Mimari Dedikodu
Bir gar binası bu kadar da hareketli inşa edilir!
Başım falan ağrımıyordu, fakat yine de nahoş bir ruh hali içerisindeydim. Sabah iş yerimden hem çıkış alarak ve de vererek ayrılmıştım. İzmir’e gelmek üzere Antalya Gar’ında kah volta atarak, kah oturarak otobüsümü bekliyordum.
Aniden yanımda bir avuç renkli, allı pullu başörtülü, şallı, çocuklu bir gurup belirdi. Benim onları fark ettiğim gibi onlar da beni fark ettiler. Selamlaştık, konuşmaya başladık. İlk yaz günleri idi, sırtımda yolculuk için şortlu hafif rahat bir kıyafet vardı. Saçlarım da kısa olduğu için guruptaki ufak çocuklardan biri “Aaaa amcaya bak!” demiş annesine.
İzmir’e giden yolcularını uğurluyorlarmış. Şurdan buradan derken laf Antalya Garı’na geldi.
-“İzmir’inkinden daha güzel”miş. Bense şu anda tam bundan muzdariptim. Ne Antalya ne de İzmir Garı’nda doğu mimarisini yansıtan o huşu dolu rahatlatıcı ve yol yorgunluğunuzu alıcı unsurlar maalesef yok.
Garlar hareket dolu mekanlardır; bu keşmekeş hareketliliğe pastel renkler ve yumuşak geçişli duvarlar, fıskiyeler biraz yeşillik aslında ne kadar yakışır. Yöresel, allı pullu kıyafetleriyle gıpta ettiğim bu gurup bana biraz doğululuk hissi aşılamışlardı.
Ayrılık vakti geldiğinde beni Menemen’e evlerine davet etmezler mi!!!!
Zannedersem şaşkınlıktan karşı davet yapamadım, bu samimiyetin etkisi bende hep kaldı, her Menemen Foça yolculuğunda onlara doğru bakar ve onları anımsarım.
İşten ayrıldığım villada aşçı olan ve evin beyinin gençlik yıllarından beri oda hizmetçiliğini yapmış bir kadınla çalışmıştım. İzbandut yapılı, Manavgat’ın köylerindendi. Çok hırslı ve pembe üniformalı, yine başörtülü, fakat namussuzdu; benimle samimiyet kurup benim denetimim olan işleri ben görmeden eksik, noksan, hatalı yaparaktan işten çıkmama sebep olmuştu. Zaten evin hanımı, yani işverenimiz de doğulu, İzmir’de büyümüş, batıda öğrenim görmüş, ikinci hamileliğine aşeren biriydi ve çok gergindi.
Evin beyi ha var ha yoktu. İşteydi.
Ev müstakil bahçeli, yüzme havuzlu, dörtyüzelli metrekare kapalı kullanım alanı olan, bodrum katıyla beraber üç katlı ve asansörsüz, içinde kaybolduğumuz, pembe damarlı taşlardan inşa edilmiş bir Akdeniz villası idi. Bir o kadar da arabesk bir yapıydı. Kendi korusu vardı.
Turizm işletmeleri olan bu aile, düzensiz olarak bir otellerindeki dairelerinde, bir evlerinde yaşıyorlardı. Bir telefon haydi otele, bir telefon haydi eve gidiliyordu.
Modernlik adı altında bilmem nereden gelen cevizlerle evin çocuğuna yıllardan beri verilen yemek tıbbi olarak çocuğun dışkısını bile etkilemiş, yağlı dışkı diye isimlendirdiğimiz vaka meydana gelmişti. Tabii bunları anneye anlatmanın olanağı yoktu. Bir de bana, hem de hemşire olarak evin kahyası statüsünde iş verilmişti.
Ben bu arabesk yaşantılı insan gurubunun nasıl ev kahyalığını üstlenebilirdim? Aşçı kadın kıdemliliğinden gelen haksız cesaretle her gelen kahya adayına çalım atmış ve kahya olmak istiyor ve onların aniden çıkış almalarını sağlıyordu. Zira benim dairemdeki elbise dolabında aniden gidişlerden arta kalan çamaşır ve ceketler bulmuştum. Zaten evin hanımı da onun bu dolaylı baskılarından esaret altındaymış meğerse. Aslında cennetten bir parça olup da bir o kadar da arabesk yaşam tarzının mevcut olduğu bu evde yaşamak ve çalışmak olanaksızdı. Yaşam tarzlarının çok önünde olan bu mimaride insanlar birbirlerinin yaşamlarını cehenneme çeviriyorlardı.
İngiliz dadı, Türk dadı, bahçıvanlar, ütücü ve çamaşırcı, aşçı, kahya üç kişiye hizmet etmek üzere buradaydılar ve mutluluktan yine de eser yoktu.
İşte Antalya Garı’ndaki insanların o arabesk mimarideki o iç rahatlatıcı o mutlu tabloları bana esin kaynağı olmuştu. Yapıların ruhunu insanlar verdikleri gibi hatalı mimariler de bile insanlar mutluluklarını zorla bile, aslında doğal kaldıkları için elde edebiliyorlardı.
Foça Menemen arasında Onlar’a yine selam vereceğim…
Evin nazenin çocuğu Ali Kemal’i, o acılı bakışlarını, hepsi öğretilmiş hareketlerini havaalanı kadar oyuncaklarla dolu odasında esaretlerini bilemeyip kıramayan küçük savunmasız bedenini hala unutabilmiş değilim.
|