YEDİK ONU BİZ
İnsan, doğal olan bir güzelliği neden çirkinleştirmek için çaba harcar ki?
Sapanca'ya en son, beş altı sene önce gelmiştim. Bu sefer yanımda ablam ve aile dostumuz Ayla abla vardı. Yıllardır, onları buraya getirmek istediğim halde ancak şimdi kısmet oldu. Bangır bangır bir müzik, daha doğrusu kulakları sağır eden gürültü karşıladı bizi. Oysa, sabah saat on. Sanki göl kenarında değil ve diskodayız. Nerede o kuş sesleri? Göl kenarında yüzen karabataklar ve yemyeşil çimenler. Papatyalar... Mevsim kış, papatya olmaz tabi. İlkbaharda da olmaz yapay çimende! Ben de bir hüsran ve şaşkınlık... Hatta mahcubiyet... "Hadi, başka bir yere gidelim; burayı sevmedim" dedim. "Yıllardır anlata anlata bitiremediğin yer burası değil mi, oturalım" dediler. Nasıl anlatayım? Yani, burası ama değil. Tanıyamadım burayı, her şey yabancı. Çıktık... Yandaki diğer mekanlara baktık. Hemen hemen hepsi aynı. Daha arayacak güç yok. Yorgun ve açız! Mecburen bir tanesinde karar kıldık. Öncekine göre daha az gürültü, bir tık daha az manzara. Onlar göl manzarası diyor, ben baraka. Çünkü tüm mekanlar, kıyıdan göle doğru demirden çirkin bir köprü yapmış. Köprünün sonuna, gölün ortasına doğru baraka şeklince ucube bir kapalı alan yaratıp içine de masaları atmışlar. Orayı boş bulabilirsen biraz göl görme şansın var. Yoksa, kıyıda attıkları masalardan ya çamur yığınını ya da ancak barakayı seyredersin. Bu ucube binalardan ve gürültüden oluşan tesislerin tek güzel yanı, çalışan gençler. Çalışkan, güler yüzlü ve nazikler. Onun dışında bizce, başka bir artısı yok.
Bir şeyler atıştırdıktan sonra hızlıca oradan kaçmak istiyoruz. Eskiden gölü gören, halka açık bir yol vardı. Yürü yürü yol yok... Yer yarılmış yerin içine girmiş. Belki de göl, ham yapıp yolu yemiş bitirmiş. Yan yana yüksek duvarlar ören mekanlar, çirkin ucube yapılar, inşaatlar.
Belli ki yenileri de geliyor ama nereye? Kıyı da kalmamış ki. Bildiğim gezdiğim her yer, ya değişmiş ya yok olmuş. Çaresiz geri dönüyoruz. Mahcubiyetim had safhada. Başım öne düşmüş. Benim sözüme bakıp merakla koşarak geldiler buraya. Bakına bakına yürürken nihayet salaş bir yer fark ediyoruz. Geniş çimenlik alanına tahta masaları atmışlar. Tahta masaların sağ tarafında tahta bir köprü. Manzarayı kapatmayan mütevazi, manzarayla bütünleşmiş göl ayaklarımızın altında. Karabataklar neşeyle güven içinde batıp çıkıyorlar. Martılar özgür uçuşunda. Önce çay söylüyoruz sonra kahve. "Bu pahalılıkta keyif sende" diyenleri dışarıya alayım... Benim keyfim bana, senin keyfin sana. Burayı çok sevdik. O kadar sıcak ve bizden ki burası. Huzur sakinlik ve dinginlik... Otururken öğreniyoruz, bir aile işletiyor burayı. Küçük çocukları var, mutlu mutlu oynuyorlar çimenlerde. Aile süs kabakları yetiştirip onları bir güzel oymuş, çizmiş, boyamış. Keşke ilk burayı bulsaydık. Kahvaltımızı da burada ederdik. Ancak yiyecek bir şey yokmuş burada, sadece çay ve kahve. İsteyenler kahvaltılarını evden getiriyorlarmış. Küçük bir masa parası veriliyormuş. Vaktimiz kısıtlı olduğu için ayrılıyoruz huzuru bulduğumuz yerden. İşletmecisine sıkı sıkı tembihliyorum. "Sakın değiştirmeyin, ne olur hep böyle kalsın."
Şimdi sırada Maşukiye alabalık tesisleri var. Yola koyuluyoruz. Tesise vardığımız zaman ben orayı da tanıyamıyorum. Eskiden burada da salaş kafeler restoranlar çoğunluktaydı. Üzülüyorum. Huyum kurusun sevince de üzüntüye de hep bir neden buluyorum. O güzelim çay bahçelerinin mekanlarının masalarının kenarlarından gürül gürül akıp çağlayan köpüren sular yok. Ta tepeye kadar çıkıyoruz yok. Neredeyse hepsi elit mekân olmuş, sular kurumuş. Pes etmek yok o su sesini duymadan şuradan şuraya gitmem!
Sonunda, yanında su akan tam bize göre bir mekân buluyoruz. Söylemesi ayıptır, kiremitte balık söylüyoruz. Eskiden balık sevmezdim. Yıllar önce Maşukiye’de yediğim alabalıktan sonra balık sevdiğimi anladım. Balıklarımız geldi... O da ne? Balık mı yedim, menemen mi yoksa mantarlı domatesli bir yemek mi bilemedim. Bari buna dokunmasaydınız da, güzel olan şeyler aklımda kalsaydı. Birkaç yıl sonra gölün kalan kısmını, balığı, azalan o suyu da bulamayabiliriz. Bu yolculukta kalbimde çiçek açmasını sağlayan iki güzel kadına ve sözde değil özde sloganlarıyla (Biz Bir Aileyiz) bizi götüren tur şirketine teşekkür ederim. “Paylaşmak güzeldir” diye boşuna söylememişler.
|