ÖNCE İNSAN SONRA ŞAİR OLAN METİN ALTIOK
(1)
_________ Soneler
(III)
Bu uydu çağında çaresizliği gördüm,/Sinekler konarken insan yüzlerine. Hastane kapılarında ağıtlar duydum,/ Gözü yaşlı kadınlar vururken dizlerine./ Soğuk kış günleri karla kaplı yollarda ,/Gördüm bata çıka yürüyenleri./İple dikilmiş yırtık lastik ayaklarında,/Yaka bağır açık bir ceketti giydikleri./Ve akşamla birlikte gelirdi odama alkol; / Sobada yanarken kuru meşe odunu./İç dostum derdi beni, iç ve yok ol./Silerdi içimdeki utanç duygusunu./ Acının dudakları varsın benimle solsun; / Kapım açık her ölüme nasıl olursa olsun.
Yazımı iki bölümde değerlendirmeyi uygun buldum. 1. Bölüm’de, dostum Metin Altıok’un Bingöl'de geçirdiği yılların onun kişiliği üzerindeki etkileri üzerinde yoğunlaştım 2. Bölüm’de ise, öğretmenim Metin Altıok’a dair anılarımı anlattım. Yazımın başlığından da anlaşıldığı üzre ben Altıok’un “ insan” yanının izini sürdüm. Baba, öğretmen, eş, şair, ressam Altıok’u tamamlayan “ insan” yanını ön plana çıkarmaya özen gösterdim. Ve onu kendisinden uzaklaştıracak söylemlerden uzak durdum. Sadece onun sözlerine yansıyan davranışlarına yönelerek, onun güvenine ve dostluğuna ihanet etmeden, ‘onu’ tüm çıplaklığıyla anlatmaya çalıştım. Kendime şu soruyu sordum: Bingöl’ü neden bu denli sahiplenmişti? Karaman’da bana söylediği şu sözünü sık sık anımsayarak: " Bingöl' deki dostlarımın cenazesini sırtımda taşıma şansımı elimden aldıkları için ölmek istiyorum ben." (Karaman’da yayımlanan, adını ve tarihini şu an anımsayamadığım yerel gazetede kendisiyle yapılan söyleşide de söylemişti aynı sözleri.) Bingöl'de, kendi gerçeğiyle yüzleşmiş, hayatta bakışı netleşmiş, içinin patikasında çıplak ayakla yürümüştü. Hayatının her evresi gözlerinin önünde bir film şeridi gibi geçmiş, önceki hayatını ikinci bir insan gibi uzaktan gözlemleme fırsatı edinmişti Bingöl'de. Şiiri Anadolu insanına daha çok yaklaşmış, yaşamın sahasına inmişti. Kendi gerçeğine ulaşmak için kendisi ile arasındaki aracıları ortadan kaldırmış, kendisine karşı toleransını sıfıra indirgemişti. Devletin elini uzatmadığı ve her türlü olanaklardan yoksun bıraktığı Bingöl’de, bir öğretmenin en az beş branş dersine girdiğini, lise mezunu olan birçok öğrencinin adını ve soyadını bölerek yazdığını gördü. Bir aydının sorumluluk alanının kent soylu kentlerle sınırlı olmadığını algıladı. Tüm bu olanaksızlıklar içinde öğrencilerin aile sorumluluklarını omuzladıklarının tanığı, her koşulda hayata tutunan insanların yaşama sevincinin ortağı oldu. Eşitsizliğin doğarken insana hükmettiğine tanıklık etti. Çağdaş Türkiye'nin ili olan Bingöl'de, PKK’nın okulları yakması, sağlık ocaklarının talan edilmesi yetmiyormuş gibi, Alevi köylerinin birçoğunun kışın altı ay kapalı olan yollarından dolayı, kızakla Bingöl'e doğum yapması için getirilen ve yolda kan kaybından ölen gebe kadınların morglardaki yüzlerini, yetim bebeklerin ninniler yerine ağıtlarla uyutulduğunu gördü. Bu gerçek 21. yüzyılda da değişmedi. Köyleri Sütlüce ve Kabaçalı'da okul olmadığı için 10 kilometre uzaklıktaki Ilıcalar Yatılı Bölge İlköğretim Okulu'na giden 8 yaşındaki Serhat Kılıçgedik, 10 yaşındaki ağabeyi Ferhat ve 9 yaşındaki Cihan Kılıçgedik Mart 1999, Çarşamba günü Bingöl kent merkezine 20 kilometre uzaklıktaki Ilıcalar beldesindeki Yatılı Bölge İlköğretim Okulu'ndan köylerine gitmek için ayrıldılar. 10 kilometre yürüdükten sonra evlerinde olacaklardı. Serhat ve Ferhat kardeşle, Cihan Kılıçgedik'in küçük bedenleri, Deşte Yaylası'ndaki Best Köprüsü yakınlarında tipiye yakalandı, yazık ki 3’ü de donarak öldü. Bu habere üzülmeyecek miydi yaşasaydı? Anadolu gerçeğinin bir parçası olmuştu. Öğretmen olarak öğrencilerine kendini anlatma ve onlar için mücadele etme olanaklarını zorladı. Sık sık rapor aldığı için Felsefe dersini gönlünce veremediği bir gerçek. Ama Felsefeyi kitaplardan çıkarıp daha anlaşılır kılarak insanların yaşamındaki haklı yerini almasında kendisine özgü bir yöntem kullandı ve bu yöntemde de oldukça başarılı oldu. Yokluğun ve yoksunluğunun kanattığı kendi yaralarıyla dostluk kurdu Bingöl’deki insanlarla. Yaraları Bingöllü insanların yaralarıyla barıştı. Rahat bir hayat sürmeyi istemiş olmasından dolayı kendisiyle sık sık girdiği içsel çatışmalarından Bingöl' de kurtuldu. Kişiliği gereği dokunduğu her şeyi ruhunun derinliklerinde ve bedeninde hissetmesinin onun için ne anlam taşıdığını öğrendi. İçindeki sancıların ve ağrıların anlamı değişti. Sancıyan yüreği başka başka acılar için acıyordu. Öğrencilerine dokunduğunda yüreğine dokunuyordu. Sezgileri çok güçlüydü.
Hayatına, ilk evliliğine, kızıyla olan ilişkisine, ikinci evliliği ile ilgili yaşadığı, zaman zaman çıkmaza giren tüm ailevi sorunlarına dair düşüncelerini benimle paylaşırdı. Bana:" Beni dinler misin Bedriye? Ya da: " Bir zamanlar anlam veremediğim davranışlarımın altında yatan nedenleri şimdi şimdi daha iyi anlıyorum" diye başlardı içe dönük sohbetlerine. Ölümünün akabinde bana anlattıkları üzerinde üç yıl düşündüm. Yılların arkasından seslendim ona. O zaman farkında olamadığım birtakım gerçekler şimdi şimdi içimde gerçek yerine yerleşti. Onun gerçek hayatı ilk eşi ve kızı ile olan hayatıydı. Özlem, onun hayatının mihenk taşıydı. Özlemi yüreğinde demlendikçe acılarının boyutu da derinleşiyordu. Yüreği sürekli kanıyordu. Bu bir yanıyla onu besleyen, ona şiirler yazdıran gücü, diğer yanıyla da onu içten içe tüketen güçsüzlüğüydü. Zeynep' in şartlar oluşmadığı için Bingöl'e gelemeyişinin onu altüst edişine tanık oldum. Şubat tatili sonrası okula başlamıştım. İlk dersimiz edebiyattı. Teneffüs zili çaldığında onu sınıfın kapısında beni beklerken buldum. Bahçeye çıktık. Yürüye yürüye okulun arkasına gittik. Sırtını bahçe duvarına yasladı ve bana : "Zeynep gelemedi” dedi. Zeynep' e tutkuyla bağlıydı. Karşılaştığı her esmer tenli kız/ kızlar ona Zeynep'i anımsatıyordu. Abartmadan söylüyorum. Zeynep' i kucağına aldığı o ilk andan Konya'dan ayrıldığım güne kadarki hayatının tüm aşamasına tanıklık ettim Zeynep'in. Altıok, ezikliğini kimseye hissettirmeyecek kadar gururluydu. Her koşulda dik durmak onun kendisini zorladığı bir davranış biçimi değil, onun kendini ifade etme biçimiydi. Geceleri kendi karşısında büktüğü boynunu gücün karşısında bükmektense intihar etmeyi tercih ederdi. Bingöl’de, yaşadıklarıyla konuştu. Yüreği taşımak istemediği fazlalıklardan sıyrıldı. Koşulsuz sevdi insanları. Sevgi onu kuşattı. Daha önceki kırgınlıklarından aldığı yaraları kabuk tuttu. Yetkin şairlerle “şiir” üzerinde sohbet etmenin o şairin şiirinin gelişmesindeki olumlu katkıları kabul ediyor ve ayrıldığı şiir dostlarını özlüyordu elbette. Bununla birlikte bir şairin yaşam gerçeğine en az şiir gerçeğine yakın olduğu kadar yakın olmasının gerekliliğini de yadsımıyordu. Çünkü farklı kültür ve yaşamdan gelen insanların yaşamlarına tanıklık etmenin bir şairin duygusal ve düşünsel gelişimindeki öneminin canlı tanığıydı. Bir şairinin ağaçta olgun bir meyve olmaktansa yere düşerek olgunlaşmasının önemini algıladı. İnsanların onu karşılıksız sevmelerine hayranlık duydu Bingöl'de. Bingöl’de, başka bir insan olmadı hiç. Bingöl sokaklarında evinde dolaşıyormuş gibi rahat dolaştı. Alkolü nasıl içmek istiyorsa öyle içti. Bingöl’deki tüm tekel büfeleri onun dostuydu ve ona borç rakı verirdi. Halkın onu yargılamadan sahiplenmesinin, varlığının hayat karşısındaki kelimelerle ifade edilemeyecek olan karşılığını kavradı. Coştu. Umutla ve umutsuzluk arasında mekik dokudu. Onunla dost olmanın nasıl bir duygu olduğunu sordum kendime. Onunla dost olmak, katıksız dürüstlükle, içtenlikle, güven ve çıkarsız sevgiyle dost olmaktı. İşte bu yüzden Altıok’un sevenlerinin yüreğinde ölümüyle bıraktığı boşluk dolmuyor / dolmayacak…
Kişiliğinin en belirgin özelliklerinden birisi de son sözü kendisine saklamasıydı. Son derece iyi taklit yapan şair, kendi hayatında hiç taklit yapmadı. O’nun hayattan bu kadar erken ayrılma isteğinin altında yatan asıl mesele duygu/ düşünce duyarlığının derinliklerinden kaynaklanıyordu. Sevince her şeyi göze alma cesareti olan şair, sevdiği kişiler tarafından incitildiğinde, duygu derinliğinin tam karşılığı olan yok oluşu seçiyordu. Sevginin ondaki karşılığı var olmaktı. Severek kendini bir Anka kuşu gibi külünden var eden bu güzel insan, sevdiği insanın/ insanların sevgisine ve güvenine ihanet etmelerini içine sindirmektense ölerek kendini özgürleştirmeyi düşünüyordu. Ölmek onda özgürlüğe kavuşmaktı. Ölümünün bu denli hazin olacağını kendisi bile düşünmemişti. Ölüm duygusu onun kendisini koruma altına aldığı korunağıydı. Öylesine içten, öylesine insan, öylesine insani olan... İnandığı gibi yaşadı, düşündüğü gibi konuştu, yaşam duruşundan, yaşama biçiminden ödün vermedi, ideolojisini sahiplendi, şiirin sessiz direnişçisiydi. İnsana dair güzel dünyasıyla, olgunluğuyla, iyi bir dinleyici olmasıyla, arkasını yaslayacağın yüzyıllık bir çınar olduğunu insana hissettirmesiyle, insanı yüreğinde yüceltmesiyle sadece benim değil, güzelliği seven ve insani olan güzelliklere tutkun olan her insanın kadim dostuydu. O’nun sırtı yoktu. Yüzü ve sözleriydi onun sırtı. İnsana arkasını döndüğünde kişiye/ kişilere dair fikrinin değişmeyeceğini bilirdi onu yakından tanıyan herkes. İçini yüzünde taşır, duygularını ise sözcüklerle ifade ederdi.
Metin Altıok’tan geriye bize ne kaldı diye sordum kendime. Şimdilerde onun insan yanının şiir üzerindeki ağırlığını daha iyi algılıyorum. Yıllardır yazın’ın ve yazı’nın içindeyim. Şairlerin büyüklüklerinin ödüllerle ölçüldüğü, şiirin öldüğü söylemlerinin ortalıklarda hortlaklar gibi dolaştığı, sanal ortamın şiiri kuşatma altına aldığı bir ortamda yaşıyoruz. Bir şair iyi şiirler yazabilir; ama her iyi şiir yazan şair “güzel insan” olmaz. Altıok, şiirleri ve kişiliğiyle güzelliklerin insanıydı. O yüzden insana dair her acının onun yüreğinde karşılığı vardı. Onun en önemli özelliği şiirlerinde olduğu gibi, davranışlarında da samimi olmasıdır. Önce insan; sonra şairdi. Acıya kiracı değildi, acıya ev sahipliği yaparak ayrıldı aramızdan. Kabullenemiyorum sevmeyi bilmeyen insanların onu sevdiklerinden uzaklaştırmalarını… Kadim Dostum, ortak üretim ve ortak tüketim ilkelerine inandığı için yakıldı. Katillerinden daha doğru, daha soylu bir insan olarak ölen şair Metin Altıok’un insanlık tarihine armağan ettiği yaşam eserinin, şiir kitaplarının önünde saygıyla eğiliyorum. Kadim dostumun yüreğimde yokluğuyla bıraktığı boşluk dolmuyor… Dinmiyor sızısı yüreğimin…
( 2 )
Yoldayım. Öğretmenimin sınıfımızda kendini tanıttığı ilk günü anımsadım. Konuşması, dostluk ve dürüstlük üzerine yoğunlaşmıştı. Hiç unutmam. Öğretmenimiz Metin Altıok bir hafta raporluydu. Rapor sonrası derse kaldığı yerden devam etmek için sınıfa," Arkadaşlar içinizde düzenli defter tutma alışkanlığı olan arkadaşınız var mı? diye sordu. Sınıf bir ağızdan " Bedriye" dedi. Öğretmenim defterimi istedi. Götürdüm. Ders sonrası, sınıftan çıkarken öğretmenim; Bedriye seninle konuşmak istiyorum," diyerek koridorda birlikte yürüdük. Bana; "Şiirini okudum." "Şiiri sen yazdın değil mi? diye sordu. Yanıt yok. O gün öğretmenimin kollarını bütün sevecenliğiyle omuzuma atıp," Bedriye şiiri bırakma e mi? deyişiyle bana ne söylemeye çalıştığını anlayamamıştım.
Yağmur damlaları gibi hızlı, bir o kadar da güzel başlayan dostluğumuz, okul sonrası da devam etti... Dört yıl. Yağmurlu bir gündü, öğretmenimle karşılaştık, beni evine götürdü. Semaverde çay yapıp ikram etti. Yüreği gibi sıcaktı çay. Öğretmenim önce Bingöl'ün Genç ilçesine, oradan da Karaman İmam Hatip Okulu’na sürgün olarak atanmıştı. Dört yıldan gün almıştı işsizliğim. İşsizliğin bendeki düşünsel yansımalarını paylaştım onunla. Bana: "Bedriye, Bingöl Valisi benim ülke genelinde ünlü bir şair olduğumu duymuş. İdare aracılığıyla benimle tanışmak istediğini söylemiş. Kendisiyle tanışmayı düşünmediğim için ziyaretine gitmedim. Seni dinleyince aklıma bir fikir geldi. Önümüzdeki perşembe günü dersim yok benim. Validen o gün için randevu talep eder ve seninle birlikte valiyi ziyaret ederiz. Validen seni işe almasını rica ederim. Senin yanımda durman yeterli " dedi. Yere yığıldım. Kendimi toparlamam zaman aldı. Sesim titreyerek ona: " Öğretmenim! Beni ilk kez hayal kırıklığına uğrattın! İşsiz olduğum, bu konuda kendimi çaresiz hissettiğim doğru! Hayat felsefem kimseye yük olmadan yaşamaktır. Seni sürgüne gönderen, seni cezalandıran bir yönetime, benim yüzümden boyun eğmene izin verebileceğimi nasıl düşünebilirsin? Açlığın sonu olsa olsa ölümdür ama onursuz bir yaşamın sonu utançtır. Ve ben utançla ölmeyi hak etmeyecek kadar onuruma ve dostlarımın onuruna düşkünüm " dedim.Bu beklenmedik tepki karşısında afallamıştı! Odanın içinde kaç kez tur attığını saymadım. Sonra yere diz çökmüş olan beni omuzlarımdan kavrayarak ayağa kaldırdı ve birbirimize sarıldık. Gözlerimin içine bakarak şunları söyledi: "Dostumsun sen Bedriye! Ve insan kendisi için yapamayacaklarını dostu için tereddüt etmeden yapar”. Kısa süren sessizliğin akabinde hüznün en titrek sesiyle konuşmasına devam etti: "Bedriye Bingöl' den ayrılacağım" dedi. Gözlerinin kahverengisi, su ile toprağın buluşması gibi, daha anlamlı ve güzel gelmişti bana. Bingöl' de son görüşmemiz oldu öğretmenimle. Yoldayım. Şimdi bu yol beni öğretmenime götürecekti. Başka hiçbir şeyin anlamı yoktu. Bir insan düşünün, soluk aldığı her yerde, sevginin ve dostluğun yeri vardır. Yalnız ben değil, onun öğretmeni olduğu bütün öğrencileri hiç tereddüt etmeden öğretmenlerinin kapısını çalabilirlerdi. Aradan geçen ne yılların, ne de her geçen gün değişen değer yargılarının öğretmenimizi etkilemediğini bilmenin güvenini yaşardık. O'nun biz öğrencileriyle geliştirdiği ilişki, bana çocukluğumda okuduğum ve asla unutamadığım bir şiir dizesini anımsatıyor. Adını anımsayamadığım bir Bektaşi şairi, Allah' a sevgisini şu şiir dizeleriyle dile getirir: “Sen orada/ Ben burada/İkilik girer araya." Felsefe öğretmeni şair Metin Altıok da öğrencileriyle arasına ikiliğin girmesine izin vermedi. Öğretmeniyle konuşan her öğrenci, " öğrenci" olmaktan çok, bir insan olduklarını kendilerine hissettiren bir öğretmenleri olduklarını algılarlardı. Metin Altıok, her insanın yüreğine güzelliklerin tohumunu ekti. Onun en belirgin karakteri, eşitliği gözetmesi ve paylaşımdı. Onunla dostluk kuranlar çok iyi bilirler, insanın insanla çoğalmasının yaşayan canlı örneğiydi Metin Altıok.
Tarif üzerine Karaman Lisesi'ni buldum. Lisenin karşısında bir gölgenin beni beklediğini gördüm. Öğretmenime sarılıp ağladım. Nasıl mı? Gurbet duygusunun ve umarsızlığın kar misali eridiğini hissettim içimde. Söküp attım yüreğimde beni paramparça eden yalnızlığı... O an bir başka gerçeği de fark ettim: Öğretmenimin varlığına Bingöl'dekinden daha çok ihtiyacım vardı.
Saatler ilerledi sohbetimiz gibi. Bir ara öğretmenim Konya' ya nasıl geldiğimi sordu. Ben de sorusunu yanıtlarken kendimi sohbete kaptırmıştım ki, üç ayı odunsuz -kömürsüz -yataksız geçirdiğimi anlatmıştım. Öğretmenimin bir mendil gibi acıyla buruşmuş yüzüyle kendime geldim. İnsanın öğretmeninin karşısında ağladığını görmesi nasıl bir duygu? Elimi tutup, odunlarının olduğu odayı gösterdi. Ben, öğretmenimi, Karaman' da o kışın hiç ısınmadan geçirecek kadar iyi tanıyordum. Sabah öğretmenimin sesiyle uyandım:
" Nebahat ( eşine genel de Nebo diye seslenirdi) Bedriye uyanmadan, marketten sucuk ve yumurta alıp geleceğini" söyledi. Gözyaşlarım yastığımı ıslatmıştı. Yeniden dalmışım. Sonra bir kitabın yanağıma sevgiyle dokunuşuyla uyandım. Gözlerimi açtım. Metin Altıok “Bismişah” diyerek imzaladığı İpek ve Kılabtan” adlı şiir kitabını verdi bana. Merakla sordum: “Bismişah’ın anlamı nedir? Sorumu gülerek yanıtladı. “Bedriye, yeryüzünde insancıl değer ve güzellikleri temsil ettiğine inandığımız bir “ Şah” varsa o şahın başı sensin”.Kitaba çizdiği avuç içinde gözü olan kadın figürüne açıklık getirmedi. Kahvaltıda sucuklu yumurta vardı. Ben ne yediğimi biliyor muydum? Ayrılık vakti gelmiş, biletimi alıp yolculamıştı öğretmenim beni.
Aradan bir hafta geçmişti. Bir gün iş yerime esmer tenli bir bayan geldi, “ Bedriye Hanım'la görüşmek istediğini ," söyledi. "Kendimi tanıttım. Bayan gayet samimi ve içtenlikle yanaklarımdan öptü. " Karaman'dan beni Metin Altıok gönderdi. Siz kızı olmalısınız herhalde" dedi. " Hayır öğrencisiyim" diye düzelttim. Kendisini tanıtarak ısrarla evime gelmek istediğini söyledi. ( Sena yıllardır İstanbul' da yaşar ve benim kadim dostumdur.) Evime belli bir amaç için geldiğini, yıllar sonra Sena'dan öğrendim... Benim gururum yüzünden yardım istemeyeceğimi iyi bilen şair Altıok, Sena'dan odunlarımı görmesini, eğer yardıma ihtiyacım varsa, kendisine bildirmesini istemişti. Hayatımın en zor; ama en mutlu yıllarını Konya’ da geçirdim. Konya’ da Sena gibi, Karaman’ da, Metin Altıok gibi bir dostum olduğunu bilmenin huzuruyla yaşadım. Öğretmenimle yalnız benim değil, birçok öğrencisinin anıları vardır. Onlardan birini şimdi anımsıyorum. Bingöl Lisesi’nde İlköğretim Müfettişleri sınıfları teftişe gelir. Koridor boyunca bütün sınıfları tek tek gezer. Gürültünün kol gezdiği bütün sınıfların içinde 6 Edebiyat C sınıfı sessiz ders işleyen tek sınıftır. Müfettiş merak eder ve sorar yanındaki okul müdürüne: “Bu dersin öğretmeni kim?”Müdür “ Yanılmıyorsam Felsefe öğretmeni Metin Altıok olmalı” der. Sınıfın kapısını açan müfettiş, dersi öğretmenin değil de sınıf başkanının işlediğini görür. Öğrenciler önlerinde açık Felsefe kitaplarıyla derslerini çalışıyorlar. Bu sefer müfettiş tekrar sorar yanındaki okul müdürüne : “ Bu dersin öğretmeni nerede?” Müdür, sağlık nedeniyle raporlu olduğunu söyleyince, müfettiş bu sefer öğrencilere sorar: “ Bütün raporlu öğretmenlerinizin derslerinde mi böyle yapıyorsunuz, yoksa sadece Felsefe dersine mi özgü bu yaklaşımınız? Sınıf başkanı:
“ Yalnızca Felsefe öğretmenimiz Metin Altıok’un dersine özgüdür bu yaklaşımız” der. Müfettiş gördüğü manzaranın karşısında duygulanır ve Felsefe öğretmenimizle tanışmak istediğini söyler yanındaki okul müdürüne. Bingöl Lisesi’nde o yıllarda görev yapan öğretmenler anımsayacaklardır, Edebiyat Bölümleri, okulun hababam sınıflarıydı. Öğretmenlerin ders işlemekte zorlandıkları bir sınıfta, öğrencilerin öğretmenlerini korumaları görülmemiştir. Şair Altıok’ un gerçek dostları oldu, öğrencileri değil.
Sadece öğrencileri değil, Bingöl halkı da şair Altıok’u bağrına bastı. Karaman’da bir zat kendisinin unutamadığı anıları arasında özel bir yere sahip olan anısını benimle paylaştı, gözleri yaşlı. Hafta sonu çarşıdan eve dönerken aldığı alkol nedeniyle dengesini yitirir ve oturduğu üç katlı apartmanın yüz metre ilerisinde yere düşer. Aynı apartmanda oturan Suna Abla, Altıok’u sırtına alır ve üçüncü kattaki evine kadar sırtında taşır. Cebinden evin anahtarını çıkarır, salondaki L tipi koltuğun üzerine uzanmasına yardım eder. Sobayı yakar. Mutfağa geçer. Yayla çorbası yapar. Eşi eve gelince de gönül rahatlığıyla kendi evine gider.
Bingöl kent olarak hiçbir öğretmeni Metin Altıok gibi bağrına basmadı. O’nun cenazesinde tabutunu taşımak için, dostları Bingöl’den gittiler. O, halkının şairiydi. Ödülü de halkının yüreği oldu. Sade ve içten. Böyle sevgiler emeksiz ve bedelsiz kazanılmaz diye düşünüyorum.
Gözyaşlarıma asılı yüreğime soruyorum: “ Biz toplum olarak yazılı eserler kadar canlı eserlerin anlamını ve önemini yeterince kavrayabildik mi?
Öğretmenimin yangınlarla kül olan bedenini sevgiyle kucaklıyorum, yangınlara yakışan yüreğin bizim yüreğimiz. Sen ki sancılar içinde büyüyen, acılarla dolu bu yaşamda; insanın en büyük zaferinin insanın kendini kazanmak olduğunu öğrettin bize.
Sevgili öğretmenim, kasette Sezen Aksu “ Kavakları” ı söylerken, elimde, “İpek ve Kılabtan” adlı kitabın var. –BİSMİŞAH- diyerek, doğum günü mumlarını söndürüyorum.
İYİ Kİ DOĞDUN ÖĞRETMENİM…
|