir takacak kadar umarsızdık. İnsanlığı tehdit eden bu hastalığı yenmek istiyorum. Başarıya ulaşmanın yolu ise deneme/ yanılma yönteminden geçiyordu.
1870’lerde Fransa’da hipnoz uygulamalarında dünyayı hayrete düşüren büyük bir gelişme sergiliyordu sara (“Grand Mal Epilepsy: nöbetlerle kendini gösteren bir sinir sistemi hastalığı”) hastalığında. Histerinin sadece tanımları yapılıyor ama yapılan tanımların hiçbiri histeriyi tanımlamıyordu. Histeri Yunancada rahim anlamına geliyordu (uterus kelimesi de aynı kökten geldiği için on dokuzuncu yüzyıl sonlarına kadar histerinin kadınların üreme organlarından kaynaklanan kadınlara özgü bir hastalık olduğu sanılıyordu.) Evlenmemiş veya dul kadınların cinselliğe duyumsadıkları açlık histeriyi bir kadın hastalığı yapıyordu. Daha sonraları Charcot’un, histerinin beynindeki bir lezyonun neden olduğu zihinsel bir hastalık olduğu yönündeki bulguları sayesinde histerinin bir kadın hastalığı olmadığı anlaşılıyordu.
1885 yılında Ernst Brücke’nin bana sağladığı bursla hipnotizma yöntemiyle dünyayı hayrete düşüren Sinir Hastalıkları Uzmanı Fransız bilim adamı Dr. Jean Martin Charcot’un çalışma ve mesai arkadaşı olmak için Paris’e gidiyorum. Oradan histeri hastalarını soğuk su ile zincirden kurtaran hipnozla tanışıyorum. Histeri hastalarının hipnozla tedavi edilmesi beni insanlığın bu hastalığı yeneceğine inandırıyor. En önemlisi umutsuzluğa kapılmamam gerektiğini anlıyorum. İnsan ruhunu mercek altına almayı öğreniyorum. Viyana’ya geri döndüğümde aklımdaki fikirleri hayata geçiriyorum. Branşımdaki tüm hastalıklar beyni kapsadığı için ben de beyin felci nörolojik hastalıkların nedenlerini inceliyorum ve incelemelerimde elde ettiğim bulgular üzerinde makaleler yazıyorum. Doğumla başlayan yaşam/ cinsellik ve ölüm gibi elzem konularla ilgileniyorum. Paris dönüşü hastaları hipnoz etmek için mütevazı bir muayene açıyorum. Hipnozu Charcot, zihnin gizli kalmış bölümüne ikinci zihin olarak algılıyordu. Ben de onun ikinci zihin dediği bölümü bilinçaltına dönüştürmeyi deneyimliyorum hastalarımın üzerinde. Hastalarımın ikinci zihnine giriyor ve histerisine verdiğim hiprotik komut aracılığıyla hastamı histerisinden kurtarmayı düşünüyorum. Hipnozda hayal kırıklığına uğruyorum bu yüzden kaplıca su terapisi gibi farkı tedavi yöntemlerine yöneliyorum. Mıknatıs aracılığıyla da hastanın bulgularının bedeninin bir tarafından diğer tarafına transfer ediyor hastalığın beyin üzerindeki gücünü ortadan kaldıracağıma inanıyorum.
Benim ilk psikanaliz hastam olan Bertha Pappenheim’i bana arkadaşım Joseph yönlendiriyor. Bertha’nın sorunu diğer hastalarımın sorunlarından farklı. Hastamda psikanaliz yöntemi başarılı oluyor. Bende hastam sayesinden bu türden şikâyetleri olan her hastanın histeri olmadığını algılıyorum. İnsanlık ve benim için bir mucize oluyor bir tabunun yok olması. Konuşmanın insan zihni üzerindeki muhteşem mucizesine tanık oluyorum. Hastalarımın ruhlarında travma yaratan olaylarla tanışıyorum. Emin oluyorum insanı içine düştüğü umarsızlıktan yine insanın kendisinin kurtaracağına. İnsanlığın devrimi olarak algılıyorum bu gelişmeyi; çünkü hastalar hasta sıfatından “insan” sıfatına terfi ediyor. Bilinçaltı denilen o karanlıkta müthiş bir aydınlığın da var olduğuna inanıyorum. Mikroskobum duygular oluyor. Hastalarımın bilinçaltlarına duyguları aracılığıyla yaptığım yolculuklarda onları histerik eden olayların ve olguların başında çocukluklarında yaşadıkları travmatik cinsel deneyimlerin neden olduğuna inanıyorum. Hastalarımın Nevrotik olmalarına da cinselliğin neden olduğunu düşünüyorum. Çocuk ya cinsel tacizden ya da baskı altında tutulan baskın suçluluk duygusu sonucunda kafasından bir dizi cinsel fanteziler kuruyor.
“ En sık karşılaştığın hastalık türlerinden birisi de Nörotik erkeklik sendromu. Erkeklerin Nevrotik olmamaları için niye dikkat etmeleri gerekiyor sana göre?
“Bana göre bir erkek Nörotik olmak istemiyorsa kadınıyla özgürce cinsel ilişkiye girmeli. Duyguların kuması olarak algılıyorum prezervatif ile mastürbasyonu. Eşler arasındaki duygusal alış verişi prezervatifin baltaladığını düşünüyorum. Küçük kızım dünyaya geldikten sonra bu düşüncemden dolayı cinsel perhize giriyorum ve kendimi kadınların değil bilimin koynuna atıyorum”
“Freud Baba, çalışmalarını doğru yorumlayacak birikimden yoksunum. Bu yüzden çalışmalarınla insanlığın kütüphanesine kazandırdığın yapıtların hakkından beni bilgilendirir misin?
“Bedriye, hayatımı, biseksüellik, histeri, çocuk cinselliğine ilişkin, psikanalist olarak negatif ve erotik transferanslar, rüyaların yorumları, yas ve melankoli, toplum ve birey arasındaki ilişkiler vb... insanın duygu ve düşünce dünyasındaki bütün karanlıkları aydınlatmak için yapıtlar ile denemeler yazıyorum. Psikanaliz ve histeri üzerinde yayımladığım önemli demeler ile eserlerimin bazılarını anımsayacak olursam: (1895) “İrma’nın Enjeksiyonu Rüyası’na eğiliyorum. Histeri Üzerine Çalışmalar’ı yayımlıyorum.(1905) Sırasıyla: Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme (1914); Narsisizm Üzerine, ( 1920); Haz İlkesinin Ötesinde,( 1926); Alaylı Analiz Sorunu, ( 1929); Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları (1938 ) Bir Yanılsamanın Geleceği ile Musa ve Tektanrıcılık’ı yayımlıyorum.
Psikanalizi uluslararası toplum tarafından kabul edilmesi için mücadele ediyorum. 1925’de “Yaşamım ve Psikanaliz”de şöyle diyorum: “İnsanlık tarihinin olayları, insan doğası, kültürel gelişim ve ilkçağlardaki yaşantının tortuları (bunların en önde geleni din olmak üzere) arasındaki etkileşimlerin, psikanalizin bireyde incelediği, ego, id ve süperego arasındaki dinamik çatışmaların bir yansımasından başka bir şey olmadığını, daha geniş bir ölçekte yinelenen aynı süreçten ibaret olduğunu, şimdi her zamankinden daha açık algılıyorum.”
1895’te “Histeri Üzerine Çalışmalar”ı yayımlıyorum. Eserde farklı bir görüşü olan histerinin psikolojik yanını ortaya koyuyorum. Histeriklerin ruhlarında tahribat yaratan ezici duyguların bilinçaltındaki bastırılmış duygulardan kaynaklandığını imliyorum. Anlıyorum ki, zihninde yaralı duygular taşıyan herkes histerik olabilir. Benim çocukluluk arkadaşımdır rüyalarım. Çocuk yaşta gördüğüm rüyaları yazarak kayıt altına alıyorum. Rüyalarımı kahramanlarla ölümsüzleştiriyorum. Rüyalarımın kahramanlarından birisi de Napolyon’du; çünkü onun şahsında savaşı/ savaşları kazanmanın imparatorluğu vardı. O dönemde Viyana’da Yahudi karşıtlığı beni Napolyon’a çekiyor. Benim en belirgin özelliklerimden birisi çalışkanlığım diğeri de savaşçı yanımdır. Yenilmek değil yenmek için dünyaya geldiğime inanıyorum. İnsanlığın bilinçaltı Napolyon’u benim. Mesleğimde otorite olduğum dönemlerde rüyalarımı daha farklı yorumlamaya başlıyorum. Bana göre rüya gören kişi rüyası aracılığıyla kendi gerçek arzularıyla yüzleşiyor bu yolla kendi savunma sistemini harekete geçiriyor. İnsanın ve insanlığın en büyük tehdidi olarak algılıyorum iç savunma mekanizmasını. İç savunma mekanizması bilinçli ya da bilinçsiz sansür uyguluyor insanın duygularına. Hastalarımdan çocukken aile bireyleri tarafından cinsel saldırıya maruz aldıklarını dinliyorum. Hastalarımın anlattıklarından şüpheye kapıldığım an kendi bilinçaltıma dört yıl süren bir yolculuk yapıyorum ki, bu yolculuğumu bir devrim olarak algılıyorum. Yolculuğum kanalıyla en büyük korkum olan yolculuk hobimi yeniyorum. Kendi anılarım gördüğüm rüyalarımın beynimde çaktığı şimşekten aldığım ilhamla duygularıma dair yaptığım analizlere de yer verdiğim “ Rüyaların Yorumu’ nu yazıyorum. Rüyaları; rüyayı gören kişinin serbest çağrışım aracılığıyla bastırılmış/ açığa çıkmaya ihtiyaç duyduğu duyguların çığlıkları olarak yorumluyorum. Hastalarımın gördüğü rüyalarına göre hastalıklarını teşhis ediyorum. Rüyaları kuramlara indirgiyorum. En sık karşılaştığım rüya türü anksiyete rüya türü. Anksiyete rüyaları görenler bilinçaltında bastırılmış cinsel arzularıyla rüyalarında tanışıyorlar. Diğer bir deyişle hasta libidoya dönüştürdüğü enerjisini yatağı boş olduğu için rüyasında yaşayarak cinsel doyuma ulaşıyor. Bana göre hastalarımın duygusal ve ruhsal ihtiyaçlarına göre değişiyor gördükleri rüyalar. Eserim çok tutuluyor. Eserin diğer baskısında şunları yazıyorum: “ Rüyaların yorumu, zihnin bilinçdışı etkinliklerinin bilgisine giden ana yoldur.” Yazdığım Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme (1914)’de cinselliğin masum olduğunu ve en gizil döneminin de çocukluk dönemi olduğunu vurguluyorum. Daha sonra cinselliği indirgediğim üç aşamayı şöyle açıklıyorum: “Doğumdan beş yaşına kadarki cinsel bakımdan aktif olunan evre; çocuğun cinselliğini unutup yok sayıldığı dönem olan beş yaşından buluğ çağına kadarki gizlilik evresi; buluğ çağında başlayan erişkin cinsellik evresi.”Eserimin en büyük kusuru cinsel haz ile cinsel uyarlamayı insan aklında şüphe bırakmayacak kadar net bir biçimde tanımlayamamış olmamdır. Bir diğer boşluğun da kadın/ erkeğin cinsel serüvenlerine dayalı önyargılarımın bıraktığı boşluk olduğunu düşünüyorum. Cinsel araştırmalarımı tek eşlilik ile serbest cinsel ilişkiler üzerinde yoğunlaştırıyorum. Evli bir erkeğin eşiyle yaşadığı birlikteliğin nitelikli cinsel birliktelik olduğunu söylüyorum. Buna karşı serbest cinsel ilişkilerin tek eşli ilişkilerden farklı olarak kadını ve erkeği eşit oranda özgürleştireceğini düşündüğüm için serbest cinsel ilişkiyi yüreklice destekliyorum. Cinselliği özgürleştirmek için etkin doğum kontrol yöntemlerinin çoğaltılarak aktif bir şekilde günlük yaşamdaki yerini almasının önemini de vurguluyorum sık sık.
Alfred Adler ile nevroz üzerindeki kuramlarımız örtüşmüyor. Kuramlar arası tartışmalar bir yana Adler’in kuramlarıma yaklaşımından dolayı “Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları” yapıtımda Alman yazar Heinrich Heine’nin “ İnsan düşmanlarını bağışlamalı, ancak asılmalarından sonra” saptamasını alıntılıyorum. Bilimsel alan aynı zamanda rekabet alanıdır. Bu alandaki çekişmelerin boyutu ürkütüyor beni. Ben eserlerim kadar yazdığım makalelerimi de önemli buluyorum. Psikanaliz için en yararlı makalem bana göre “Tedaviye Başlamak Üzerine” dir. Makalemde psikanalizin gerçekte hastaların serbest çağrışımlara verdiği tepkilerin toplamı olduğunu savunuyorum. Makalemde önemine sık sık vurgu yaptığım transferlerle ilgili düşüncelerimi “ Transferansın Dinamikleri” ile “Transferans Yasası Üzerine Gözlemler” adıyla yazdığım yazılarımda belirtiyorum. Önemsediğim bir diğer denemem ise “Yas ve Melankoli Üzerine” dir. Melankolinin depresyonu biçimlendirdiğine inanıyorum. Kendini cezalandırma düşüncesi bir bütün halinde işlev gören egodan ayrılarak oluşturduğu özerk egonun yardımıyla kişinin kendisini yargılama sonucunda cezalandırdığını açıklıyorum. “ Totem ve Tabu” dört denemeden oluşuyor. Erkekler gibi kadınların da penisi olduğunu savunuyorum. Kızların iğdiş edildiklerini erkeklerin ise babalarının penislerini yok edeceklerinden korktuklarını açıklıyorum. Çocukken anneye duyulan ateşli arzuları da Oidipus kompleksi olarak adlandırmakla yetinmiyor konuya dair şu haklı saptamada bulunuyorum: “ Bu kader bizi etkiler; çünkü bu bizim kaderimiz olabilir. İlk cinsel güdülerimizi annemize ilk nefret ve öldürme güdülerimizi ise babamıza yöneltmemiz sanırım hepimizin ortak bir kaderidir. Rüyalarımız bize bunun böyle olduğunu söylüyor.” 1924’te yazdığım “Oidipus Karmaşasının Yok Edilişi” yazımda ise “ Bu değişimler, yetiştirilmenin ve çocuğu sevgiyi kaybetme tehdidi altında bırakan dış kaynaklı göz korkutmaların sonucu gibi görülmekte” saptamasını yapıyorum. “ Cinsler Arasındaki Anatomik Ayrımın Bazı Fiziksel Sonuçları” yazımda da şöyle açıklıyorum: “ Kadınlar için ahlaki normallik düzeyinin erkeklerinkinden farklı olduğu, kimsenin karşı koyamayacağı bir gerçektir.” Kadınlara dair farklı bir saptamamam da şu: “ Kadın erkekten daha düşük adalet duygusuna sahiptir, hayatın önemli zaruretlerine boyun eğme eğilimi daha azdır, kararlarında şefkat ya da düşmanlık duygusu daha çok etkili olur.”
Kızım Anna’nın varlığında yetkin bir psikanalist olmak için ille de eğitimin gerekmediğine inandığım için eğitimsiz analizi şiddetle savunuyorum analizi doktorlardan korumak için. Bu duygularımı “Eğitim Görmeksizin Analiz Sorunu( 1926)’nda yanlış anlaşılmaya meydan bırakmadan yazıyorum. Günlük yaşamda bilinçaltının birey hayatı üzerindeki görülmeyen etkisini basite indirgeyerek anlatıyorum Freudyen Dil Sürçmesi’nde. Yapıtta bireyin gördüğü rüyalar, küçük unutkanlıklar ile dil sürçmelerinin altında yatan asıl nedenin dilimizin değil; beynimizin sürçtüğünü anımsatıyorum. Benim devrim olarak algıladığım en önemli buluşlarımdan birisi de ensest/ erkeklik fantezileri olduğunu düşünüyorum. Hayatını inkârla sonlandırmak istemeyen benim için yapmam gereken tek şey toplum tabularını ve baskılarını karşıma almamdır. Zaaflar da kirlilik de güzellikte… kafa tasımızın içindedir. Bilinçaltımda deneyimlediğim bulguları adlandırıyorum kategorilere ayırmak için. Ben toplumun çocuğun masum ruhunda kopan fırtınaların ne türden günahları içinde barındırdığını görünür kılıyorum. Ben de çocukken erkek kardeşimin ölmesini istiyor, annemi de bir erkek olarak arzuluyordum. Bilincimin kolladığı duyguları yargılamadığım gibi ahlaki/ ahlaksız olarak da konumlandırmıyorum da. Anlıyorum ki çocukların dünyası büyüklerinkinden daha karmaşıktır.
Kavramlar gibi kuramlara da düşkünüm. İnsan gerçeğinde oynadıkları rollere göre önem kazanan aşk ve ölüm… gibi kavramların insanbilimi ile birlikte edebiyatta da hak ettiği yeri almasını istiyorum. En önemlisi savunduklarımı aşmak için beynimi özgür bırakıyorum. Benim zihinsel özgürlüğüme olan düşkünlüğüm o dönemde cinsel sapkınlık olarak algılanıyor. Savunduğum her düşünceyi bilimin fay hattına görüşlerimi ise fay segmentlerine benzetiyorum. Son kitabım olan,“Musa ve Tektanrıcılık”’ta Musa’nın Yahudi değil; Mısırlı olduğunu yazıyorum. Yahudi cemaatinden aldığım olumsuz eleştiriler hakkında Tarihçi Charles Singer’a yazdığım mektubumda konuya ilişkin düşüncelerimi şöyle açıklıyorum: “Söylemeye bile gerek yok, kendi halkımı darıltmaktan hoşlanıyor değilim. Ama ne yapabilirim ki? Tüm hayatımı, kendi insanlarım için rahatsızlık verici ve nahoş da olsa, bilimsel hakikat olarak gördüğüm şeyleri savunmak yolunda harcadım. Sonunu bir inkârla getiremem.“
“ Sevgili Freud, bilimsel serüveninin bir kısmına tanık olmanın haklı onurunu yaşıyorum. Seni dinlerken senin kişiliğini gözleme şansım oluyor. Bilimsel buluşların gibi kişiliğinin de yanlışı ya da doğrusuyla insanlık için bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Kişiliğin hakkındaki düşüncelerimi karşında yanılmayı göze alarak seninle paylaşmak istiyorum.”
“ Anlaşılan beni kibarca susturmak istiyorsun. Yanılmaktan korkma; yanılmamayı göze almaktan kork.”
“Freud Baba, “Benim gibi bir insan kendini tümüyle verebileceği bir konusu olmadan yaşayamaz. Benliğini saran bir hırsa, bir yeteneğe ihtiyacı var. Ben yeteneğimi ve bunu nerede kullanabileceğimi buldum. Sınırlarımı biliyorum,” sözlerini kişiliğinin mihenk taşı olarak algılıyorum. Senin insan yanını bu yüzden kendime yakın buluyorum. Karşımızdaki insanı bizim için değerli kılan o insanın davranışlarının içimizdeki karşılığıdır. Benim gibi dostlarından sadece sadakat bekliyor, güvenine ihanet edenlerle tüm ilişkilerini bitiriyorsun. Uğradığın hayal kırıklıkları yüreğini benim gibi parçalıyor. Parçalanmış yüreğini koruma altına almak için kendi görüşlerini savunan insanlarla dostluk kuruyorsun. En büyük yanılgının kendini bir insan olarak değil de bir erkek olarak analiz ettiğinin farkına varmamak olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde “Kadınlar ne ister?” diye sorduğun soruyu “Kadınların başlıca sorunu erkeklik organına duyduğu kıskançlıktır,” diye yanıtlamaz, üstün insan olmayı da erkeklik organına indirgemezdin. Karanlık kıta olarak algıladığın kadınların harikulade erkeklik organından yoksun oldukları için hayatları boyunca kendilerini hep aşağı hissedeceklerine inanmazdın diye düşünüyorum. Üstün insan olmayı erkeklik organı bazında hâlâ ele almak istiyorsan, erkeklerin organları yüzünden içine düştüğü acınası haller üzerine de bir deneme yazmanı öneriyorum sana. Sevgili Freud, erkek olmaktan insan olmaya vakitleri olmayan, şehvetin kölesi olan erkek ordusunun kadınlara verdiği zararların tanığı olduğun savaşlardaki kıyımları aratmadığını görmeni çok istiyorum. İnsanın içgüdüleri oldum olası ilgi alanıma giriyor. İnsanın sınırsızlığı vücudunda değil içgüdülerini yöneten beynindedir. Kendi mahremiyetine düşkünlüğün yüzünden günlüklerin ile el yazmalarını yakmasaydın meslek dışı yazdıklarında senin insan yanının derinliğine inme şansım daha fazla olurdu diye düşünüyorum.
İnsanın dolayısıyla da insanlığın öldürme hırsına ilk olarak I. Dünya Savaşı’nda tanık oluyorsun. İnsanların kendinden olmayanı öldürmesi seni ürküttüğü kadar geleceğe dair karamsar düşüncelere kapılmana da neden oluyor. Eserlerinde irdelediğin konular değişiyor; çünkü insanların ölmek ve öldürmek güdüsünün altında yatan başlıca nedenin insanların başıboş bırakıldığı için kendi kendisini öldürmeye duyduğu ihtiyaç olduğunu düşünüyorsun. İnsan zihnindeki insanlığın savaşını dehşet içinde izliyorsun. Savaşın soğuk yüzü evine konuk olduğunda en sevdiğin kızını gıdasızlık ve soğuk yüzünden kaybediyorsun. 1933’te Hitler Almanya’da tahta geçtiğinde senin insanlık adına duyumsadığın en büyük korkun da beynindeki tahta geçiyor. Yetkilerin karanlık içgüdüleri olan insanların eline geçmesini insanlığın intiharı olarak algılıyorsun haklı olarak. İnsanlığın kaderini elinde tutanlar insanlığın kasaplığına savunuyor çünkü. Hitler kitaplarını yaktığında haklı olarak şu saptamayı yapıyorsun: “Nasıl bir gelişme gösterdik bilmiyorum; ama Ortaçağda olsaydık beni yakarlardı; şimdi kitaplarımı yakmakla yetiniyorlar.”
Yaşadıkların tanık oldukların seni değiştiriyor, araştırma konularını değiştiriyor. Medeniyetlerin dayattığı en büyük sorunun tatminsizlik olduğunu düşündüğün “Medeniyet ve Tatminsizlik Dili” eserinde kültür ve varlıklar arasındaki ruhsal savaşı inceliyorsun. İncelemelerin sonucunda toplumların topyekûn medeni kısıtlamaların dayattığı bir sonuç olarak toplu bir yıkıma doğru hızla gittiklerini anlatıyorsun.
Savaş gibi puro tiryakiliği de seni arkandan vuruyor damak kanseriyle. Bu kanser yüzünden sık sık protez değiştiriyor ve sayısız ameliyat geçiriyorsun. Acıların en büyüğüyle damağındaki kanserli dokuların oluşturduğu yaraların kötü kokmasıyla tanışıyorsun ama puro içmeyi bırakmıyorsun. Puro tutkunu sadakatin belgesi olarak algılıyorum senin. Puro senin sana rağmen güzel ve temiz kalmış yanını temsil ediyor; bu yüzden kanser düşmanına puroyu teslim etmiyorsun. Ölümünün seni zevk ve yaratıcıkla ödüllendiren tek dostun olan puronun elinden olmasını adil buluyorsun. 1920’li yıllarda herkesin gözünde insan zihnine dair tüm gerçekleri bilen bir bilge oluyorsun. Bilgeliğin ünle birlikte dudak uçuklatacak para teklifleri de getiriyor sana. Para tekliflerini ret ediyorsun. 13 Mart 1938’de Almanya’yı Avusturya’ya toprağına katan Hitler’in Viyana’ya yürümesi bir yana Gestapo’nun kızını bir günlüğüne alıkoyması bardağı taşıran son damla oluyor. Öğrencin olan Prenses Maria Bonaparte/ diğer dostlarının ısrarın ve yardımıyla Viyana’dan İngiltere’ye gidiyorsun geride dört kız kardeşini bıraktığını biliyorsun. Kardeşlerinin hepsi de toplama kamplarında ölüyor. Gerçek anlamda korkuyla ilk kez tanışıyorsun. Korku sadece rüyalarını değil, bakışlarını yüz hatlarını hatta mimiklerini de fethediyor. Ölüm anı kapını çalana dek Psikanalizin gerçek bir bilim dalı olarak kabul edilmesi için mücadele ediyorsun. 83 yaşında puronu elinden düşürmeden kendi isteğinle fazla morfinden bir nevi ötenazi yöntemiyle (23 Eylül 1939’da)kendini yaşadıklarıyla gerçekleştirdiğini bilmenin verdiği güven ve huzurla gözlerini hayata yumuyorsun. Senin hayata gözlerini yumduğun saat eserlerinin uykudan uyandığı saat oluyor.
Freud Baba, acı ile insan ruhunun boyutlarına ermenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Sen bir bilim adamı ben de bir edebiyatçıyım. Gerçeğe bakışımızdaki farkı benim duygusallığa kapılıp katıksız gerçeğin senin de katıksız gerçek olmadığını bildiğin için melez gerçek/ gerçekçiliğin peşinden koşman olduğunu düşünüyorum. Sen kendi hatalarını savunmak yerine hatalarını acımasızca kendine anımsatıyorsun. Adın kökten değişimciliği çağrıştırıyor ve sözde bilim adamlarını korkutuyor. Görüşlerini dayanaklarıyla ortaya koymakta aşırıya kaçıyorsun. Aşırı alçak gönüllü olduğun kadar aşırı yüreklisin de giriştiğin her kavgada. Kadınlar bir yanıyla inceleme konun diğer yanıyla eşin kızların ve kardeşlerin senin. Yanından bir an ayrılmayan kızın Anna’ya sırtını korkusuzca yaslıyorsun. Keşke baba kız olmasaydınız Anna ile. İlişkiniz mutlu çiftler için bir model olacağını düşünüyorum. Yaşadıkların/ savunduklarında kendinden başka kahraman çıkarmayanlardan birisin sen. Ne yaşarsan yaşa acının belini bükmesine izin vermeyen yanın tüylerimi diken diken ediyor. Her şeyi yenmek ve seni yenmek isteyenleri de alt etmek ilken oluyor senin. Bana benzeyen bir yanın da içinde insanlara karşı kırgınlıklarını aşamaman. Kırgınlıklarından dolayı kendine sığınıyor bu da kendinde var olan gücü ortaya çıkarmanı sağlıyor. Ben de ısrarla dürüstlüğün insanı önyargılarından arındırdığını savunuyorum. Heyecana kapılmayan sakinliğinle iç dünyanı dış dünyanın yapaylığından koruyan sen, hastana terapi yapar gibi bilgece ölüme gidiyorsun. Acıya dayanıklı insanlardan bilge insanlar çıkacağı saptamam kişiliğinle ölümsüzleşiyor içimde. İnsanı aldığı ödüllerin değil, katlandıklarının düşünce kahramanı yaptığına inanıyorum tıpkı acıların insanı olgunlaştırdığına inandığım gibi. Kansere rağmen yazıyor ve üretiyorsun.
“Sevgili Bedriye, yanılmayı göze alacak kadar karşımda dürüstçe duygularını ifade ettiğin için sana teşekkür ediyorum. Bir sonraki doğum gününde ben senin psikanalizini yapmak istiyorum. Eğer anlaşırsak seni kendinle baş başa bırakırım yok anlaşamazsak sözünü etmediğin diğer bilimsel çalışmalarımla kafanı allak bullak etmeyi sürdürürüm.
“Anlaştık Freud Baba. Önümüzdeki yıl bu odada ve bu saatte benim psikanalizi yapman için seni bekliyor olacağım eğer yaşıyorsam.”
“Seneye görüşmek dileğiyle doğum günün kutlu olsun. Muhteşem olan tamamen bizim içimizi ayaklandıran samimi duygularımla seni sevgiyle kucaklıyorum.”
19 Haziran 2013-07-03 Mersin.
|