Geçmişe Dönüp Bakmak / Erol ÇINAR
Erol ÇINAR

Erol ÇINAR

Geçmişe Dönüp Bakmak



Bir Arap sözü “erken kalk, esenliÄŸe erersin” dediÄŸi için deÄŸil, ama Nisan ayının getirdiÄŸi yaz havası yatağımı baÅŸtan baÅŸa kapladığı, sere serpe uzanıp uyumama engel olduÄŸu için sabahın altısında kendimi ayakta buldum. Yataktan kalkıp, uyku sersemliÄŸiyle yüzüme su çarpmak için zar zor lavaboya gittim. SoÄŸuk su etkisini hemen gösterdi, uykunun getirdiÄŸi mahmurluk yerini canlılığa bıraktı. Başımı kaldırdım, aynaya bakacak oldum. Bir de ne göreyim?. GençleÅŸmiÅŸtim, en az 30 sene öncesinin yüzü karşımda. Saçlarım daha gür, akların yerinde ise siyahlar mevcut. Elmacık kemiklerim hafifçe çıkık, zayıfça bir yüze sahibim. Ayna karşısında zamanın dışında bir zamanda buldum kendimi. Neye uÄŸradığımı bilemedim. ÅžaÅŸkınlık içindeyim. Aklıma Odisseus Elitis’in bir dizesi geliyor. Bana seslenir gibi;

”Ben bugün dünkü ben deÄŸilim”

Dönüp bakmak geriye. Bazen bir anlığına da olsa geçmiÅŸ günlere dalıp gitmek. Anılar sökün eder iÅŸte o zaman. ”Anılar ne istersiniz benden” demiÅŸ ÅŸair. Haklı bu soruyu sormakta. Anısız yaÅŸanır mı?. YaÅŸamın kendisi anıdır. Dün geçti, bugün geldi, yarın gelecek. Bir geçmiÅŸin tortularıdır anılar. Onlara bakarken arkasında neler var diye düşünmeli, yalnız görüntülerle, yaÅŸananlarla yetinilmemeli aslında. Neler yok ki geçmiÅŸte. Acılar, bunalımlar, kırgınlıklar, piÅŸmanlıklar. Ne de çoktur bunlar. Bazen de mutlu anlar, sevinçli dakikalar vardır.

Anılarım oradan oraya atlıyor. Yıllarca önceye, yıllarca sonraya. Okuldan çıkmışız. İçimizden biri, kimdi hatırlamıyorum, belki Tansel, belki de Ali. “Bu havada ne güzel film seyredilir” diyor. Sanki herkes bu teklifi bekliyormuÅŸ gibi bir anda kendimizi Melek sinemasının önünde buluyoruz. Tarihi bir Türk filmi oynuyor. GiÅŸenin önü kalabalık. Zar zor bilet alıp içeri giriyoruz. O zaman siyaset, saÄŸ sol nedir bilmiyoruz. Filmin ortalarına doÄŸru fondaki bir türkü salonun sessizliÄŸini bozmaya yetiyor. Biz daha ne olduÄŸunu anlamadan sloganlar atılmaya baÅŸlandı bile. Ardından ışıklar yandı. Güzelim renk renk afiÅŸlerin asılı bulunduÄŸu antreden geçip, sinemanın arka sokağına açılan iki kanatlı kapısından kendimizi zar zor dışarı atıyoruz. Bugün Melek sinemasının yerinde düğün salonu var. Zaten, eskisi gibi filmlerde siyasi slogan da atılmıyor.

Yine Ankara. Türkiye’de körleÅŸme yılları. Birçok ÅŸeyin kötürümleÅŸtiÄŸi günler. Kırım ve kıyımın her köşe başında pusu kurduÄŸu zamanlar. Yıllardan 1980 falan. Tam da 12 Eylül darbesi öncesi. Herkes birbirini kuÅŸkuyla süzüyor, kardeÅŸ kardeÅŸi vuruyor, korku dört bir yanı kol geziyordu. Sözüm ona sonbahar gelmiÅŸti, ama hava sıcak mı sıcaktı. AkÅŸamüstü saatleri. Sokakta üç arkadaÅŸ ayaküstü sohbet ediyoruz. Tam bu anda sokağın alt kısmından koltuÄŸu altında ders kitapları ile bir genç köşeyi döndü. Üzerinde siyah bir takım vardı. Ayakkabıları ve çorapları da siyah renkteydi. Birden üç el silah sesi duyuldu. Herkes ne olduÄŸunu anlamaya çalışırken sokağın giriÅŸinde bu genç vücut yere düştü. Önce eli ensesine gitti,doÄŸrulmak istedi, olmadı. Sonra da başı yere düştü. Ölüm ona köşe başında tuzak kurmuÅŸtu. Gencecik bir çocuktu. Onu Fidan sokağın köşesinde vurdular. Ölüsünü bırakıp gittiler. Biraz önce canlı ve gerçek olan ÅŸimdi yıkıntı idi yalnızca. O gün ölümün insana ne kadar yakın olduÄŸunu ilk kez anlamıştım.

Åžimdi de baÅŸka bir zaman dilimi; bellek oyununu oynamaya baÅŸladı bile. Anı defterine geçen, hep uçup giden yaÅŸam serüveni, yaÅŸ maÅŸ dinlemez. Zınk diye oturur belleÄŸin bir yerine, zonklaya zonklaya. Ayla ÅžahanoÄŸlu, Mustafa Ceyhan, Okan Akınç ve ben. Bodrum’dayız. Deniz, kum, eÄŸlence hepsi var. Ama bizim aklımız siyasette. Siyasetle yatıp, onunla kalkıyoruz. Hayaller kuruyoruz. İdeallerimiz var. Beklentilerimiz. Yıllar içinde geçinme sorunsalı bizi dört bir yana savuruyor. O gün içinde bulunduÄŸum parti bile, bugün bana yabancı. Kaskatı kesilmiÅŸ, bakakalıyorum dünlere, evvelki günlere.

Yazın sıcak gecelerinden birinde, Mülkiyeliler BirliÄŸi’ndeyiz. Çerkes KaradaÄŸ ile oturmuÅŸuz, bira, sosis, patates tava. FotoÄŸraftan konuÅŸuyoruz. FotoÄŸrafın tanıklığından, belge olması özelliÄŸinden. Bir yazar katılıyor sohbetimize. Konu sanattan, sanatçının Türkiye’deki konumundan açılıyor. Yazar tepkili yaÅŸadıklarına. Haklıda aslında. “Yıllardır yazıyorum, kitaplarım baskı üstüne baskı yaptı. Bir çok ülkede çevirileri yapıldı, yayınlandı, belki de en çok kitabı satan yazarlardan biriyim, ama ülkemde hala bir çok yerde bana yer vermiyorlar.” diyor. Çerkes KaradaÄŸ’da her zamanki nüktedanlığı ile “Daha ne istiyorsun, iÅŸte ÅŸimdi sen Türkiye’de yazar olmuÅŸsun” diyor. Gerçektende Türkiye’de yazar olmak, sanatla beraberinde zorlukları da getiriyor. Bunlarla ilgilenmek ne yazık ki fuzuli iÅŸlerle ilgilenmekle eÅŸ deÄŸer tutuluyor.

İnsan yaşamı, gerçekle düş arasında geçen bir serüvendir. Yaşanan her an, her dakika, kaşla göz arasında geçen giden serüven. Şimdi, bunca yıl sonra, garip bir hüzünle anıyorum bu anıları. Anımsadıkça yeniden yaşıyorum. Dağınık anılar bunlar ama hepsi kendi içinde bir bütün. Yitirilmişliğin yıkımını kuşanıyorum.


Erol ÇINAR

erol.cinar@doruk.net.tr



7 Nisan 2009 Salı / 2207 okunma



"Erol ÇINAR" bütün yazıları için tıklayın...