ISSN 1308-8483
Beyaz Eşya, Beyaz Saç, Beyaz Oy / Nilgün ÖZARAR
Nilgün ÖZARAR    
  Yayın Tarihi: 29.3.2009    


Beyaz Eşya, Beyaz Saç, Beyaz Oy

Yerel Seçimlerin getirdiği yeni propaganda marifetlerden bir tanesi de biliyorsunuz beyaz eşya dağıtmak.
Aferin bunlara! Evinde suyu elektriği olmayan gariban köylüye, utanmadan bunu da yaptılar.
Bu sıralarda İstanbul’da oturan ve evini taşımak zorunda olan arkadaşım telefonda bas bas bağırıyordu “Ulan tam zamanını mı buldu! Evdeki bütün beyaz eşyalarım sırasıyla hurdaya çıktı, aklımı kaçıracağım, arka arkaya bozuldu meretler. Elde yok avuçta yok nasıl alırım şimdi ben yenisini?”
Ben de “Sıkma canını hazır evi taşıyorsun gel sen Tunceli’ye taşın bak kampanya var sana da gelir” dedim küfredip telefonu suratıma kapattı.

Canım o benim hiç alınmadım, dalga geçtiğimi sandı oysa ben ciddi söylemiştim. Sonra düşünmeye başladım aslında bu beyaz eşyalarımızın bizi terk etmeye başlaması, hayatımızın bir döneminin kapandığının ciddi işaretlerinden biridir.
Ne saçlarımıza düşen beyazlar, ne de yüzümüze her gün bir başkasının eklendiği kırışıklarımız, hiç biri değil, esas yaşlandığımızı eşyalarımız bizi terk etmeye başladığı zaman anlarız.
Saçlarınızı boyayarak sizi rahatsız eden bu sevimsiz beyazlardan kurtulabilirsiniz, saç aynı saçtır ama rengine siz karar verebilirsiniz.
Yüzünüzdeki çizgilerden kurtulabilirsiniz, sağ olsun estetik cerrahlar sizin emrinizdedir, tabi ki cebinizde paranız varsa! Biraz müdahale ile aynı insana biraz farklı da olsa da bakarsınız aynada.

Ama beyaz eşyalarımız, onlar eskidikleri için değil, artık çalışacak takatleri kalmadığı için sizi terk etmeye başlar. Bir anlamda bu onların ölümüdür ve siz onları bir hurdacıya vererek sonsuz yolculuğa uğurlarsınız.
Onlardan ayrılmak aynı dostlarınızdan çok sevdiğiniz insanlarınızdan ölüm acısıyla ayrılmak gibidir ve içinizi acıtır. Neden mi?
Çünkü buzdolabımız, çamaşır makinemiz, fırınımız bizimle birlikte uzunca bir hayatı yaşamışlardır. Teknolojinin hızla ilerlediği çağımızda halen iş görüyorsa eski makinelerime sıkı sıkıya yapışmışımdır. Evimize ilk giren çamaşır makinelerini hatırlayanınız mutlaka vardır, özelliklede benim kuşağımdaysanız, yani şu sıralar ellili yaşları sürüyorsanız.

Ortasında siyah merdanesi olan bu makineye çeşmeye bağladığınız hortumla su doldurur, içine sırayla attığınız çamaşırları önce deterjanla (deterjan hayatımıza girmeden beyaz sabunu rendeler onları naylon çoraba doldurur makineye atardık) yıkar sonra durulama için makineyi boşaltır, tekrar tekrar doldururduk. Ne macera değil mi? Şaka gibi, akşamı bulurduk valla….
Benim makinemin siyah merdanesi sürekli yukarı çıkardı, banyoda duran keserin tersiyle vururdum, yerine oturur bir süre sonra yine fırlardı, eğer yer düzgün değilse sallantıyla harekete geçer, ben o sırada orada değilsem aklına estiği yöne gider orada çalışırdı. Bir seferinde kapının arkasına kaçmış kapıyı da kapattığından ben dışarıda o içerde kalmıştı.
Çocuklar sürekli ayağımın altında olduğundan bir yandan onları kollamak durumunda kalırdım. Sıkma merdanesi başlı başına bir belaydı, parmaklarınızı kaptırabilirdiniz! Çocuklar ben çamaşırı sıkarken çok eğlenirdi, bir taraftan verirsiniz öbür taraftan sıkılmış çıkar, tabi bu arada düğme vs ne verdiyse hepsi kırılır o başka, ucunu tutmazsanız döner dolanır. Bir ucunu tutarken de çocuklar hem çok eğlenir hem de paylaşmayı öğrenirdi.
Yani sizin anlayacağınız çoluk çocuk hep birlikte yıkardık çamaşırı. O emektar makinemde yıkanan çamaşırlarla büyüttüm onları, o gördü onların nasıl büyüdüğünü, o gördü onların üstünü başını nasıl kirlettiğini…

Sonra 16 yıllık emektar fırınım terk etti beni. Yıllarca birlikte onunla ne güzel günler geçirmiştim. Çocuklarım küçükken okuldan çıkış saatlerine yakın fırına attığım kekin mis gibi kokusunu ta bahçe kapısında duyarlar, çığlık atarak içeri girerlerdi. Onların sevinmesinde payı vardı, yaş günlerinde donattığım sofranın kurabiyeleri, börekleri onun eseriydi. Verdiğim yemek davetlerinin baş mimarı onun pişirme marifetiydi, ama sofrada övünen ben olurdum.Acı tatlı anılarımızın yaşandığı evimizde ağzımızın tadında tuzunda hep o vardı….
En son benimle yıllarını geçirmiş buzdolabım terk etti beni.
Yıllar ne çabuk geçmişti, kapısının girintili koluna boyu yetişmediğinden içindeki dondurmayı alamadığı için önünde oturup ağlayan küçük kızımı hatırlıyorum. Su şişelerinin içindeki suyu içip içip doldurmadan yerine koyan eski kocamı da o tanıyordu. Kapısını hızla çarpmazsan açık kaldığından ve bunu da sürekli ben fark ettiğimden, ciyak ciyak bağıran genç kadını hatırlıyorum.
Bulaşık makinesinden bahsetmek istemiyorum, o hayatımıza girmeden daha renkliydi hayatım, kızlar büyümüştü ve evde bulaşığı kimin yıkayacağı kavgası vardı. Kısa çöpü çeken yarışmasını nedense hep ben kazanıyordum.
Bir gün hile yaptıklarını anlamıştım, önce bana çektiriyorlardı ve hepsi kısaydı, diğerlerine bakmak nedense aklımım ucundan geçmemişti. Ama güzeldi be…. Bir evin içinde hep beraberdik, gittiler çok uzaktalar şimdi, kendi düzenlerini kurdular. Belki bulaşık yıkamıyorlar makineleri var, belki de yemek bile yapamıyorlardır zamanları yoktur. Belki de çalışmaktan yaşamaya bile zamanları kalmıyordur!
Ama teknoloji şimdi onların yanında, her şeyin otomatiği bitti, şimdi akıllısı var.
Rahmetli anneannem güzel bir şey yapıp ortaya koyduğumda hafiften burnunu kıvırıp “Alet işler, el övünür” derdi. Ben de şimdi aynısını onlara söylüyorum.

Hadi ben onlara söylüyorum da bu Tunceli’de dağıtılmış olan beyaz eşyalar çalışacak elektrik, yıkayacak su bulamadığında, kocamış Fatma nine bir göz odada dönecek yer kalmadığından bu aletlerin önünden her geçişinde
“Alat işler el övünür de… ha bu poh yiyen partilerin bize sokuşturduğu bu alatlar çalışmay ki, ne pohumla övünecek bu kitapsızlar” demeyecek mi?


Nilgün ÖZARAR

nilgun.ozarar@gmail.com


1753










   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)