İnsanlığın Ete Kemiğe Bürünüp Aşka Dönüştüğü Yazar: Charlotte Bronte
İhanetlerin dilini deşifre ettiğim günden bugüne değin kimseyle konuşmuyor ve “seni seviyorum” diyenlerden korkuyorum. Alçaklığın sınırını zorlayan sözcüklerin silahıyla adam öldürmek yasalara göre de suç değil. Sokaklarda, işyerlerinde, evlerde… insanlar duygu katilleriyle birlikte yaşıyor. Her gece deniz, beni, onun duygu katili olmadığım için sahile davet ediyor ve insanların ihanetlerini sahile kusup kusup ağlıyor karşımda. Yaşam uyumadığı için gerçekler de uyumuyor. Aşk gibi dostluk da iki kişiliktir. Unutamam sahte dostlarımın birer birer beni sattığı günlerimde denizin benden esirgemediği dostluğu. O benim güzellik meleğim ve ben meleğimle birlikte yeryüzünde paylaşılabilecek tüm güzel duyguları paylaşıyorum. Bu duygularla geldiğim sahilde denizin bir bayanla sohbet ettiğini görüyorum. Denizinde bana ihanet ettiğini düşünüyorum. Ona mı yoksa yazgıma mı küsmem gerektiğini bilmiyorum ama dizlerimin üstüne çöküyorum; gözlerimi gökyüzüne dikerek yanaklarımı okşayan ılık gözyaşlarına aldırmadan yıldız avına çıktığımı biliyorum. Kendimle evleniyorum. Nikâh şahidim olan yıldızlar bardaktan boşalırcasına yağıyor üstüme. Tepeden tırnağa mesut olmanın tarif edilemez duygular yumağı olduğunu anlıyorum. Tıpkı olgunlaştığımı denize sitem etmememden anladığım gibi. Evime gitmek üzere ayağa kalkıyorum ve arkama bakmadan yürüyorum. Deniz arkamdan sesleniyor: -Nereye dostum? Bu akşamki sürprizin ihanete dönüşmesinden dolayı üzgünüm. Dostum; biz, yalnızlığımızı çoğalttıkça, kendi varlığını bir bütün halinde hissedenlerdeniz. Seninle sohbet etmek için sahildeki dünyamıza katılan dostunla kucaklaş ki sohbetimiz şen olsun. -Deniz! Deniz! Deniz… Sözde dostlarımın hayatım üzerinde oynadıkları kumar senin de beni sattığını düşündürecek kadar midemi bulandırdığı için beni bağışla. -Küsecek kadar bana değer verdiğin için çok mutluyum. Yosundan yapılmış minderlerin bu kadar rahat olduğunu bilmiyordum. Sen dostumuzun yanındaki mindere otur. Bu akşam sözü sabahtan beri senin yolunu bekleyen dostumuza bırakıyorum. -Sevgili Bedriye, önce tanışalım. Ben Charlotte Bronte.” - Charlotte Bronte! -Bedriyeciğim, şaşkınlığını anlıyorum. Bir anda karşına çıkmamalıydım. Beni tanıyabileceğini düşünüyordum. Ne yaşarken ne de öldükten sonra ruhuma senin gibi dokunan olmadı. Seninle ruhlarımızın buluşmasına yıldızlarla denizin eşlik edeceğini düşünüyordum, ediyorlar da. İnsanlar yıldızlara yıldızlar da bize ulaşmak istiyor. Fark ettin mi “sen” kendinle evlenirken, yıldızlar oldu nikâh şahidin. Yıldızlar parlaklığını güzel insanların kalbindeki ışıktan alıyor. Parlaklığıyla göz kamaştıran yıldızlar senin/ benim gibi anlaşılamayanların duygularıdır, hayalleridir ve de beklentileridir dünyadan… En önemlisi de ruhtan anlayanlarla ruha can katanlar buluşmamıza şahitlik ediyor ve bizi varlıklarıyla onore ediyorlar. Bu da bizim boşuna yaşamadığımızı, boşuna nefes almadığımızı ve boşuna onca acılarla yoksulluğa katlanmadığımızı kanıtlıyor. -Sevgili Charlotte, söz konusu, duygularla ruh olduğunda sınırların tanımı sınırsızlıktır. Duygular da tıpkı güneş/ yıldız ve deniz gibi evrene dâhildir. Evren dediğiniz yer yuvarlağı insanla anlamlıdır. Senin yaşadıklarınla mı yoksa yaş(ya)madıklarınla mı kendini bir bütün olarak hissedip etmediğini merak ediyorum. Yaşadıklarının tanığı olmak istiyorum.” “Bedriye, sözünü kestiğim için bağışla beni. Konuşmanın akabinde bana soracağını tahmin ettiğim soruyu ben sana sormak istiyorum: Yaşadıklarıma yaptığın yolculuğu bizimle paylaşır mısın? “Yaşadıklarına yaptığım yolculuğunun ilk durağı çocukluğun oluyor. 21 Nisan 1816’da İrlanda kökenli papaz Patrik ve Maria Branwell Bronte’nin çocuğu olarak dünyaya geliyorsun. Baban zengin bir kütüphanesi olan sanatsever biri. Bu güzel adamın yazgısı yürek burkan acılar yumağıdır. Dünyada hiçbir baba yaşarken eşi ile altı çocuğunu [beş kız bir erkek] veremden kaybetmemiş ve hiçbir babanın ailesi mezarlık olmamıştır. Beş çocuğunu yitirdikten sonra kör olan babana sağ kalan tek çocuğu olarak sen bakıyorsun uzun bir süre. Seni sağ bırakarak Tanrı’nın kendisinin teselli ettiğini düşünen baban çocukları içinde en çok sevdiği seni de yardımcısı papaz Nicolls’la yaptığın evliliğinin dokuzuncu ayında kaybediyor. Tanrı’nın birbirinizin ruhlarını tamamlayan eşinle seni yanına alarak ayırmayacağını düşünüyorsun ama Tanrı sevdiği kulunu eşinle paylaşmıyor. Ailesi mezarlık olan çileli baban da bir süre sonra mezarlıktaki ailesiyle buluşuyor. Aile yazgınız Fransız yönetmen André Techine’in yüreğini de parçalıyor ve Bronte Kardeşler’in dramlarının filmini yapıyor. Bronte Kardeşler’in salt yapıtları değil, yaşamları da filme konu oluyor. Yaşanmışlığının kapısını açmakla kendi acılarımın kapısını açacağımı ve senin gerçeğine ulaşmakla kendi gerçeğime ulaşacağımı biliyorum. Sen de benim gerçeğimden kendi gerçeğine ulaştığın için buradasın. Güzel ruhları cennette aramanın yoksunluğunu yaşamadığım ve yüreğine sevgiyle dokunduğum için mutluyum. Ölüleri yeniden doğuran anne vefadır. Şimdi daha iyi anlıyorum yaşanmışlıklarla dolu ruhları neden acıların ve kayıpların yıkamadığını. Zulüm ve sevgisizliğin sevgiye yenileceğini biliyorum. Sevgisizlik yaşayanları öldürüyor sevgi ise ölüleri diriltiyor. Bu yüzden insanlar yaşadıklarının ya her şeyi ya da hiçbir şeyidir. Seninle yaşadıklarımızın her şeyi olduğumuz için ruhlarımız birbirini tamamlıyor. Baban annelerinin yokluğuyla çocuklarının yüreklerinde bıraktığı boşluğu katı bir Hıristiyanlık sevgisi ve tutkusuyla dolduruyor. Teyzen size annelik etmek üzere Haworth’a geliyor. Öğrencilik hayatına ablaların Elizabeth ve Maria ile birlikte Lowood gibi kötü koşulları olan yatılı bir okulda başlıyorsun ve biri on bir diğeri de on iki yaşında olan iki ablanı da aynı okulda veremden kaybediyorsun. Varlıklı ailelerin kızları olmadığınız için iyi bir evlilik yapma şansınızı da yitiriyorsunuz. Tek umarınız okumak olduğundan koşulları daha da iyi olan bir okula gidiyorsun Emily’le birlikte. Bronte Kardeşler sözcüklerin Tanrısal büyüsü ve cömertliğiyle çocuk yaşta tanışıyorlar. Haworth’ta mezarlığa bitişik taş bir yapıda yaşayan altı kardeşin dramlarının birbirleriyle yarışmış olması içimi acıtıyor. O mezarlığa bitişik taş yapıda yaşayan yoksul rahibin bilge kızları[Anne/ Emily ve Charlotte] salt İngiliz değil, dünya yazınında da adlarını altın harfl e yazdırıyor. Yazgınızın acımasızlığına yakışır bir asaletle yirmi birinci yüzyılda da yazınsal üretileriniz hak ettiği yeri alıyor, alacak da. Kardeşlerin dostların oluyor. Otuz bir yaşında kaybettiğin erkek kardeşinin davranışları ailen için bir yıkım oluyor. İçki bağımlısı olduğu için işinden kovuluyor. İçki ve afyon bulmak için sürekli borçlanıyor. Kız kardeşleri onun borçlarını ödemek için bir yandan didiniyor diğer yandan da erkek kardeşinin içki krizine girdiğinde kendisini intihar etmemesi için odasının önünde uyumadan sabaha kadar nöbet tutuyor. Erkek kardeşinin ölümünden altı ay sonra dünyada en çok sevdiğin yegâne insan olan kız kardeşin Emily’yi kaybediyorsun. Yapıtlarını okuduğumda insan ve yaşama dair derinliğinin bir anda oluşmadığını algılıyordum ama bu kadar acı kayıplarının hayatında birbirleriyle yarıştığını bilmiyordum. Acılarının ve kayıplarının ölümsüz yapıtı SENSİN! “Bedriyecik, ağlamanı istemiyorum. Hayatıma dair bildiklerini bizimle paylaşmanı istiyorum senden. Bu akşam kayıplarımın yüreğindeki karşılığında boğulmak istiyorum. Güneşin akşamları içine doğduğu dostum, devam et kaldığın yerden sohbetine.” “Dostum; ben, güneşin Tanrı’nın evi olduğunu düşünüyorum buzları erittiği, üşüyenleri ısıttığı ve karanlığı aydınlattığı için. Senin gibi yoksul onurlu/ namuslu ve eğitimli kadınların yapacağı tek meslek öğretmenlikti o dönemde. Sen de yapıtında olduğu gibi bitirdiğin okulda ve evlerde öğretmenlik yapıyorsun. Bir süre sonra evlerde öğretmenlik yapmak onuruna dokunduğu için yapmaktan vazgeçiyor Emily ile birlikte Brüksel’e gidiyor özel bir okulda Fransızca öğreniyorsun. Teyzen ölüyor. Kız kardeşinle birlikte babana bakmak için geri dönüyorsun memleketine. Fransızca öğrendiğin Brüksel’deki özel okula İngilizce öğretmeni olarak geri dönüyorsun aylar sonra. Orada kaldığın bir yılda Almanca ve Fransızca öğreniyorsun. Aşk, tutku, kıskançlık ve de ayrılık hayatına Brüksel’de öğretmen olduğun özel okulun sahibi olan evli müdürle giriyor. Evli bir erkeğin öteki kadını olmak hem benimsediğin dini duygularınla hem de onurunla bağdaşmıyordu. Acılar içinde boyut değiştire değiştire seni duygularla aşkın bilgesi yapıyor. Dünya acımasızlığıyla karşında, sözcükler dostluğuyla yanında oluyor senin. Âşık olduğun erkeğin kişiliğine duyumsadığın sevgiyi ölümsüzleştirmek için yazar oluyorsun ve sekiz yılda dört roman yazıyorsun. Villette ile başlıyorsun yapıtlarında âşık olduğun evli erkeği ölümsüzleştirmeye. Kendini çirkin bulmana karşın seninle evlenmek isteyenlerin evlenme teklifl erini reddederek evde kalmayı kendinde kalmaya tercih ediyorsun. Acıların ve yalnızlığından kurtulma pahasına olsa bile ruhunu ruhuyla tamamlamayan bir erkekle evlenmeyi onur kırıcı buluyorsun. Bir yıl sonra duygularının gurbet diyarı Brüksel’den ayrılarak baba evine geri dönüyorsun. Baba evinde öğrenmek ve öğretmenin dışında yazgını yenmeyi de tutku ediniyorsun kendine. Hayalinin olan “Bronte Kardeşler Özel Okulu’nu açmayı parasızlık yüzünden gerçekleştiremeyince bu kez de kardeşlerinle birlikte yazdığınız roman ve şiirleri yayımlanmaya karar veriyorsun. Tutucu Victoria Çağı’nda eleştirmenlerin kadın yazarlara karşı olan acımasızlığıyla üç kız kardeşinle birlikte yayımlanan şiir ve roman kitaplarınızla [“Villette” ile “Profesör”] tanışıyorsunuz. Erkeklerin dünyasında hak ettiğin yeri almak için Jane Eyre’yi Currer Bell erkek adıyla yayımlıyorsun. Kız kardeşin Emily’nin eseri de Ellis Bell erkek adıyla yayımlanıyor. Cinsiyetinden öte eserinle tanınma şansını yakaladığın için yapıtının tutulmasına ve ünlü olmana rağmen gerçek adını açıklamıyorsun uzun bir süre. Currer/ Ellis Bell’lerin erkek değil kadın ve kardeş oldukları anlaşıldığı için üzülüyorsun. Ünlü olduktan sonra Gittiğin Londra’da Th ackeray ve Elizabeth Gaskell ile tanışıyorsun. “Sevgili Bedriye, okuduğunu bildiğim Emily’nin Wuthering Heights [Rüzgârlı Tepeler] romanı hakkında ne düşündüğü bilmek istiyorum.” “Sevgili dost, kız kardeşinin tek romanıyla dönemin görüngüsü olduğunu düşünüyorum. Jane Eyre’yi haksızca eleştiren tutucular gibi sen de ön yargıyla yaklaşıyorsun tek başına Victoria Çağı’nın tüm tabularını iki anlatıcı kullanarak kaleme aldığı Rüzgârlı Tepeler’le yıkan kadın yazara. Bazı edebiyat ve tarih eleştirmenleri hangi çağda yaşarlarsa yaşasınlar çağının sınırlarını aşan yapıtlara haksızlık etmeyi seviyorlar. Emily’nin sıra dışı yapıtına haksızlık etmekle övünenleri haklı çıkarırcasına sen de eseri bir başyapıt olarak algılamadığın gibi, yapıtın ikinci baskısının yapılmasına da şaşıyorsun. Ömrünü kilise mezarlığına bitişik bir taş binada geçiren bir bayanın yazdığı romanla geleneksel İngiliz roman anlayışını yerle bir etmesine ve erkek ruhunun derinliklerinde kulaç atarken kimseden korkmamasına senin de alışık olmadığını anlıyorum. Ahlak törelerinin altın çağını yaşadığı İngiltere’de, kadına ve kadınlığa biçilen rolle alay ediyor Catherine ile Heathcliff ’e yaşattığı çılgın aşkla. Heathcliff ’le sınıf sorununa Catherine ile de Victoria burjuvasına duyulan özleme değiniyor yazar. Catherine, babasının on yaşında sokakta bulup evlerine getirdiği çocukluk aşkı Heathcliff ’in aşkını Victoria burjuvasının bir üyesi olmak için evlendiği Edgar Linton’a tercih ediyor. Senin karakterlerinin aksine Emily’nin başkarakterleri aksiyon filmine konu olacak kadar ani değişimler sergileyen serüvenci ruhlara sahip. Catherine ağır başlı İngiliz kadınlarının aksine eşine tokat atan, toplum normlarını değil kendi doğrularını referans alıyor. İnsan ruhuyla doğa ruhunu incelemeyi yaşama nedeni sayan yazar Tanrısever olmaktan çok doğasever biri. Aşk ve intikam hırsının bir insana neler yaptıracağını anlatan ve kendinden başka hiçbir görüşü referans almayan Emily’nin İngiliz romanında birçok ilklere de öncülük ettiğini düşünüyorum. Yazar dehasını romanında sıra dışı gelişen olayları, uç duyguları, uç tutkuları uç hırsları ve uç kıskançlıkları Nelly gibi ağır başlı İngiliz hanımefendisi aracılığıyla anlatıyor ki, okuyucu kendi gerçeğinde uçuk kaçık algılanmasın hem yapıttaki olay örgüsünü hem de yazarın düş düşünü. “Bedriye, yazık ki, insan en çok sevdiği insanın duygu ve düşünce dünyasının derinliğini algılayamıyor. “Canım, insanlara adlarıyla, duygulara da anlamlarıyla hitap ediyoruz. Her duygu kendi içinde birçok anlama bölünüyor ama bölündüğü her anlam asaletini bir başka duyguya kaptırmadan kendi yarasını sarıyor özünde. “Sevgili yazarım, kahramanın Eyre’nin yaşadıkları ile yaşadıklarının karşısındaki duruşunu nasıl yorumluyorsun?” “Gülünce gözlerinin içi gülen Bedriye, sorunla topu bana atıyorsun. Jane’nin zengin dedesi fakir babasıyla evlendiği için mirasından mahrum bırakıyor annesini. Çocuk yaşta anne ve babasını kaybeden Eyre’nin bakımını hâkim olan dayısı kötü karısına rağmen üstleniyor. Dayısı ölüyor. Yaşadığı lüks evde sığıntı olan kız kendisine yapılan haksızlık ve aşağılıklara on yaşına gelince dayanma gücünü yitiriyor. Yengesi kızdan kurtulmak için verem salgının hortladığı bir dönemde hayırseverlerin katkılarıyla kurulan Lowood Okulu’na yaz tatillerini de geçirmek üzere gönderiyor kızı. Amacı sade giyinmek, sade davranmak ve ihtiyacı basite indirgeyerek yılmak bilmeyen çalışkan bir irade yaratmak olan okulda insanlık dışı koşullar yüzünden veremden ölen öğrencilerin sayısı her geçen gün artıyor. Senin de bildiğin gibi kişiliğe dalında açan bir gülü koparır gibi değil ancak bedel ödeyerek sahip oluyor insan. Yengesi okulunun yöneticisi olan acımasız Broclehurst’ye kızın içinde barındırdığı şeytan yüzünden kötü ahlaklı ve yalancı olduğunu söylüyor. Büyümenin de yaşadıklarının karşısındaki duruşun da ne yaşının ne de zamanının olmadığını “Yalancı olsaydım seni sevdiğimi söylerdim” diyen Eyre kanıtlıyor. Merhametle asaletin Tanrı’nın yeryüzünü cennete çevirmesi için görevlendirdiği çok az insana bahşettiği bir lütuf olduğunu düşünüyorum. On yaşındaki bir kızın yengesine ayrılmadan önce söylediklerini gerçek dışı bulanlara hak veriyorum ama ben acı ve dışlanmışlığın doyuma ulaştığı yüreklerde nasıl bir cesaretin hüküm sürdüğünü biliyorum. Okulda tanıştığı Helen aynı zamanda bilge de. Eyre de dostu Helen sayesinde haklılığını insanlara kabul ettirmenin de bilgelik gerektirdiğini; insanı, kendi acılarının değil; kendisinin yüzünden başkalarının çektiği acıların alçalttığını öğreniyor. Ben de yapıtımın sende neleri çağrıştırdığını öğrenmek istiyorum Bedriyeciğim. “Canım, yapıtında hem kahramanın hem de okuyucu olay örgüsünün merkezinde. Okuyucuyla kahramanını eşitleyerek okuyucuyu sanat eleştirmeni yaptığını düşünüyorum. Yapıtınla insanı yaşadıklarının yüreklendirdiğini bana kanıtladığın için teşekkür ediyorum sana. Sanatçı ruhun kendin gibi hayatlara ayna tutmak için dünyaya geldiğine seni inandırmakta haklı. Eyre, kendisinin yargılayanları ne yargılıyor ne de suçluyor zamanla. Acılar karşısındaki asil duruşuyla yürek dolduruyor. Hayatı yönlendiren ve yöneten dengelere benziyor insanın acılarıyla kurduğu ilişki de. Gururlu/ onurlu ve naif ruhlu insanlar sığıntı olarak lüks evlerde yaşamaktansa Lowood gibi okullarda yaşamayı tercih ediyor Jane gibi. Acılar insan direncini keskinleştirdiği sürece insan bilincini geliştireceği gerçeğini kavradığından en ağır acıları duygusallaştırmayıp melodrama kaçmadan olduğu gibi anlatıyorsun; bu yüzden de, hakiki acılar uğruna ödenen hakiki bedellerin hiçbiri pazarlanmıyor yapıtında. Kahramanımız sevgilisiyle süslü giysiler içerisinde Victoria Çağı’nın balo salonlarında çalan romantik müzik eşliğinde dans ederek değil bir taşra kasabasının dar patika yolunda atından düşerken tanışıyor. Beyaz atlı prensimiz Victoria Çağı’nın kibar erkeklerinden olmadığı için kendisine yardım eden genç kıza da kaba davranıyor. Jane, âşık olduğu erkeği ilkin diri diri yanmaktan kurtarıyor sonra da ayrıldığı sevgilisine kör olduğu ve bir elini kaybettiği için hayata küstüğü bir anda geri dönüp onunla evlenerek erkeğini hayata döndüren yaşam iksiri oluyor. Kadının erkeği yanmaktan kurtardığı gece sevgililerin birbirilerine duygusal olarak yaklaşmaları ilişkilerinin cinsellikten öte ruh ortaklığı üzerinde kurduklarını belgeliyor. Bu yüzden adamın gururu sevdiği kadına can borcu olmasından dolayı rahatsız olmuyor. O ana tanıklık eden okuyucu yarım bir ruhun bir anda nasıl tam bir ruha dönüştüğüne de tanık oluyor. Kızımız, bekâr olduğunu bildiği patronuna âşık olduğu ve patronunun da kendisine âşık olduğunu düşündüğü için kendisini aptal gibi hissediyor; çünkü patronu bekâr da olsa bu aşk umutsuz bir aşktır; her şeyden önce konumları eşit değildir aşkları eşit olsa bile. Yapıtı gerçekçi kılan başat öğelerden birisi de erkeğin sevdiği kadının kendisini sevip sevmediğinden emin olmak için insan aklını hayrete düşüren zekice düşünülmüş tuzaklar kurması. Malikâne sahibinin kurduğu tuzaklar sayesinde kıskanç ve deneyimli bir erkeğin aşkın genetiğiyle nasıl oynadığını görüyoruz. Aşkta duygular kadar deneyimin ille de entrikanın ne denli önemli olduğu gerçeğini de kanıksıyoruz. Beyaz atlı prensimizin entrikası konumu ve serveti kendisine yakışan güzeller güzeli bekâr Blanche Ingram’ın malikâneye gelmesiyle başlıyor. Ingram’ın varlığıyla değişen olay örgüsü yapıta hem heyecan hem de gerilim katıyor. Hırçın erkeğin doğası ile hırçın aşkın doğası arasındaki benzerlik insanı şaşırtacak değin gerçekçidir. Adam; Lowood’da kalmayıp ilan vererek evlatlık edindiği Adel’i eğitmek için Thornfield malikânesine geldiğine pişman ediyor kızı; çünkü efendisi Blanche’la evlendiğinde başka öğrencileri eğitmek için İrlanda’ya gitmesi gerektiğini söylüyor kıza. Gururlu namuslu ve ketum olan genç kız deneyimli sevgilisinin kendisine kurduğu duygusal tuzağa daha fazla dayanamadığı için aşkını adama itiraf etmesi okuru şaşırttığı gibi kahramanımızı da şaşırtıyor. Kızın aşkını kendisine itiraf etmesiyle birlikte onu terk edeceğini anlayan Rochester’ın da zaferi karşısında hem gözleri kamaşıyor hem de evli olmasına karşın katı bir din/ ahlak ve edep duygusuyla yetişen sevgilisine- evlilik dışında sahip olamayacağını bildiği için evlenme teklif ediyor. Zengin erkeğin acıları ile kızınkiyle aynı ayar olması şaşırtmıyor okuru. Kilisede evli olduğu ortaya çıktığı için gerçekleşmeyen nikâhın akabinde adam, sevgilisini kendi metresi yapmadan başka bir ülkedeki villasında birlikte yaşamayı öneriyor kıza. Kız, sevgilisinin birlikte yaşama teklifini aklını ve vicdanını huzura kavuşturmak için kabul etmediği gibi sevgilisini de terk ediyor. Bir kadının nasıl yaşaması gerektiğine toplumun değil; sadece kendisinin karar vermesi gerektiğini hem bir kadına itiraf ettirerek İngiliz ahlak tabularını altına üstüne getiriyorsun hem de toplumun benimsediği törelere uymanın da ahlakla ilişkisinin olmadığı gerçeğini aydın bir öğretmene söyleterek cesaretinin sınırsızlığını kanıtlıyorsun. “Sevgili Bedriye yapıtı Jane’nin biyografisi olmaktan öte gerçekçi buluyor musun?” “Canım, kahramanımız sevgilisini terk ettiği andan itibaren yapıtın gerçekçilikle bağını kopardığını düşünüyorum. Jane’nin kendi doğrularını [toplumsal doğruları kast etmiyorum] sahiplenerek metres olmamak için sevdiği erkeği terk etmesini doğru buluyorum ama onun malikâneden ayrıldıktan sonraki hayatında gelişen tesadüfl eri gerçekçi bulmuyorum. Duygular ve düşünceler oldukça gerçekçi kişilerinin hepsi de doğal oldukları kadar canlı olduğu yapıtında Jane’nin malikâneden ayrıldıktan sonra gereksiz ayrıntılara girerek yapıtı uzattığını düşünüyorum.”
“Gelişen olay örgüsü içinde hangi rastlantıları gerçekçi bulmuyorsun?” “Canım, Jane, cebindeki yirmi şilinle önüne çıkan ilk posta arabasına biniyor. Th ornfield’den ne kasaba ne de köy olduğu belli olmayan etrafı dağlarla çevrili bir yer olan Whitcross’a gidiyor. Günlerce nereye gittiğini bilmeden dolaşıp durduktan sonra varlıklarından haberdar olmadığı kuzenlerinin kapısını çalıyor yağmurlu bir havada açlıktan ölmek üzereyken. Bir yılda üç kuzene bir de büyük bir servete de kavuşuyor. Parayı kuzenleriyle paylaşan Eyre, Papaz kuzeni St. John Rivers’ın Hıristiyanlığı dünyaya birlikte yaymak için ettiği evlilik teklifini kabul edeceğin anda sevgilisinin onu çağırdığını duyuyor ve sevgilisinin çağrısına kulak verip otuz altı saat süren bir yolculuk sonucunda Th ornfield’e varıyor ve sevgilisiyle arasına giren kadının çıkardığı felakette öldüğünü, sevgilisinin de bir eli ile görme duyusunu yitirdiğini öğreniyor. Sevdiği adamla evleniyor on yıl içinde eşinin bir gözü açılıyor mutlulukları da bir çocukla taçlanıyor. Yapıtın bir bölümünü ne kadar gerçekçi buluyorsam ikinci bölümünü de o kadar hayalci buluyorum. “Bedriyeciğim, konuyu değiştirip soruyorum sana: Yapıtı diğer yapıtlardan ayıran en belirgin özelliği nedir sana göre?” “Aşk olgusu elbette. Sevgili Bronte, o dönemde bir kadın yazarın tek başına - aşkı roman yazma konusu olarak ele alma cesareti kadar yürekliliği de her tür övgüyü hak ediyor. Çağının çarpık toplumsal işleyişini vermen kadar kadınlara ve kadınlığa biçilen ideal rolü de aşağılıyorsun Eyre, aracılığıyla. Kız, zengin sevgilisiyle nişanlıyken mirasını kendisine bırakmak isteyen amcasına mektup yazarak mirası almak istiyor; çünkü evlendiğinde kocasından para istemeyi onur kırıcı buluyor. Duygu ve düşünceleri gibi ekonomik olarak da ruhsal özgürlüğünü tam bir özgürlüğe dönüştürmek istiyor. Elmas/ pırlanta ve gösterişe sırtını dönerek toplumun kadına mal ettiği kadınlık beklentilerinin her kadının çıplak gerçeği olmadığını kanıtlıyor.
“Yapıtın diğer özellikleri nedir sana göre?” “Yapıtın beni etkileyen en belirgin özelliği soyluluğa getirdiğin farklı bakış açısı. Soylu Rochester/Ingram ve Mrs. Reed ailelerini ele almak istiyorum. Rochester’ın babası servet uğruna deli bir kadınla evlendirdiği oğlunun evliliğini aile şerefini korumak için gizli tutuyor. Öte yanda Blanche’ın annesi babasının servetinden kız olduğu için yaralanamayan kızını Edward’a yamamaya çalışıyor. Mrs. Reed’in iki kızı ve oğlunun hem anneleriyle hem de birbirleriyle olan ilişkilerinde paranın belirleyici olması da yürek burkuyor. Buna karşı hayatı yoksulluk içinde geçmiş taşralı bir öğretmenin amcasından kalan mirasa değil de üç kuzeni olduğuna sevinmesi ve hiçbir mecburiyeti olmadığı halde mirası kuzenleriyle paylaşması soyluluğu para ve sıfatların değil; soylu duygu ve düşüncelerin belirleyeceğini kanıtlıyor. “Sevgili Bedriye, Eyre’nin birey olma ayrıcalığına ulaştığını düşünüyor musun?” “Düşünmüyorum. Birey olma bilincini takdir ediyorum. İnsanı önce kendisine sonra topluma tanıtan ve tamamlayan önceliklerin beni büyülüyor. Senin sayende hayatının her kesitine tanıklık ediyorum onun. Böyle bir tanıklık yaşadıklarının karşısındaki duruşuyla sınanmış bir insanın kişiliği hakkında yorum yapma hakkına veriyor bana. Yoksulluktan zenginliğe, ailesizlikten aileye, sevgisizlikten aşığının sevgisiyle doyuma ulaşmışlığıyla sınanmış bir ruhun birey bilincini sorgulayabilir miyim? Kahramanın hiç sevilmediği ve takdir edilmediği halde özgüveni zinde olan biri. Sorunlarına çözüm aradığı gibi kendini geliştirmek için dünyayı gezip görmek de istiyor. Ben birey olma konusunda senden bana şu soruyu sormanı bekliyordum: “St. John Rivers ile Eyre’nin birey olma bilinci arasındaki farktan da öte farkındalık nedir? Burada soluk almak istiyorum senin dehan karşısında.19. yüzyıl misyoner İngiltere’sinin birey olma anlayışı Tanrı’sı için doğan/ Tanrısı için yaşayan ve Tanrı için ölen insan olmaya tekabül ediyor. St. John Rivers’te bu lütfe erişmek için âşık olduğu ve kendisine de âşık olan kadının aşkına sırtını dönüyor. Misyonerlik idealine ulaşmak için kardeşi gibi sevdiği kuzeniyle evlenmek istiyor. Eyre, katı bir Hıristiyan olmasına karşı misyoner karısı olmayı âşık olduğu kör adamın karısı olmaya tercih ediyor. Bu anlamıyla kendisi olmayan bir insanın Tanrı’sının da olamayacağını birey olduğu için farkına varıyor. Eyre, Tanrı’nın öğretisini kendi öğretisiyle eşitlediği için yargılıyor yapıtı tutucular. Aşk kadar din olgusu da gerçekçi bir bakış açısıyla sorgulanıyor. Beşeri duyguların ilahi duygular kadar insan ruhu için gerekli olduğunun altı çiziliyor. Tanrı’ya giden yolun aşktan geçtiği gerçeği vurgulanarak insanın inandıkları ile yaşadıkları arasındaki farklılığın kalp atışlarını duyuyor okuyucu. İç diyalog aracılığıyla insan ruhunu hallaç pamuğuna çevirebilme yetkinliğinin beni sarstığını belirtmek istiyorum.” “Yapıttaki ruhsal çözümlemelerin hangilerinin seni sarstığını bilmek istediğim kadar yapıtı gününüzde geçerli kılan özelliklerini de bilmek istiyorum Bedriye.” “Canım, bir erkeğin, sevgilisi ile konuşurken yüzündeki mimiklerinden duygularını, davranışlarından ise o anki ruh durumunu analiz etmesi, ekonomi ile sınıf farkının ayırdığı iki kalbi; kafaları ve sinirleriyle kurduğu ilişkinin birleştirmesi ve de erkeğin falcı kılığına girip sevgilisinin fiziğine yansıyan kişiliğini tüm çıplaklığıyla sergilemesi beni sarsıyor. Yapıtı bir insanın duygu gelişimine, inançlarını sahiplenişine erdemi ve ahlakı aşktan da öte; tüm değerlerin üstünde tutuyor olmasının ölümsüzleştirdiğini düşünüyorum. Hayata/ hayatına anlam katma ayrıcalığının cinsiyetinin olmadığı ile insan beyninin okumanın/ öğretmenin dışında da yeni heyecanlara ihtiyacı olduğu anımsatılarak kadınların da dünyaya sadece evini temizlemekle çocuk doğurmak için gelmediği gerçeğinin vurgulanması da yapıta değer katıyor.” “Bedriyecik; bu akşam susmanı istemiyorum. Zengin Bay Rochester’la yoksul/içine kapanık Eyre’nin ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsun?”
“İhanet ile hayal kırıklığının her türünü yaşayan ve yaşa(ya) madıklarına duyumsadığı özlemin bilge yaptığı bir erkeğin ruhu üzerinde konuştuğumun farkındayım. Prensimiz bilindiği gibi ailesi tarafından hayal kırıklığına uğramış, yanlış bir evlilik yaparak hayatını mahvetmiş, servetine de ilahi adalet tecelli ettiği için sahip olmuş biri. Kirli vicdanı ile günahla kararmış ruhundan dolayı mutsuz olan erkek, yaşadıklarını niçin yaşadığını bilecek bir birikime de sahip. Gerçekçi olduğu kadar da kendisini yakışıklı yapan şeyin sahip olduğu serveti olduğunu bilecek değin kendisiyle barışık biri. Erkeği uğradığı haksızlıklarla yaşadığı mutsuzluklar sert ve insanlara katlanamayan birisi yapıyor onu. Erkek kaybettiklerini Eyre aracılığıyla yeniden kazanacağını bildiği için, sevgilisini ölümsüz kılan değerleri kendi içinde tutku haline getiriyor. İçinin dengeleri değişen -Rochester, sevgilisini asil duygu ve hisleriyle seviyor. Deli olduğu için değil; niteliksiz olan eşi/eşinin niteliklerine sahip metresleriyle yattığından dolayı ruhunun alçalttığını Eyre sayesinde öğreniyor. “Peki, ikilinin ilişkilerinde erkeğin mi yoksa kadının mı ruhu baskın? “Mütevazı dehan kadınla erkeğin ruhunu eşitleyerek ruhlardaki cinsiyet ayrımcılığını da dışlıyor yapıtında. Ne tek başına kadını azize ne de tek başına erkeği aziz yapıyor. Hangi çağda olursa olsun namusuna gururuna ve ilkelerine sahip çıkan kadınların yanında yer alan erkeklerin yaşadığı gerçeğini anımsatarak erkeğe mal edilen negatif ayrımcılık yükünden de erkekleri kurtardığın gibi erkek ruhunu salt şehvet arayan bayağılıktan da kurtarıyorsun güzelliği fizikte değil de ruhta arayan Bay Rochester aracılığıyla. Hem evlenmeden önce sevgilinin kucağına oturarak hem de sevgilinle ruhlarınızın sevginizi eşitlediği gerçek bir ilişkiyi yaşayarak radikal bir çıkış yapıyorsun o dönemde.” “Aşkla ilk kez sevgilisi aracılığıyla tanışan Eyre’nin ayrılığı nasıl göğüslediğini düşünüyorsun? “Kahramanca göğüslediğini düşünüyorum ayrılığı da ayrılık acısını da. Onun yanındayken onu sevdiğin için ondan ayrılırken de sevgilisini özlediğin için mutlu oluyor. Bu derinliği terk ettiği sevgilisine sık sık dua ederek gökselleştiriyor kız. Onun yanındayken hem yalnızlığın özgürlüğünü yaşıyor hem de sosyal yaşamın içindeki çoğalmayı. Her iki cinsiyet de ayrılığı davranışlarla ayrı ayrı yüceltiyor yapıtta. Bir erkeğin kadınına gelin olduğunda hediye ettiği inciyi sevgilisinden ayrıldığı için boynunda taşıması benim gibi birçok okuyucu da sarstığını düşünüyorum.” “Bedriyecik, yapıtımı hangi nedenlerden dolayı feminist bulmadığını da merak ediyorum.” “Evet, birçok açıdan feminist roman olma özelliği taşımasına karşın kadını erkekle eşitlediğin için yapıtını gerçekçi buluyorum, feminist değil. Aynı haklara sahip kadınla erkeğin el ele vererek sistemin çarpıklıklarını düzeltecekleri gerçeğine vurgu yaparak toplumu yönetenleri prensip hatası ile yargı hatası yapmak arasındaki farkı anlamaya davet ediyorsun.” “Benim küçüklüğümde nasıl büyüdüğünü bilmek istiyor musun?” “Hem bilmek istiyorum hem de korkuyorum.” “Sevgili Charlotte, duygularının boş karelerini doldurduğun küçülmüşlüğümde ruhunun alfabesini tamamlayacaksın. Küçüklüğüm iyi ve kötü günlerinde elini bırakmayacak. Hatırımın yanımda olmadığı ezikliğini yaşamayacağın gibi değerlerinden dolayı da incinmeyeceksin. Küçülmüşlüğümde; doğanın evinde yaşayacak kuş ve çocuk sesleriyle uyanacaksın; hak etmediğimden daha fazla bana değer verdiğini düşünüp üzülmeyeceksin; gençliğin, sağlığın, güzelliğin ve şansın da bir ömrü olduğu gerçeğine tanıklık yapmayı sürdüreceksin; duygularımın derinliği karşısında ürpermek yazgın olacak senin…” “Sevgili Bedriye seni kendi gerçeğimde küçültmek için teşiden eğirip iğnenin deliğinden geçiriyorum. Küçülmüşlüğümde; sevildiğini bilmeye ihtiyaç duymayacaksın; sevdiğini itiraf edecek cesareti olmayanların sevdiği tarafından da sevilmeye hakkı olmadığını dünyaya haykıran kişi sen olacaksın; sevgisizliğin insansızlık; insansızlığın da dinsizlik olduğunu; insan acizliğini farkına vardığı anda gücünü de fark ettiğini; her acının kişiliğini biçimlendirdiğini; içindeki her savaşın seni kendinle barıştırdığını; sessizliğin duygularınla konuştuğunu; özgürlüğe özenerek özgürlüğünü; mutluluğa özenerek mutluluğunu; huzura özenerek huzurunu kaybetmeyeceksin… En önemlisi de küçülmüşlüğümüzün birlikteliğinde yeryüzü sevginin aşkın dostluğun ve barışın yüzü olacak… Sohbetimize ara veriyorum. Deniz ben ve sen; el ele verip gökyüzünde bizi ısrarla çağıran yıldızların dansına katılalım.”
|