Sonsöz Ruhunu Dansa Kaldıran, Yalnızlığın Dilsiz Dervişi: Bedriye Korkankorkmaz
Sonsöz
Ruhunu Dansa Kaldıran, Yalnızlığın Dilsiz Dervişi: Bedriye Korkankorkmaz nasıl anlatsam babamın sesiyle kendime kızım diye seslenişimi minik bir serçe gibi o sese konuşumu nasıl anlatsam yaşlandıkça konuşmayı unuttuğumu dedemin paltosu gibi duvarda sallanan yıllarımı yaralarımla kendimi yenilemek isteyişimi minik parmaklarımın yaralarıma dokunamayışını yaşantılar aydınlatmalı karanlığımızı nasıl anlatsam bu yüzden başına gelenleri suları kirlenen çeşmeleri görünce yeni çeşmeler bulmak için yollara düşüşümü her köşe başında duvar diplerinde gömdüğüm gölgemi öptüğümü nasıl anlatsam yaşamı her akşam ekmek gibi evlerine taşıyanlar boşluğa düşen su damlalarının yatağıyım ben gördüklerimin bana nasıl dokunduğunu nasıl anlatsan yaşama kırgınlığımı
bedriye korkankorkmaz
Güneşin göğü terk ettiği gibi ben de kendimi terk ediyorum. Yıllardır kendime sorduğum sorular yanıtsız kaldıkça kendimi içimde bir giysi askısı gibi taşıyorum. Zamanın adaletsizliğinden yakınıyorum. Kendime/ yaşadıklarıma karşı adil olmak istiyorum. Neden-sonuç ilişkisi içerisinde kendime psikolojik baskı uyguladığımı anlıyorum. Çocukluğum/ gençliğim ve yaşlılığımla yaptığım sohbetler amacına ulaşmadığı için ruhumun yaşlandığını hissediyorum. Yaşlı bir gül olan ruhumun dikeni olduğumu kabullenemiyorum. Dikenlerle dolu bir bahçede “günaydın” diyorum kendime. Dikenlerin çıplak bacağıma yazdıklarını okuyorum. Gül dikeniyle anlamlıdır; çünkü diken gülün kişiliğidir. Ben gülün kişiliğini yok sayarak gülü sevmek istiyorum. Güçsüzlüğü, insanın gücüdür. Güç kadar güçsüzlük de insana zarar veriyor. İçimin ekoselerinde yalın ayak yürüyorum. Bu duygularla deniz kenarındaki en yüksek kayanın üzerine oturuyorum. Aynı kayaya birlikte oturduğum kızın varlığı beni rahatsız etmiyor. Uzun bir süre dalgaların sesini dinliyorum. Bir ara kızla göz göze geldiğimi anımsıyorum. Kıza gayri ihtiyari: “Başımı yaslayacak bir omuz arıyorum” diyorum. Kızla konuştuğum ses tonu dikkatimi çekiyor. Merhamet dilenen bir ses tonum olduğunu bilmiyordum ama içimdeki kalelerden birisinin yıkıldığını biliyordum. O ses benim değil, içimdeki kölenin sesiydi. O yüzden her şeyiyle bana aitti. Başımı kızın omzuna bu duygularla yaslıyorum. Yaşanmışlıkların durağından sessizliğe kilitlenmiş birbirine yabancı iki insan… Yaşadığımı hissettiğim ender anlardan birini yaşıyorum. Kıza güveniyorum. Sözcükler/ öğretiler/ korkular anlamını yitiriyor kızın yüzüne yansıyan duygu/ düşünce karmaşası karşısında. İfade dili lisana gerek duymadan insanın kendisini ifade edeceği evrensel bir dil. Kendime benzemek isteyen birisi olarak yıllardır ifade diliyle konuşuyorum insanlarla. Kızla tanışmak ve onunla sohbet etmek istiyorum. Ellerim değil, içim titriyor. Titreyen duygularımla kıza “ben Bedriye” diyorum. Kız, yaşıyla bağdaşmayan bir ağır başlılıkla “ben de Songül” diyor. “Memnun oldum,” diyorum. Songül’ün kendisiyle barışık biri olduğunu düşünüyorum içimden. Keder değil, huzur yansıyor yüz hatlarına. Yanakları elma gibi al. Gözlerinde yaşamı yenecek bir savaşçının inancı var. “Sevgili Songül, hayatla/ kendinle barışık olmayı nasıl başarıyorsun?” diye soruyorum ona. Kız küçümseyen değil, acıyan bir ifade ile yüzümü süzüyor. Kibirden uzak anlayışa yakın bir ses tonuyla “kendime/ hayata karşı dürüst davranarak” diyor. İçimde ayaklanan duygularımdan olacak ona “ben kendime / yaşadıklarıma karşı dürüst değil miyim?” diye soruyorum kızgın bir ses tonuyla. Neye uğradığını şaşıran kızın söyleyeceklerini yüreğimle dinliyorum. “Sevgili Bedriye, siz insanın kendisiyle barışmasını bir sanat olarak algılıyorsunuz, bense insanın kendisi ile yaşam arasında tercih yapmaması olarak algılıyorum. Profesyonel olarak yapılan her eylem sizin için masumiyetini yitiriyor. Kızın gençliğinin verdiği bir güçle mi yoksa yaşanmışlığın verdiği birikimle mi benimle böyle konuştuğunu bilmiyorum. O’na: “İnsanın kendinde yaratmak istediği en büyük eseri ne olmalıdır sizce?” diye soruyorum. Gülümsüyor. Ağzından tane tane çıkan sözcüklerle sorumu yanıtlıyor: “İnsanın en büyük eseri çıkarın/ hırsın kölesi olmamasıdır diyor ve sürdürüyor konuşmasını: Ben de sana sırasıyla şu soruları sormak istiyorum: İnsanı aydınlatan vahi ilk’leri midir yoksa ilkeleri midir? Zevk sever insanlar ile hüzün sever insanlar arasındaki en belirgin farklılık nedir? Su kirli ruhları temizleyebilir mi? İnsan ruhunu tek bir sevgi türüne indirgemek mümkün mü? Ruhumuz mu yoksa gözlerimiz mi aç?” Songül’ün birbiri arkasına sorduğu sorular aklımı başımdan alıyor. Sorularına yanıt vermektense onunla ortak bir dil geliştirmek ve geliştirdiğimiz bu ortak dilde birbirimizin ruhsal çıplaklığına dokunmak istiyorum. “Canım, yaşanmış/ yaşanılacak olanı eşzamanlık içinde görmeyi/ değerlendirmeyi önemsiyorum. Kararlılığın değil, kesinliğin insanı objektif gerçeklerden soyutladığını düşünüyorum. Sorularında kızgınlık/ kırgınlık olduğunu seziyorum. Bu da insan algılayışını kendi doğruların üstünde temellendirdiğini düşündürüyor bana. Ben yaşam hakkı gibi yaşama biçiminin de insanın özgür iradesine devredilmesinden yanayım.” “Bedriye, siz benimle sohbet etmek ben de size sorular sormak istiyorum. Karşılıklı olarak birbirimize dürüst davranmıyoruz. Matematikte yanıtlar sorunun içindedir. Ben de soruları yanıtlaman için sormuyorum sana. Ruhunu vekâleten devreden insan var mı? Kim kimin ruhunun vekilidir? Sorular korkuların panzehiridir. Kendisine soru soran insan ya ruhunun eline kalem vermiş ya cennette ya da cehennemde kendisine bir yer hayal etmiştir bana göre. Şu soruyu asla yanlış anlamayacağın bir yalınlıkla soruyorum sana ve soruma yanıt vermeni bekliyorum senden: Korkunun hayatındaki karşılığını benimle paylaşır mısın?” İçten içe dostluğuna sığındığım Songül’ün sorusu, içimde ölüm uykusuna yatmış olan duygularımı uyandırıyor. Korku tabanlı duygularım korkunun içimdeki ayrıcalığı karşısında irkiliyor. Onu ürkütmeyecek ses tonuyla yanıtlıyorum sorusunu: Korku gölgem. İnsanlar önlerine ben de sürekli arkama bakıyorum. Korku benim için bir tür kendini sınamak/ arınmaktır. Korkmadığım zamanlar kendi kontrolümü kaybettiğimi düşünüyorum. Korku, içime yaptığım uzun yolculuktur. Korkunun karşısında bazen oturuyor, bazen ayakta duruyor; bazen de diz çöküyorum önünde. Korkunun karşısındaki duruş pozisyonum farkında olmadan değişiyor. Değişen duruş pozisyonlarıma bakarak gün içinde bulunduğum ruh durumumu analiz ediyorum. Korkunun önünde diz çöktüğüm anlarda kendimle “gurur” duyuyorum. Ayaktaysam kendime “saygı” duyuyorum. Yok, “oturuyorsam” kendime olan inancımı yitirmişim. Ben, sadece gölgemle konuşmuyorum; korkularımla da konuşuyorum. Kederden içimin paramparça olduğu zamanlar oluyor. O an kaybettiğim bir dostu kazanma şansımı yitirdiğimi anlıyorum. Ağlıyorum. İnsanlar fotoğraf makineleriyle, bense gözlemlerimle duyguların fotoğrafını çekiyorum. İnsan yüzlerini okumayı da korkularımdan öğreniyorum. İnsanların çok kolay yalan söylediklerini bana yüzleri söylüyor. Ben, yalan söyleyen insanın yüzüne bakıyorum. Siniyorum karşısında. O an karşımdaki insan için gözyaşlarım içime akıyor. İnsanlar insanların dış görüntüsüyle ilgileniyor bense insanların değerleriyle ölçüldüğü bir çağda yaşamak istiyorum. Korkularımdan öğreniyorum en değerli kazanımın görünenin arkasına sığınan insanın görülmeyenin karşısındaki zavallılığını görmeyi. Korku benim servetimdir ve servetimin insanların ilgisini çekmediğini biliyorum. İnsanların dokunamadığı, en önemlisi kirletemediği bir servetin sahibiyim ben. Affetmenin büyüklüğünden söz ediyor bilgeler. Ben aksini düşünüyorum. Güvenimi kaybedecek değin önemli bir hata yapan bir insanı sık sık affetmekten korkuyorum. Affetmenin bende alışkanlık haline gelmesinden ödüm kopuyor. Korkularımdan biliyorum, eğer affetmeyi hak etmeyen bir insanı affediyorsam bu tıpkı suçlu bir insanı salıvermem anlamına geliyor. Aynı insan birçok insanın güvenini ayaklar altına alma hakkını kendinde görmeye devam eder. İnsanın kendisine, sonra karşısındaki insana güvenmesinin ne denli zor olduğunu yaşadıklarımdan biliyorum. Güven sağlık gibidir, kıymetini bilmedin mi seni bağışlamıyor. Yangın gibi acımasızdır. Çünkü değerlidir. Yalnızlığımın benim için her geçen gün ne anlam ifade ettiğini de korkularımdan anlıyorum. Yalnızlığımı kirletmeden taşıdığım sürece; dostlarımı da güvenle taşıma gücünü kendimde bulabilirim. Yorulduğum anlarımda sığındığım yalnızlığıma vefa borcum var. Borç diyorum; çünkü borcun karşılığını ödeme tam olarak karşılıyor duygularımı. Yalnızlığımın da kazanılmış hakkım olmadığını, bir gün hiç kapanmayacağını düşündüğüm dost kapılarının yüzüne kapandığı insanları anımsıyorum. İnsanların hayatlarındaki önemli olan her şeyi kaybetmekten korkmalarını istiyorum. Korkunun erdemiyle tanışan insan kendisini kolay kaybetmiyor, geldiği yeri unutmuyor, dostlarına sırtını dönmüyor… Korku bizi hayatımızdaki angaryalardan da koruyor. Hayatımızda neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu, neyi korumamız, neden kurtulmamız gerektiğini öğretiyor bize. Davranışlarımızın dökümünü korkularımız sayesinde okuyoruz. Kendime ihanet etmekten, yaşadıklarımla arama mesafe girmesinden, ezikliğin bilinçaltı haritasını çizememekten, düşüncelerimi güçlü/ güçsüz ayrımı gözetmeden insanların yüzüne söyleyememekten, yakınlarımla arama hesapların girmesinden, bu dünyadan ayrılan dostlarımın mezarlarına rüyalarımda çiçek bırakamamaktan, sözün bilgisi ile sözün bilgesi arasındaki ayırımı yapamamaktan, din, dil, ırk ayrımı yapmanın insanlığı yargılamak anlamına geldiğini unutmaktan, karşılık beklemeden iyilik yapmayı ve bitkilerin susuz kalmasından korkmamaktan/ çok korkuyorum, ... Korkularımla her akşam sohbet ediyorum. Anlıyorum ki korkunun esiri değil, dostu olduğunda o da senin öğretmenin oluyor. Korkun da kişiliğin gibi nitelikli olmalı. Aşk gibi, dostluk gibi, vefa gibi; kısacası; insanı, yücelten tüm kazanımlar gibi korkumu da hakkıyla “hak” etmem için emek vermem gerektiğini biliyorum.” Sevgili Bedriye, seni dinlerken sana değil, kendime şu soruları sordum: Mutluluk gibi acıları da içimizde putlaştırıyor muyuz? İnsanı bir bütün yapan bedeni mi ruhu mu bilinci mi yoksa kemikleri midir? İnsan mı evrene evren mi insana ev sahipliği yapıyor? Ruh mu bedenin yoksa beden mi ruhun kahrını çekiyor? Neden bilmek/ sorgulamak mutsuzluk cahillik/ biat ise huzur getiriyor insana? Günahın sevdiği ruhumuzu saflık neden üzüyor? Arzularını yok sayarak insan Nirvana’ya mı ulaşıyor yoksa kendisini canlı canlı mezara mı gömüyor? Ruh temizliği bize neyi çağrıştırıyor? Ölerek bedeninden kurtulan insan ruhundan da kurtuluyor mu? Ruh sanıldığı gibi başka bedenlerde can buluyor mu? Songül, soruların duygularımla buluşuyor. İçimdeki sorular ırmağı taşacağı zamanı bekliyordu. Acılara insan olduğumuzu unutmamamız için ihtiyacımız var. Acı ölüm gibidir, kapısını çalmadığı insan yoktur. Sorularının merkezini “aramak/ sorgulamak” oluşturuyor. Aramanın/ sorgulamanın fazlasının insan için bir tehlike oluşturduğuna inanıyorum. Gözünün önündekini/ yanındakini ve sevdiklerini göremez oluyor insan. Öğretiler aklını bilgi ile zenginleştirirken ruhunu duygusuzlaştırarak yoksullaştırıyor. O yüzden ruhsuzlardan bilgili insanlar çıkıyor; ama insan çıkmıyor. Ruhumuz değil, biz yönümüzü/ yörüngemizi kaybediyoruz. Ruhumuzla aramıza mesafe koyan da biziz. Ruhumuzu yücelten dürüstlük bizi acılardan korumuyor ama yalan kendisine sığınanları koruyor/ kolluyor. Yargıyı neye ve kime yönetirsek yöneltelim adil olamayacağımızı düşünüyorum ben. Soru sormak da sorduğun sorulara yanıt vermek de özünde bir yargıyı içeriyor. Bu yüzden kesinkes bir yargıya dönüşmesine izin vermiyorum sözlerimin. Sevgili Bedriye, sen yanıma oturmadan kendime şu soruları soruyordum içimden: “İnsanın içinde yaşadığı dünyanın acılarından/riyakârlığından/ hırsından… kendini soyutlaması için ruh gibi görünmez olması mı gerekiyor? Ya da kendine köle olmadan yaşamak için zaafl arını gözden çıkarması mı gerekiyor insanın? Aklı mı mantığı mı yoksa duyguları mı insanı felakete sürüklüyor? Bakmayı yüreğinden, sevmeyi ruhundan, konuşmayı duygularından, dokunmayı ellerinden öğrenmesi için insanın nasıl bir yol izlemesi gerekiyor? İnsanın kendisini yargılaması ile kendisine toleranslı davranması arasındaki fark ne türden bir farkındalıktır? İnsan ruhuyla mezarda değil yaşarken ayrılıyor bana göre...” “Sorularında insanı düşünmeye sevk eden bir ısrarın olduğunu anlıyorum Sevgili Songül. Düşünmek de dış görünüş gibi yanıltıyor insanı; çünkü olay/ olgular üzerinde derinlemesine düşünebilmesi için insanın adından daha çok bilgiye sahip olması gerekiyor kendisine dair. Ekmek kavgası/ yarın kaygısı taşıyanlar senin gibi kendine soru sormak için çırpınmıyor; aslanın midesindeki ekmekten payını almak için çırpınıyor. İnsanın kendisinin farkına varması için de belli bir düzeye gelmesi, hayatında birçok sorunları çözmesi gerekiyor. Her değişim özü itibarıyla radikal değişikliği de beraberinde getiriyor. Yüzümüze dokunabildiğimiz gibi içimize dokunabiliyor muyuz? İçimize dokunmamız için sevdiklerimizden / öğretilerimizden ayrılmamız gerekebilir. Kendisini kazanmak istedikçe kendisinden kurtulmak da isteyebilir insan. Hesaplı yaşamaya tahammül etmek de insanı yoruyor. Her tür donanımı da gözümüzde büyütmemeliyiz diye düşünüyorum; çünkü bilmediklerimizin heybeti karşısında bildiklerimiz okyanusta bir toplu iğne başı kadardır. Para karşılığı yaşam koçlarının içlerini okuyacağına inanan insanlar üzerinde düşündün mü hiç? İnsanlar yanılmaktan değil; kendinden vazgeçmekten korkmalılar diye düşünüyorum. İnsan/ insan hayatı üzerinde genelleme yapmak yanıltıcı/ soyutlayıcıdır. Anne karnında başlayan hayatı mezarda sona eriyor insanın. Mezara da anne karnına da sığan insan düşüncelerine sığmıyor. Türlü türlü çiçekler birbirlerinin farklılığını farkındalık olarak algıladığını kanıtlıyor iç içe yaşayarak. Ürettikleri/ tükettikleriyle kendisini çoğaltan her insan farklılığı zenginlik olarak algılamıyor çiçekler gibi. Kadın/ erkeğin birbirine sevgiyle kenetlendiği anın güzelliğiyle bir annenin bebeğini emzirdiği anın güzelliği yarışabilir, ancak. Ben güzelliklerin birbirleriyle yarışmasını istiyorum kinin/ nefretin ille de ötekileştirmenin/ ayrışmanın değil. Doğa insanın ahretidir. Bu yüzden doğanın gözlerinin içine bakamayan insanın kendi gözlerinin içine de bakamayacağını düşünüyorum. Gözlerimizi yere indirerek konuşmak mahcupluğumuzun, suçluluğumuzun belki de ezikliğimizin belirtisidir. Sevgiyi dilenmek durumuna düşüyor insan. Çok konuşmak nasıl bir kusursa konuşmadan dinlemek de bir kusurdur. Sevgi nefretten, öz de sözden üstündür. Kutsal olan her şey biçimselliğe indirgendiğinde anlamsızlaşıyor. Haklılığın bir sorun olarak varlığını kabul ettirmesi için gerekliliğini kanıtlaması gerekiyor. Bir insan sevdiğinin dostu, sevgilisi, öğretmeni, öğrencisi ve de katili olabiliyor. Görüntü de ses de yanıltıcıdır. Değişim/ dönüşüm insanın/ doğanın değişmez gerçeğidir. Biz bu gerçeği göz ardı ediyoruz duygularımıza kapılarak. Başarıyı ödül başarısızlığı kayıp olarak algılayan bir toplumda yaşıyoruz. Başarı/ başarısızlığın izini seçilmiş insanlar üzerinden sürdüğümüzde o insanların hayatlarına bazı başarıların felaket bazı başarısızlıkların da hayır getirdiğini görüyoruz. Kendine soru sormaktansa yaşamasını istiyorum insanın ben.” “Bedriye, sorular insanın kendi gerçeğinden yola çıkarak evrensel bakış açısına ulaşmasının alfabesidir. Eksiklerinin farkına varmayan insan kendini geliştirme ihtiyacı duymuyor. Sorular benliğimizin bize yazdığı bir mektuptur. Yıllar önce içimde güneşe duran duygular, güzelliğin hislerimi hayata geçirmem olduğunu söylüyordu. Zamanla hislerim bencilliğim/ nankörlüğümle tarumar oldu içimde. Şimdilerde ise sadece sorularım kaldı elimde. Sorularımla kendimi uyarmak/ uyandırmak istiyorum. İnsanı günaha/ budalalıklara… iten yaşanmayana duyulan hasrettir. Ben yaşamın bizi tükettiğini sense bizim kendimizi tükettiğimizi düşünüyorsun.” “İnsan tüm varlıkların siluetini yüreğinde taşıyan tek canlıdır Songül’üm. Bu ayrıcalık sayısız sorumlulukları da beraberinde getiriyor insana. Hayatımızı eleştirel bir gözle irdelediğimizde yaşadıklarımızın bizi seçtiğini düşünüyorum. Ağaçtan düşen bir yaprağın hüznü ile gökyüzünden kayan bir yıldızın hüznü aynı mı? Hayal ediyorum hümanist bir dünyada insanların ne amaçları ne de sevdikleri uğruna kendilerini gözden çıkarmadan kendilerini yaşadıklarını, kendilerini gerçekleştirdiklerini.” “Bedriye, her şeyi görmenin ve her duyguyu yaşamanın da insan için elzem olduğunu düşünüyorum.” “Haklısın Songül. Orantısız sevgi deprem kadar zarar veriyor insana/ sevdiklerine. Yaşanılan her deneyim yaşanmışlık olduğu için değerlidir. İnsanın hem evrende hem de kendisinde var olması için gördüklerine/ yaşadıklarına ihtiyacı vardır.” “Bedriyecik, senden insanın bilgiyle bilge olamayacağını kavradığın gibi benim hayatındaki yerimi de kavramanı beklerdim. Ben yaşanmışlıklarının beline bağladığın kırmızı kurdelen bile olamamışım senin. Ben geçmişime sense yaşadıklarına/ geleceğe bağlısın. Benim senin gerçeğinde yerim yok ama sen benim tek gerçeğimsin. Yıllardır seni içimde yargılayıp/ eleştirmek yerine sadece anlamaya çalışıyorum. Sen, kendine yaşamla/ yaşanmışlıkla değil soylu güdülerle sesleniyorsun. İnsanlardan senin gibi soylu güdülerle kendisine seslenmesini bekliyorsun. Ulaştığın içsel temizliğe herkesin de senin gibi bedel ödeyerek ulaşmasını istiyorsun. O yüzden insanların yalan söylemesini, çıkarlarına yenilmesini sevgi uğruna bile olsa boyun eğmesini anlamıyorsun. Kadim dostun olan yalnızlık bile içindeki soyluluk/ kutsallık karşısında ürküyor. Haksızlığa haksızlıkla, yalana yalanla, ihanete ihanetle karşılık vermemeyi geçmiş edindiğin için benim gibi zaaflarına yenilen bir insanın senin geçmişinde yeri yok. Böyle bir geçmişe sahip olmak demek kendini canlı canlı mezara gömmek demek. Sen bilgiyi/ öğretmenleri/ öğretileri aşmış insanlığa/ dostluğa sığınmışsın. Sığındığın değerlerin senin kazanımlarını kanıksamalarını bekliyorsun. Sıradanlığın değil; değerlerinin yücelttiği soyluluğu düstur ediniyorsun kendine. Yükselmeyi/ ünlü olmayı/ dostsuz/ parasız/ sevgisiz/ ilaçsız kalmayı göze almış bir insanla kim kendisini eşitlemek ister soruyorum sana? Ünü/ sıfatları ve paranın gücünü küçümsüyorsun. İnsan doğası kötülüğün/ihanetin/öç almanın/ kibrin/ yoksunluğun/yoksulluğun /yalnızlığın ve hastalıkların… eseridir. Ben kendimi sıradan insanlarla eşitliyorum sen de kendini kendinle eşitliyorsun. İnsanlar seni kaybetmekten korkuyor ben de yalnız kalacağım korkusuyla insanları kaybetmekten korkuyorum. Sen sırtını döndüklerine yüzünü dönmüyorsun; beni kıranlar da beni kırdıklarını fark etmiyor. Ben; ağlıyor/ düşünüyor / duygularıma kapılıyor ve yaşıyorum. Sense, ağlamaktansa düşünüyorsun; düşünmektense sorguluyorsun sorgulamaktansa eyleme geçiriyorsun düşüncelerini. Konuşmaktansa yazıyorsun. Duygularına ve mantığına eşit mesafede duruyorsun. Derdini kendinle, mutluğunu başkalarıyla paylaşıyorsun. Korkularına ayar veriyorsun. Sevginin kendisini özgürleştireceğine inanıyorsun. Kendine alevsin insanlara su. İnsanlar senin elini halktan biri olarak tutsa, halktan biri gibi ruhuna dokunsa da, ruhunun derinliklerine inmek isteyen insan, seni soylu bir duygunun tahtında, erişilmez bir gök katında bulabilir. İşte bu yüzden eremiyorlar senin dostluğuna insanlar benim gibi. Onların sıradan ruhlarının senin gibi soylu ve derin bir ruha ulaşması bana göre yaşamın en acımasız serüvenidir. Çünkü soylular, sıradanlara inanmıyor haklı olarak. Bu türden farklılıklarımızdan dolayı ruhlarımız aynı dili konuşmuyor yıllardır seninle.” “Sevgili Songül, tek taraflı duygular/ düşünceler özü itibarıyla bağnazdır. Her düşünce karşıtıyla anlam kazandığı için kötülüğü iyilik büyütüyor. Sevgide, aşağılama nefret ve hınç yoktur. İnsan yüreğine dokunan her şeyi bir bütün olarak sevmelidir. Sevgi; hissedilir, anlatılmaz yaşanılır. Yaşadıkları insanı büyütüyor imkânları değil. Katıksız saf olmadığı gibi saf kirli de yoktur. Bundandır insanın başkalarının acı/ mutluluğunda bir parça sorumlu olması. Yoksulların sırtında Karun kadar zengin olanları anımsa. Doğarken kesilen göbek bağına benziyor yaşadıklarımızla aramızdaki bağ ve o bağı da ölüm kesiyor. Su kayadan, yumuşak sertten, sevgi zorbalıktan, hayat ölümden üstündür… Beni inandığım gibi yaşadığım için eleştiriyorsun. Ben düşünceler gibi hislerin de bilinci olduğunu düşündüğüm için kendimle çelişmek istemiyorum. Yalanın rağbet gören bir ideoloji olarak benimsenmesinden ürküyorum. İnsanlar birbirlerinin önünde başka, arkasında başka davranıyorlar. Bu türden önlü arkalı davranışlar sonucunda insanlar hayatlarını rol yaparak geçiriyorlar. Rol yapa yapa rol yapmakta sanatçılar onlarla yarışamıyor. Her rol bir amaca hizmet ettiği için kişiliksizliği, bağnazlığı, cahilliği de beraberinde getiriyor. Kendimize rol yaptığımız için kendimizi, yakınlarımıza rol yaptığımız için yakınlarımızı tanımıyoruz. Rollerin dayattığı bir sonuçtur insanın kendisiyle organik ilişki kurmakta sınıfta kalması. Duygularını özgürce ifade edemeyen her insanın kişiliğinin aşağılandığını düşünüyorum. Bir diğer yanılgımız da kişisel gelişimimizi duygusal çöküşe vardırmamız. İnsan birey bilinciyle kendisiyle kurduğu ilişkisinde organik bir bütünlük oluşturmuşsa bu önünde eğilmeyi hak eden bir kazanımdır. İnsanlığa aydınlığın kapısını aralayan her kazanım değerlidir. Savaş gibi hastalıklar da sona erdiği için değerlidir. Seni dinlerken yüzünü seyrettim. Yüzün; saflığın, inceliğin ve sadeliğin manzarasıydı. Yaşamın yaşadıklarımızın arka bahçesi değil, bilincimizin kapısı olduğu için o kapıyı insanlığı karanlığa / gericiliğe mahkûm etmemek için açık tutmalıyız. Yüreğimin gençlik kapısı, seninle yanılgılarımızın paramparça ettiği iki insanız. Yaşadığımızı/yaşadıklarımızı farkına vararak kendimizi yaşamın kollarına bırakmalıyız diye düşünüyorum. Acımasızlığım/ sevgisizliğimin sonuçlarını yüzünden okuyorum. Benim yapmaya çalıştığım şey güzellikleri sahiplenmekti. Benim gibi sessiz direnişi tercih edenlerin kendinden başka sırtını yaslayacağı kimseleri yoktur. Sessiz savaşları sağlam özgün yaşam birikimi ile yerleşik değerlere olan bağlılığınla kazanabilirsin. Doğrularımın en ufak bir olumsuzluk karşısında yer değiştirmesine geçit vermemek için kendime ihanet etmemeye çalışıyorum. Yağmurlar gibi kendine benzeyerek ve kendine özgü ifade dili ile kendimi anlatmak istiyorum. Yağmurlar caddeleri, sokakları, ağaçları, çiçekleri yıkadığı gibi, insanların içini de yıkayabilir mi? İnsanlık onurunun kapitalizmle mücadelesi dünya döndüğü sürece devam edecektir; çünkü insanın katlanma sınırı var ama kapitalizmin sömürme sınırlar yok.”
“Sevgili Bedriye, bana dürüst/ içten davrandığın için teşekkür ediyorum sana. Herkes gibi bizim de huzura ihtiyacımız var. İnsanların yalnızlığı bir sığınak olarak düşünmesinin ve bu sığınağa ömrünün sonuna kadar sığınmasının nedeni de huzurdur. Huzursuzluğun içten/ dıştan gelmiş olması bir anlam ifade etmiyor. Huzursuzluk bizim gibi kendisiyle kavgası olanlara ev sahipliği yapıyor. Huzursuzluğu insanın iç aydınlığı olarak da algılıyorum ben.” “Songül’üm, İç/dış dünya güzelliklerini yaşatmamız için huzursuzluğumuzu da aşkla sahiplenmeliyiz. Hayatın aşkı da özgürlük/ özgünlüktür. Korunmasız yaşamalıyız aşk gibi hayatta. Aşkın hayat karşısında kazanmasının nedeni tutkulu/ hırslı ve direngen olmasıdır. Aşkta tutku inancın önüne geçiyor; çünkü aşkın dini/ dili ve ırkı -hissetmektir. Aşk insanlığa sınırları/ tabuları sevmenin/ sevilmenin yıkacağını kanıtlıyor. Aşka yoğunlaşmamın sebebi bizim birbirimize duyumsadığımız derin bağlılıktır. Seninle iki yiğit iki ödünsüz iki dürüst iki yürekli insanız. Senin varlığında karmaşık / tehlikeli yanımla tanışıyorum ben. Senin ulaşılmazlığını/ gizemini de bu yüzden seviyorum. Yüreğimi şiirlerimi/ yazılarımı bugünden sonra senin ruhunla yazmak istiyorum. Tatlı olan sen acı olansa benim. Her şair gibi ben de duygu/ düşüncelerimin tasarımcısıyım. Acemi olduğum için senin sorularını/ sitemlerini algılamakta zorlanıyorum. Sen; göbek adımsın. Sen; gençliğimsin. Sen; zamanın benden aldıklarının canlı kanıtısın. Seni kaybettiğim için duygularım ifl as etti. Ben bilimsel düşünceye duygusal düşünceyi göz ardı etmemek için tapmadım. Varlığımı/ varlığınla birleştiriyorum. Zihnimizin/duygularımızın bahçesine ektiklerimle daha çok ilgileniyorum şimdilerde. İnan bana, ne alışkanlıklar ne olaylar ne de yaşadıklarımız deliriyor, aklını kaçıran sadece bizleriz. Büyümem için büyütmem gerekiyor duygularımı/düşüncelerimi/ insanı/ bitkileri… Gerçekçiliğin ürkütücülüğünü değil, merhametini kavramaya açım seni kazanmaya aç olduğum kadar. Ağaçlar gibi ben de köksüz yaşayamıyorum.
Ben köklerimin üstünde insanlığa sevgisini yazılarıyla/ şiirleriyle iletmek isteyen yavru bir serçemin senin. Yavru serçen kendisini senin karşında seyretmeye gelenleri uyutan bir palyaçoya benzetiyor. Canım, benim yaşadıklarımla yazdığım senaryo çok farklı. Duygularımın beni mahkûm ettiği hapishanemde düşüncelerim gardiyan. Senin duyuş/ hissediş duyarlığının hiç değişmediği için kendinle görüşmek için görüş gününe gerek yok. En önemlisi düşüncelerinden bir toplama kampı yaratmadığın için modern dünyanın gerçeklerinin senin gerçeğinle uyuşmasını da beklemiyorsun. Ben senin sorun olarak algılamadığın gerçeklerin varlığını kabullenmek zorundayım, o gerçeklerin bir parçası olmadan. Bu yüzden öğretmenlerim bitkilerdir. Baharda soyunup dökülen kışta kendisini sarıp sarmalayan ilkbaharda yeniden dünyaya gelen doğa sonbaharda bitkileri nadasa bırakıyor kendi devrimlerini önümüzdeki yıl gönüllerince gerçekleştirmeleri için. Sevdikçe sevilmenin sırasının bana gelmesini sabırla beklemeyi de senden öğreniyorum. Songül’üm, ikimiz de yaralandık ama onurumuzu kaybetmedik. Sevmeyi sevgisizlikten öğrendik. Gülmedik ama ağlatmadık da. İhanete uğradık ama ihanet etmedik. Kısacası birbirine kenetlenmiş ruhumuzu sadece biz yargılamayabilir sadece biz bağışlayabiliriz. Karşılıklı incittiğimiz ruhumuz kul hakkının ağırlığı altında ezilmedi. Biz seninle kendi doğurmadığımız çocukları doğurmaya kalkıştık. Hem çok yalnızdık hem de kendi yalnızlığımızdan bir dünya yaratmak istedik. Kendimizi aşan acılarla ruhumuzda insanlığın ortak yaşam alanı yarattık. Yaşamın/ doğanın doğurganlığıyla yarışsın istedik insanlığa âşık duygularımız. Hüzünleri insanlığın tarihinden silip atmak için geleceğin güzelliğine tutunduk. Biz insanlığın acıları/ umarsızlığı kadar gerçeğiz. Birbirimizi yıllar gibi yaşadıklarımızla çoğalttık. Bizi bir araya getiren şey yaşatılmışlığımızda yalıtılmışlık duygusuydu. Bu duygunun bizi yeniden birbirine kenetleyeceğine yürekten inanıyorum. İnan bana seninle denize karışan iki küçük ırmaktık dün. Şu an birbirimizin hayatına kattıklarımızla okyanusa atılan kalem kutusu olduk. Kimsenin ahıyla tanışmayan ruhumun tıpkı senin gibi beni taraf olduklarımla bağışlamasını olmadıklarımla yargılamasını bekliyorum senden. Sevgili Bedriye, seni beni tamamlayan yanınla tanıma şansım oldu bugün. Davranışlarım / sorularımdan ötürü senin gerçeğine ermediğim için seni bağışlamadığımı düşünmeni istemiyorum. Ruhumuz gibi ben de seni tanıyan herkesin sende bulduğu ilahi ışıkla aydınlandık. Hayat seni sıkıştırsa da, üzse de etrafına o tanrısal ışığı yaymaya devam ediyorsun. Sesindeki o ilahi güç, nicelerini sırrını bilmedikleri bir tapınağın önünde bekletir gibi bekletiyor benim gibi. İnsanlar, en pırıltılı hayatları yaşasalar bile asla ulaşamayacakları bir zenginliği sende bulacaklarını bildikleri için sen kendini sakladığın halde sana ulaşabilmek için kapılarını yumrukluyorlar. Senin sesin mucizeye inandırıyor insanları benim gibi. Unuttuğumuz ve bir daha geri gelmeyecek bir insanlık haline. Bu yüzden benim gibi düşünen insanlar için özelsin. Bir örnek insanların bir örnek hayatları yaşadığı, her gün cesetlerimizin üzerine basarak ilerlediğimiz hayatta sen farklısın. Bu farklılığı, bu zenginliği kaybetme. Kaybettirme. Düşün ki milyarlarca insan tümüyle çürümüş yalanların peşinde tüketiyor hayatını. Seni bu yalanlarla yargılamalarına izin verme. Bunlar yüzünden eksiklik hissetme. Sen de beni her an ölümün eşiğinden döndüren sesindeki mucizeye inan. Bazen en sonunda anlarız ki, şöyle ya da böyle yaşadığımız hayattır mucize olan. Benim için hayat kadar mucizesin ve ben mucizemi çok seviyorum. Bugün 19 Haziran. Senin/benin ve ruhumuzun doğum günü. Bu doğum günümüzde hayata karşı birleştik sen, ben ve ruhun. Doğum gününü ruhumla birlikte yaşamak kadar gerçek paylaşmak kadar kutsal duygularla kutluyoruz nice yıllara sevgili Bedriye…
19 Haziran 2013 Mersin
|