Nilgün ÖZARAR
DerviÅŸin fikri neyse, zikri o deÄŸildir!
Vaktiyle bir derviş nefisle mücadelenin sonuna gelmiş, bundan sonra her tür süsten ve gösterişten arınacaktır sadece yamalı bir hırka giymekle bu iş olmayacaktır.
Hayatındaki her tür süsten de arınacaktır, onun için saç, sakal ve bıyıktan da arınması gerekmektedir.
SoluÄŸu berberin koltuÄŸunda alır. “Vur usturayı berber efendi” der.
Aynada kendini izlemektedir, başının sağ tarafı tamamen kazındığı sırada kapı açılır, içeri yağız bir kabadayı girer.
Koltukta oturan dervişin tıraş edilmiş kafasının sağ tarafına bir şaplak yapıştırır
“ Kalk bakalım, kabak babalık, kalk da bir tıraÅŸ olayım” der.
Dervişlik bu, sövene dilsiz, vurana elsiz olmak gerek, kaideyi bozmaz, ses çıkarmaz, usulca kalkar. Berber mahcup, fakat korkmuştur ses çıkaramaz.
Kabaydı koltuÄŸa oturur, tıraÅŸ baÅŸlar, ancak küstahlığına devam etmekte, sürekli laf atmakta “kabak aÅŸağı, kabak yukarı” derviÅŸle dalga geçmektedir.
Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkandan çıkar, tam o esnada geminden boşalan at arabası yokuştan aşağı hızla üstüne gelmektedir.
Kabadayı şaşkın bir an kalır, arabanın ortasındaki demirin karnına saplanmasıyla oracıkta ölür, yığılır kalır.
Çığlığın, baÄŸrışmanın sesine kapı önüne çıkan derviÅŸ ve berber yerde yatan kabadayıya bakarken, berber derviÅŸe döner “Biraz fazla olmadı mı? Erenler”
DerviÅŸ mahzun bakarken, düşünceli bir ifadeyle “Vallahi gücenmemiÅŸtim, ona hakkımı da helal etmiÅŸtim. Gel gör ki bu kabağın bir sahibi var. O gücenmiÅŸ olmalı!”
Hikaye böyle, ama hayat da böyle!
Enseye, kafaya vurup vurup dalga geçen sahte kabadayıların, kabağında bir sahibi olduğunu, bu sahibin en affetmeyeceği şeyin, kibir ve kul hakkı yemek olduğunu unutmaya başlayanlar, koltuklarına, makamlarına, rantlarına yapışanlar bunu hayatlarıyla ödedikleri zaman anlayacaklar.
Ancak iş işten çoktan geçmiş olacak çünkü onlar imamın kayığına binmiş gitmiş olacaklar. Eh içinize biraz su serpildi değil mi? Topluca bunları Allaha havale edelim olsun bitsin, o nasıl olsa bunların cezasını verecektir diyebilir miyiz? Biz ne olacağız onlar kayığa binmiş giderken?
Biz geride kalanlar, hangi yüzle çocuklarımızın yüzüne bakacağız, o çocuklar sormayacaklar mı;
Atatürk’ün bıraktığı mirasa ne yaptınız?
Hangi hakla onu böyle aptal bir zihniyete teslim ettiniz?
İyi de bu yaratan biz kabak kafaların içine bir de akıl ve zeka koymuş, bunu kabak gibi taşımayalım istememiş midir?
Ama insanoğlu bu tuhaf bir yaratıktır, ama hep bu tuhaflıklar da bizi mi buluyor acaba?
Niye başka toplumlarda bu kadar kör gözün parmağına diyen birilerine diğer gözünü de uzatan yok acaba?
Ahaaa… Buldum valla, biz çok cesur ve de risk almayı çok seviyoruz ondan! Ancak ÅŸunu aklımızdan hiç çıkarmamamız gerekiyor “Risk Almak, Hiç Almamaktan İyidir” diye bir laf da vardır.
Şimdi biraz geriye bakalım, bundan epey sene önce bizi siyasetten bunaltan, hırsız, uğursuz, basiretsiz, kabiliyetsiz siyasilerden bıkmış,
“öf artık bıktık bunlardan” deyip;
Elimizde başka bir alternatif kalmadığından mı?
BasiretsizliÄŸimizden mi?
Bizi sürekli yanıltan aydınlarımızdan mı?
Çok okumuş, ağzı kalabalık ama liboş köşe yazarlarımızdan mıdır?
Nedir bilinmez?
Topluca bir risk alarak, okumuşu, okumamışı, cahili, cühelası, din müptelası hep birlik olup da tepemize bu adamları getirip oturtmadık mı?
Felsefe hocası sınavda öğrencilerine sormuş;
“Risk nedir?” Öğrencilerinden biri ilk on saniye içinde sınav kağıdını geri vermiÅŸ, kağıdın üst kısmında adı ve soyadından baÅŸka hiçbir ÅŸey yok, gerisi ise bomboÅŸ beyaz yaprak en altta ise “İşte risk budur!” yazıyor. Sınıftaki en yüksek notu bu öğrenci alıyor.
Hocanın bir sonraki sınavında aynı soruyla karşılaşan öğrenci aynı şeyi yapınca bu sefer 0 (sıfır) almış. Tabii koşarak hocaya gidip sebebini sormuş. İşte cevap:
Aynı şartlar altında, aynı riski iki kere almak APTALLIKTIR!
Nilgün ÖZARAR
nilgun.ozarar@gmail.com
Vaktiyle bir derviş nefisle mücadelenin sonuna gelmiş, bundan sonra her tür süsten ve gösterişten arınacaktır sadece yamalı bir hırka giymekle bu iş olmayacaktır.
Hayatındaki her tür süsten de arınacaktır, onun için saç, sakal ve bıyıktan da arınması gerekmektedir.
SoluÄŸu berberin koltuÄŸunda alır. “Vur usturayı berber efendi” der.
Aynada kendini izlemektedir, başının sağ tarafı tamamen kazındığı sırada kapı açılır, içeri yağız bir kabadayı girer.
Koltukta oturan dervişin tıraş edilmiş kafasının sağ tarafına bir şaplak yapıştırır
“ Kalk bakalım, kabak babalık, kalk da bir tıraÅŸ olayım” der.
Dervişlik bu, sövene dilsiz, vurana elsiz olmak gerek, kaideyi bozmaz, ses çıkarmaz, usulca kalkar. Berber mahcup, fakat korkmuştur ses çıkaramaz.
Kabaydı koltuÄŸa oturur, tıraÅŸ baÅŸlar, ancak küstahlığına devam etmekte, sürekli laf atmakta “kabak aÅŸağı, kabak yukarı” derviÅŸle dalga geçmektedir.
Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkandan çıkar, tam o esnada geminden boşalan at arabası yokuştan aşağı hızla üstüne gelmektedir.
Kabadayı şaşkın bir an kalır, arabanın ortasındaki demirin karnına saplanmasıyla oracıkta ölür, yığılır kalır.
Çığlığın, baÄŸrışmanın sesine kapı önüne çıkan derviÅŸ ve berber yerde yatan kabadayıya bakarken, berber derviÅŸe döner “Biraz fazla olmadı mı? Erenler”
DerviÅŸ mahzun bakarken, düşünceli bir ifadeyle “Vallahi gücenmemiÅŸtim, ona hakkımı da helal etmiÅŸtim. Gel gör ki bu kabağın bir sahibi var. O gücenmiÅŸ olmalı!”
Hikaye böyle, ama hayat da böyle!
Enseye, kafaya vurup vurup dalga geçen sahte kabadayıların, kabağında bir sahibi olduğunu, bu sahibin en affetmeyeceği şeyin, kibir ve kul hakkı yemek olduğunu unutmaya başlayanlar, koltuklarına, makamlarına, rantlarına yapışanlar bunu hayatlarıyla ödedikleri zaman anlayacaklar.
Ancak iş işten çoktan geçmiş olacak çünkü onlar imamın kayığına binmiş gitmiş olacaklar. Eh içinize biraz su serpildi değil mi? Topluca bunları Allaha havale edelim olsun bitsin, o nasıl olsa bunların cezasını verecektir diyebilir miyiz? Biz ne olacağız onlar kayığa binmiş giderken?
Biz geride kalanlar, hangi yüzle çocuklarımızın yüzüne bakacağız, o çocuklar sormayacaklar mı;
Atatürk’ün bıraktığı mirasa ne yaptınız?
Hangi hakla onu böyle aptal bir zihniyete teslim ettiniz?
İyi de bu yaratan biz kabak kafaların içine bir de akıl ve zeka koymuş, bunu kabak gibi taşımayalım istememiş midir?
Ama insanoğlu bu tuhaf bir yaratıktır, ama hep bu tuhaflıklar da bizi mi buluyor acaba?
Niye başka toplumlarda bu kadar kör gözün parmağına diyen birilerine diğer gözünü de uzatan yok acaba?
Ahaaa… Buldum valla, biz çok cesur ve de risk almayı çok seviyoruz ondan! Ancak ÅŸunu aklımızdan hiç çıkarmamamız gerekiyor “Risk Almak, Hiç Almamaktan İyidir” diye bir laf da vardır.
Şimdi biraz geriye bakalım, bundan epey sene önce bizi siyasetten bunaltan, hırsız, uğursuz, basiretsiz, kabiliyetsiz siyasilerden bıkmış,
“öf artık bıktık bunlardan” deyip;
Elimizde başka bir alternatif kalmadığından mı?
BasiretsizliÄŸimizden mi?
Bizi sürekli yanıltan aydınlarımızdan mı?
Çok okumuş, ağzı kalabalık ama liboş köşe yazarlarımızdan mıdır?
Nedir bilinmez?
Topluca bir risk alarak, okumuşu, okumamışı, cahili, cühelası, din müptelası hep birlik olup da tepemize bu adamları getirip oturtmadık mı?
Felsefe hocası sınavda öğrencilerine sormuş;
“Risk nedir?” Öğrencilerinden biri ilk on saniye içinde sınav kağıdını geri vermiÅŸ, kağıdın üst kısmında adı ve soyadından baÅŸka hiçbir ÅŸey yok, gerisi ise bomboÅŸ beyaz yaprak en altta ise “İşte risk budur!” yazıyor. Sınıftaki en yüksek notu bu öğrenci alıyor.
Hocanın bir sonraki sınavında aynı soruyla karşılaşan öğrenci aynı şeyi yapınca bu sefer 0 (sıfır) almış. Tabii koşarak hocaya gidip sebebini sormuş. İşte cevap:
Aynı şartlar altında, aynı riski iki kere almak APTALLIKTIR!
Nilgün ÖZARAR
nilgun.ozarar@gmail.com
"Nilgün ÖZARAR" bütün yazıları için tıklayın...
