ŞU KAHROLASI KARİDESLER
Zaten ne kadar güzellik yaşadıysam onlar sayesinde yaşadım. Şu damak zevki denen şeyin ne derece muhteşem olduğunu da çok uzun zaman önce onlar ve aynı familyadan akrabaları öğrettiler bana. Aslında onları hep sevdim, çocuk yaşlarımdan beri hep haşır neşir oldum onlarla. Yıllar yıllar önceydi, Konak’taki Sümerbank Köprüsü’nün bugünkü Büyükşehir Belediyesi önünde dimdik durduğu, altından vızır vızır Şahinlerin, Doğanların, Renault 12’lerin geçtiği, daha ileride ise tam da meydanda kıvrıla kıvrıla bir başka köprünün arz-ı endam ettiği, o köprünün deniz tarafındaki girişinde bıyıklı adamın nasıl olup da kuş sesi çıkardığını anlayamadığım yıllar. O dönemde ikametgahım olan Karşıyaka’dan kocaman ama gerçek vapurlarla Konak’a gelişlerimiz ve babamla Kemeraltı’ndan peynir ve yeşillik alışlarımız. O günlerde daha Karşıyaka’da Ömerağa’yı keşfetmemiştik sanırım.
İşte tam da o günlerde bir Fransız alışkanlığıyla, okulum Saint Joseph Çarşamba günleri erken bırakırdı bizleri. Bu çok önemliydi zira tam da biz okuldan çıktıktan sonra kupa maçları olurdu ve ne mutlu ki biz onları kaçırmazdık. Ya da o saatlerde benim de içinde olmam gereken basketbol antrenmanları olurdu ama bu satırların yazarı tüm tembelliğiyle sıvışıp maç izlemeye giderdi. Bazen de babam gelip beni Alsancak’taki okulumdan alır ve doğrudan Konak’a Sümerbank Köprüsü’nün altındaki Enişte’nin Yeri’ne giderdik. Orada Niyazi çoktan hazırlatmış olurdu sofrayı. Babam ve iki arkadaşının yanına, okeye dördüncü gibi kurulur ve öğle rakısı törenlerine eşlik ederdim. Onlar rakı içerken ben meyve suyuyla kadehimi kaldırır, orta büyüklükte bir lidakiyi mideye indirirdim. O dönemlerde “deniz mi değil mi” diye bir tartışma ise elbette gündemde bile değildi. Balık denizde olurdu, başkası mümkün müydü? Balığın yanında illa ki kalamar olurdu, ızgara kalamar sevmezdim o yıllarda, kalamar da mutlaka tava olurdu benim küçük kafamda. Ama en temel nokta, döner dolaşır ve salatanın üzerine herkes için ikişer tane, benim için torpilli olduğumdan üç tane olarak atılmış karideslerde düğümlenirdi. Babam salatanın üzerine zeytinyağını dökerken karidesler de bundan nasibini alır ve benim heyecanım babamın ve iki amcanın gülüşlerine karışırdı.
Yıllar yıllar geçti, bu tören hiç bitmedi. Sümerbank Köprüsü’nden bu defa sevgili dayımla birlikte Tekirdağ’da Kumbağ’da kurduğumuz, dayımın tüm bilgeliğiyle bana erkek olmanın kurallarını anlattığı sofralara geldik. Neydi o kurallar? Erkek dans etmeyi bilecek, erkek yüzmeyi bilecek, erkek araba kullanmayı bilecek, erkek kadınlara karşı hep nazik olacak ve erkek içmeyi bilecek. Babamla başlayan görgü dersleri, bir başka ustayla yani dayımla devam ediyordu. Sofrada yine onlar vardı, karidesler.
Foça sofraları yaz aylarında sürekli, kış aylarında ise sık sık kuruluyordu. Bazen bir çipura, bazen levrek, bazen barbun, bazen sinarit, yanında mutlaka kalamar, sık sık ahtapot ve işte yine onlar, benim sevgili karideslerim. Tabii ki “ve mutlaka rakıdır buralarda”. Artık bu törenleri Foça’da Deniz Restaurant’da yaşıyorum, Fatih bey’in hazırlattığı tereyağında sarımsaklı ve çok hafif acılı jumbo karidesler yine beni o masaya davet ediyor, yine eğlendiriyor, yine çenemi açıyor, yine kahkahalar attırıyor ve yine önümdeki saydam sıvıyı beyazlatıyor. En güzeli de ne biliyor musunuz? Bunları yine, ama bu defa artık “yaşlı” babamla yapabiliyorum.
|