ISSN 1308-8483
HER ŞEY BİTER. / Zerrin SOYSAL
Zerrin SOYSAL    
  Yayın Tarihi: 1.8.2009    


HER ŞEY BİTER.

Aklın kavramakta zorlandığı sonsuzluk dışında her şeyin bir sınırı, bir sonu vardır. Bunu biliriz bilmesine de kabullenmek istemeyiz.İşimize gelmez çoğu zaman. Başlangıçları kutlar, şenlik ateşleri yakarken gün gelip sona ereceğini aklımıza getirmeyiz. Halbuki her şey biter: Yollar biter, yolculuklar biter. Aşklar biter, hiç bitmeyecek sanılan sevgiler, dostluklar, duygular biter. Her doğan farkında olarak ya da olmayarak ölümünü yaşamaya başlar.

Başlangıçlar hep keyiflidir de bitişleri kutlamak kimsenin aklına gelmez. Doğumları, düğünleri, açılışları düşünün. Bir de ölümleri, boşanmaları ve kapanışları… Sonlar acılıdır, hüzünlüdür. Kahkahalar, gülüşler değil düş kırıklıkları, keder eşlik eder bitimlere…

Otuz yıllık meslek hayatımı sonlandırırken bu kederi yaşamadım nedense. Kendi isteğimle alınmış bir karar olmasının payı büyük bunda ama, yine de yeterince açıklayıcı değil. Şimdi hayatımın bu parçasını paylaşmak için yazarken bunca kolay uzaklaşabilmemin nedenlerini daha etraflıca düşünüyorum. İnsan yirmi beş yıl boyunca kapısını açtığı, iyi kötü pek çok anısını taşıyan bir yeri; kişiliğini, yaşamını büyük ölçüde şekillendiren mesleğini, bu kadar kolay mı bırakır? Alışkanlıklara, irili ufaklı çok sayıda aşinalıklara arkasını dönüp gitmek bu kadar basit midir? Sanırım içimdeki eczacının yıllar içinde günden güne yok oluşundan kaynaklandı bu duygu eksikliği... Bir mesleğin nasıl değişime uğratıldığına, tarih kadar eski kimliğinden uzaklaştırılıp bambaşka bir kılığa büründürüldüğüne tanık olmanın yarattığı yabancılaşma… Beyaz önlüğümü giyip eczanemde oturmayı sürdürsem bile artık bildiğim eczacılığın yok olduğunu görmenin getirdiği kabulleniş… Ayak uydurmaktansa bırakmayı yeğledim.

1981 yılının yirmi yedi kasımını yirmi sekize bağlayan gecenin ortasında kahverengi boyaları tam kurumamış bal peteği biçimli vitrin dolaplarını yerleştirirken her şey ne kadar farklıydı. Birkaç yıllık mesul müdürlük deneyiminden sonra ertesi sabah kendi eczanemi açacaktım. Anahtarını cebimde taşıdığım işyerimi… Hiçbir sağlık kuruluşunun bulunmadığı bir mahallede dertlere deva olacaktım. Tevazua gerek yok, elimden geldiğince oldum da! Yıllarca başı sıkışan mahalleli eczaneye koştu. Bitişik dükkanda bir sağlık kabini açılıncaya kadar başı yarılan, dizi kanayan, karnı ağrıyan geldi. Kaynanasına kızan, kocasıyla kavga eden… Doktora gidip derdini anlatamayan, çektirdiği filmi, aldığı tahlil raporunu kapan geldi. Dili kaşınana da, evini tahta kuruları basana da yardımcı olmaya çalıştık. İçlerinde en unutamadığım birkaç yıl önce diş çektirmeye gelen amcaydı. Diş hekiminin birkaç dükkan ilerde olduğunu söyleyince “biliyorum kızım ama orada parayla çekiyorlar, ben belki siz burada bedavaya halledebilirsiniz diye sordum” demişti. Neyse… Yıllar boyu elemanlarımla birlikte elimizden geldiğince yapabileceğimizi yaptık, altından kalkamayacaklarımıza yol gösterdik. Komik olanlara da güldük elbette… Güzel günlerdi.

En fazla küçük çocuğu olan annelere yardımcı olduğumu hissediyordum. Eczanemi açarken fakir mahalle, kimsenin gücü yetmez diye hazır mama almamıştım hiç. Birkaç gün içinde yanıldığımı anladım. Tombul yanaklı bebek resimleriyle süslü albenili kutuların içindeki tozların kendi memesindeki sütten daha faydalı olduğunu düşünen kadınlar, pazar parasından kısıp mama sormaya geliyorlardı. Hepsini vazgeçirmeye gücüm yetmedi, mama da sattım ama eczacılığın yanı sıra bir çocuk annesi olmanın deneyimiyle birçoğuna mama tarifleri vermeyi yeğledim. İshalli bebeklere su içirmenin sakıncalı olmadığını, tam tersine bol bol verilmesi gerektiğini; bebekleri sık yıkamanın, güneşe çıkarmanın faydalarını dilimin döndüğünce anlattım. Sayemde bir bebek bile daha sağlıklı büyümüşse o yılları boşuna yaşamadığıma kanıt sayarım.

Zaman bir şeyleri getirirken bazılarını da alıp götürüyor doğal olarak. Götürdükleri mi daha fazla, getirdikleri mi? Bunun muhasebesini yapamam, ben gözlemledim sadece… Şimdi genç meslektaşlarıma “eskiden yeşil reçete diye bir kavram yoktu” desem inanmakta zorlanırlar. Evet, gerçekten de yoktu. Bu tür ilaçların kime verilip kime verilmeyeceği konusunda devletin eczacıya hiç değilse doktora duyduğu kadar güveni vardı. Özel reçeteyle denetleme gereğini duymuyordu. Yine gençlerin inanmakta zorlanacakları bir başka olgudan söz edeceğim. Bir eczane devlete ilaç satmadan da ayakta durabiliyordu. Dolayısıyla ilaç şirketi- doktor- devlet şeytan üçgeninde bir piyon olmamıştı henüz. Hasta ve hastalıklar karlı bir sektöre dönüşmemişti. Fiyat kupürü kesmeden de eczane işletmeciliği yapılabiliyordu. Resmi reçetenin arkasına fiyat kupürü yapıştırmak… Bu densizliğin, bu potansiyel hırsız muamelesinin nasıl sineye çekildiğini hala anlamıyorum, anlayamadan da gideceğim zaten. Yanlış anlaşılmak istemem. Eczanesinde tek başına oturup gelen tebliğlere boyun eğmekten başka çaresi olmayan meslektaşıma sözüm yok. Ama örgütlenmesini becermiş bir mesleğin mensupları bunca töhmet altında bırakılmamalıydı diye düşündüm hep. Eczacının ilaçların tamamını verdim şeklindeki kaşesi, imzası yeterli olmalıydı. Fiyat kupürü, yetmedi barkot kesmek, hastadan imza almak hırsızı niyetinden vazgeçirmeye yetmezken işini yapmaya çalışan eczacıyı bunaltmaktan başka işe yaramazdı, öyle de oldu nitekim. Daha fazla örnek vermek bu kısa yazının kapsamını aşar.

Özetlersek yıllar içinde eczacılık anlamından iyice uzaklaşıp devletin hiçbir güvence vermeksizin bedavaya çalıştırdığı bir iş gücüne dönüştü. Bilgisayar başında oturup reçete edilmiş ilacın verilme tarihinin gelip gelmediğini araştıran, hastaya doktorun yazdığı ilacın aynısını değil de devletin uygun gördüğünü vermesi gerektiğini izah eden, aynısını isterse farkı cebinden karşılamak zorunda kalacağını söylediğinde hasta tarafından kuşkulu gözlerle izlenen, makasın sapı yüzünden başparmağında nasır oluşan biri… Üstelik de epeyce ağır bir programı olan Eczacılık Eğitimi sırasında bunların hiçbirini öğrenmemişken… Öğrendiklerinin neye yaradığını gündeme getirmeye gerek bile duymuyorum.

Mezuniyetimin otuzuncu yılında mesleğimi bu nedenlerle bıraktığımı söylersem samimiyetsizlik etmiş olurum. Ama eczacılık benim başladığım yıllardaki kadar güzel bir meslek olsaydı karar vermekte zorlanırdım. Ellinci yaşımda kendime özgürlük armağan etmek istedim, başardım. Bunu yapabildiğim için de gerçekten mutluyum, kendimle gurur duyuyorum. Çünkü başından beri cenazesi eczanesinden kalkan biri olmamayı dilemiştim. Kendime ait yıllarımın olmasını arzulamıştım hep. Eczanemi; çok sevdiğim, bir dediğimi iki etmeyen elemanımı, tam ben bırakmak üzereyken asma katta beş tane birden yavrulayan mahallemizin güzel kedisi Melahat’i, yirmi beş yılımın emeğini, iyi kötü bir dolu anı paylaştığım mahalle halkını çok sevdiğim, çok güvendiğim genç bir meslektaşıma bıraktım. Sayesinde emekliliğin keyfini çıkarabildiğim için her görüştüğümüzde teşekkür ediyorum kendisine. O da sicili çok temiz, iyi bir eczane bıraktığım için bana minnettar. En azından bana öyle hissettiriyor. Müşterilerimin de keyfi yerinde, çünkü hiçbir kurumla anlaşma yapmamakta direnen keçi inatlı eczacı kadından kurtuldular. Şimdi yıllardır ayaklarının alıştığı eczaneden, kutusu makas darbeleriyle haşat edilmiş de olsa ilaçlarını bedavaya alabiliyorlar.

Ben şimdi ne mi yapıyorum? Tüm zamanıma sahip olmanın keyfini çıkarıp, doktora ve ilaca muhtaç olmadan, uzun yıllar yaşamımı sürdürmek için elimden gelen her şeyi… Tek kelimeyle YAŞIYORUM.


Zerrin SOYSAL



1750










   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)