GÜNÜBİRLİK BİR HİKAYE
Acıkmıştım, sanki biraz da üşümüştüm. Kıştan kalan, bu inatçı esinti içimi titretti hafiften. Akşama epeyce var daha, bir kase çorba için canımı verebilirim. Kaldırımın kıyısında küçük bir karatahta. Öbür yazılar ne kadar önemsiz, ''mercimek çorbası'' çoktan ısıttı içimi, düşünmeden dalıyorum içeriye. Sol tarafında yeşil, parlak yapraklı çiçekler sıralanmış, temiz ve aydınlık bir giriş. Vazgeçmek için çok geç, benim de öyle bir niyetim yok. Gülen bir çift göz çoktan buyur etti bile. Zorlamayan ama çağıran davetkar bir bakış, bu iyi işte. Biraz geriden ama eşlik eden usul adımlarla geliyor yanımsıra. Masalara yönelirken farkediyorum, salonun öbür ucu denize komşu, biraz uzaktan ama olsun. Çoktan verilmiş bir kararla pencere önündeki masaların birine yöneliyorum.
- Daha önce dikkatimi çekmemiş, yeni mi açtınız?
- Evet ,birkaç ay olmuş sanırım.
- Hayırlı olsun, bu krizde iyi cesaret. Çorba istiyorum, hem çabuk, hem sıcak.
Sessizce uzaklaşıyor, gözüm denizde, hep denizdedir zaten. Ya kıyısında yürürüm, ya dibindeki masaları seçerim, buluşma yerlerim hep denize çıkar. Kiminle olursam olayım ne yapar eder denize bakan sandalyeyi kaparım çaktırmadığımı sanarak. Onun için bir yanı denizdir aklımın sohbet ne olursa olsun. Şimdi farkediyorum, karşı duvarda da ince, uzun bir deniz manzarası, siyah-beyaz kısmen, eski Türk filmlerini çağrıştırıyor. Biraz önce yürüdüğüm meydanın gençliği mi ne? Sevdim burasını, solum deniz, karşım deniz, çorba çok sıcak olmasa da olur.
Kaşık - çatal sesi inceden, bir yandan önümdeki tabağı çeviriyor. Parfümü mis gibi, elleri temiz, tırnakları kısa sayılır, ojeleri beyaz, saçları da. Çorba ılık olsa da içecek gibiyim. Ekmek sepetinde hem beyaz, hem esmer dilimler. Küçük, beyaz seramik vazoda kırmızı bir çift karanfil. Soğuk çorbaya da razı mıyım ne? Biraz esmer dilimden koparıyorum, bugün abarttım, bir buçuk saati aştım, hem de epeyce hızlı yürüdüm. İnceden sızlıyor yine ayak bileklerim, en çok sağdaki. Evden aç çıkmıştım, yorgunluk, açlık, soğuk.. Ne oldu şimdi bu spor mu? Sonu lokantada biten uzun bir yürüyüş, hafiften gülüyorum kendi halime. Yakalandım, elinde çorbam (o artık benim), karşımda, anlamaya çalışmadan ama şaşkın bakıyor. Önüme bırakırken dumanı genzimi dolduruyor, kimyon-nane kokusu, ama ille parfümü. Aklım kokuların kararsızlığında, bir yandan da:
-Sizce de komik değil mi, yürüyüşün çorbacıda bitmesi?
Anlayan ama susan gözlerle gülümsüyor, o zaman fark ediyorum, o da tombik.
- Afiyet olsun, diyerek ayrılıyor.
Bu ilk lokma var ya, işte o her şeyi başlatır, mutluluğu, mutsuzluğu, beğeniyi, tadı. İstekle, iştahla, severek yersin, tutmazsın kendini, bırakırsın lezzet dünyasının ummanlarına kendini. O ilk hınzır lokma, o ilk hain kaşık, o ilk baştan çıkarıcı tat.... O nasıl bir tuzaktır, milyonlarca insanı içine düşüren, artık sen ne yapsan boş, gönüllü bir iştah bombacısısındır artık. Bırak kendini, patlasın tatlar, lezzet damağında, son pişmanlık faydasız. Çorba gerçekten harika, hafiften tereyağı tadı da var, olsun, bu kadarı bir şey yapmaz.. Oysa hep böyle başlar, sonra da tutamazsın kendini. “İstek ve pişmanlık” ezeli ve ebedi iki dost. Sırası mı şimdi felsefenin, vur kendini çorbaya... Mutluyum, mutluyum, mutluyum...
Usul usul tabak - kaşık sesleri, inceden su şırıltısı, rahatsız etmiyor, hatta ortama anlam katıyor.
Rüzgar uyumuş, ay dalıyor, her taraf ıssız,
Ölgün ışıyor varsa henüz bir iki yıldız,
Gel, çıt bile yok, korkma benim bahçede yalnız
Ey gözlerinin rengi kadar kalbi güzel kız...
Refik Fersan, ne güzel şarkıdır, ne serenatlara can verdi kim bilir? Televizyonun sesi çok az açıktı, dizi tekrarı sanırım. Ne güzel uydu ruhuma, hem mutlu, hem dinginim şimdi. Derinden, alttan;
Rüzgar uymuş, ay dalıyor, her taraf ıssız,
Ey gözlerinin rengi kadar kalbi güzel kız.
Servis penceresi o zaman dikkatimi çekiyor, mutfaktan geliyor ses, yalnızca bu iki satırı birkaç kez geçiyor, hüzünlü, ısrarcı, içten. Ses kodlanmış beynime çabucak, sesi de kokusu gibi, gizemli, sarmalayıcı.
.................................
-Hadi babaanneciğim, yoruldum artık, belki burada tavuk vardır, soralım bakalım.
Kapıda üç kişi. Yaşlanmaya direndiği her halinden belli, kırmızı-beyaz eşofmanlı bir bayan, beş altı yaşlarında bir kızın elinden tutmuş içeri dalıyorlar. Arkalarında sekiz, belki dokuz var yok başka bir kız.
-Teyzesi kızım acıktı, tavuk var mı?
-Var, var, pilavın üstüne çıkmış tavuk hem de..
Kadın memnun kızlar şaşkın dalıyorlar içeri. Çaprazımdaki masaya yerleşiyorlar. Kadın durmadan konuşuyor, küçük kıza yönelik iltifat ve sevgi bombardımanı. Dikkatli bakınca; küçük kız kumral, kısa saçlı, yine de renkli tokaları var. Kalkık burunlu, göz çevresi aşağı bakıyor, Metin Uca geliyor aklıma. Öbür kız siyah - uzun saçlı, saçları taranmamış, tokası da yok. Gri buluzu, siyah dar pantolonu ile oldukça sıska görünüyor. O hiç konuşmadan oturuyor, küçük vızır vızır bir şeyler söylüyor. Babaanne duruma teşne.
-Tamam bebeğim, tavuğumuzu ham yapalım, o zaman oynarsın.
Dedikçe prenses ince bir burgu daha yapıyor.
-Bana ne, bana ne, şimdi kayacağım işte.
O zaman fark ediyorum, bahçede çocukların oynaması için bir iki bir şey var. Önümdekileri toplarken:
-Başka bir şey ister misiniz?
Yanılmamışım, koku ve ses tamam.
-Kahve lütfen,Türk kahvesi.
-Nasıl olsun, sade, orta....
-Orta, neyde yapıyorsunuz?
Hafif gülümsüyor;
-Isıtıcıda değil, cezvede. Soğuk suyla... diyor biraz hınzır bir bakışla. Anlaşıyoruz ,açıklamasız.
Onlara yöneliyor, isteklerini soruyor
-Yarımşar porsiyon tavuk-pilav, yanında ayran. Bana da orta kahve.
Beklerken küçük hala mızmızlanıyor, kadın sabırla vaatlerini sıralıyor.
-Tamam Bade'ciğim, yemeğini yersen.. Zelha bir de su getirsinler, söyle de.
Diğer kız Zelha demek, masadan kalkıp mutfağa yöneliyor, elinde şişeyle dönüyor. Yemekleri geliyor az sonra, küçüğün inadı inat, oynamazsa yemeyecek gibi. O sırada Zelha'nın sesi ilk kez çıkıyor:
- Bu ne ki? Az ötede, dekor için konmuş, yan yana bal kabaklarını gösteriyor?. Babaanne kızla boğuşuyor. Kahveler geldi, kadın cevaplıyor.
- Kabak.
Kız şaşkın ve soran gözlerle bakıyor.
Babaannenin kahvesini uzatırken,bir yandan:
-Hani bir masal var, annesi -babası ölünce üvey annesi ve kız kardeşleriyle yaşayan fakir kız. Ona çok kötü davranıp, eziyet ediyorlar. Bir gece saraya davet ediliyorlar, bu kızı götürmüyorlar. Bir peri ona yardım ediyor, prenses gibi giyiniyor, balkabağından sihirle at arabası yapıyor ona.
Ortalık tısss, garip ben dahil hepimiz dinliyoruz, Bade merakla;
-Sonra ?
-Sonracıma, neydi? Siz yemeye başlayın da ben hatırlayayım, diyerek içeriye yöneliyor. Ufaklık ağırdan yemeye başlıyor, babaanne şaşkın kahvesini yudumluyor. Az sonra geri dönüyor garson kadın;
-Aa,ablası bitirmiş bile,
-O benim ablam değil.
Şimdi anlaşıldı, zıt saçlar, giysiler, suskunluk, mızmızlık..
-Ben anlatırken sen de bitirirsin canım. Nerde kalmıştık, baloya gidiyor, ama tam on ikide dönmesi lazım, yoksa sihir bozulacak. Prens buna aşık oluyor, dans ederken vakit geçiyor. Sindirella kaçarken ayağı takılıyor, ayakkabısının biri merdivende kalıyor. Prens günlerce ayakkabının sahibini arıyor, sonunda buluyor ve evleniyorlar.
-Öğretmen anlatmıştı, Külkedisi diyor çekinerek Zelha.
-Aferin kızıma, iki kaşık kaldı, bunu da ye tamam.
Nafile, masal bitti, naz devam, en sonunda atlıyor sandalyeden, doğru salıncağa. Zelha da peşinden. Babaanne rahatlıyor, bize dönerek;
-Hep böyle bu kız, çok zor yiyor, bu kadara da razıyım, kalanı alın lütfen. Öbürü nasıl yedi bakın, o bizim sitenin bekçisinin kızı, onunla oynarken oyalanıyor, iyi oluyor.
Tabakları toplarken gözüm ilişiyor, tek pirinç tanesi yok tabakta. Yaa Zelha'cık, bazen hayat bir kıyak yapıyor işte. Belki de ilk kez bir restoranda yemek yedin, figüran da olsan. Aynı alfabenin sen sonundasın, o başında.
Paramı ödemek için kasaya yöneldiğimde, garson kadın onları izliyor, dalgın.
- Hoşçakalın, her şey çok güzeldi, ellerinize sağlık.
- Afiyet olsun, yine bekleriz.
-Geleceğim, masal ve şarkı kişiye özel, ne hoştu.
Mahçup, gülümsüyor, kapıda geçirirken kokusu dışarının rüzgarına karışıyor.
|