GÜNAYDIN
İşe giderken yolda aklıma geldi, keçiboynuzu pekmezi alacağım. Epeydir niyetlenip ertelemiştim. Nasıl olsa önünden geçiyorum, iki dakika durup alabilirim. Dükkânın kapısı sonuna kadar açıktı.
“Günaydın” diyerek içeriye girdim.
Sessiz sedasız giriyormuş hissine kapıldığım için, ayağımı bilerek yere sürttüm. Hatta iki kez de öksürdüm. Tezgâhın arkasında biri var, sırtı bana dönük, belli ki çok meşgul. Kafasındaki ponponlu şapkasıyla çok dikkat çekiyor. Beni duymayınca ikinci kez seslenmek zorunda kaldım.
“Günaydın.”
Yine ses yok. Kulaklarının ağır işittiğini düşünerek, sesimin tonunu yükselttim.
“Günaydın.”
Sonra, bir hayat belirtisi görebilmek umuduyla beklemeye başladım. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Hafif bir kıpırdanma olunca, elinde telefon olduğunu fark ettim. Beklemekten başka seçeneğim yoktu. Kadını dürtecek değilim ya... Hoş, öyle bir çılgınlık yapmayı düşünmedim de değil. Bu arada ben işe geç kaldım tabii. Olsun, keçi gibi inatçıyımdır; keçiboynuzu pekmezi bugün alınacak! Otobüs durağında bekler gibi sessizce bekliyorum. Sonunda kadın yavaşça kapıya doğru döndü. Kulaklığını çıkartıp, telefonuyla birlikte usulca bankoya bıraktı. O da ne? Ponponlu şapkasından dolayı fark etmemişim, kadın değilmiş... Sakalını sıvazlayıp mırıldanır gibi söylendi:
“Bu gidişle keçileri kaçıracağım...”
Nasıl şaşkınım anlatamam. O şaşkınlıkla ben de mırıldandım:
“Ben de kaçıracağım...”
Şu telefonun bağımlısı olmuşuz. Hırsızı var, uğursuzu var. Kapıyı ardına kadar açık bırakmış, on dakikadır telefonla konuşuyor. Ah teknoloji ah! Keçiboynuzu pekmezi on dakikamı yedi. Üstelik, keçiboynuzu pekmezi almadan dükkandan çıkmışım...
|