Türkiye kendi kendine yeten bir tarım ülkesiydi bir zamanlar!
Çevrecilik ile şarlatanlığın aynı kefeye konulduğu süreci, çok şükür geride bıraktık. Çevre hareketleri olarak adlandıracağımız; temiz hava sahaları, içme suları, organizmasıyla oynanmamış gıda ürünleri, kimyasal atık ve artıklardan kurtulma çareleri son yıllarda daha dikkatle incelenmeye başlandı.
Bilgi ve teknoloji çağı olarak tanımlanan içinde yaşadığımız yüzyıl, ilk on yılını devirmek üzere ve neredeyse her yeni yıl, bin bir çeşit eko sistem sorununu getirmekte önümüze. Gezegenimiz her yeni gün ile, telafisi mümkün olmayan bir şekilde kirletiliyor. Bu kirlenme karşısında dünya da boş durmuyor elbette. Dünyada yaşayan aklı başında nüfusun büyük bir bölümü, gelecek nesillerin sağlıklı devamı için büyük çabalar sarfetmekte ve bu çabalarını kitlelere yaygın bir şekilde ulaştırmak için mevcut bütün olanakları kullanmakta.
"Binyılın Ekosistem Değerlendirmesi Kurulu" diye bir kurul duymuş muydunuz? Ya bu kurulun hazırladığı rapordan haberiniz var mıydı?
Dünya çapında 1360 bilim insanının çalıştığı bir Dünya Araştırmaları Enstitüsü varmış ve aynı zamanda ekosistem değerlendirme kuruluymuş bu. BM örgütleri, uluslararası konvansiyonlar, sivil toplum kuruluşları, iş adamları ve yerel halkın katılımı ve desteğini de arkasına alan Dünya Araştırmaları Enstitüsü, ''Binyılın Ekosistem Değerlendirmesi Raporu''nun özeti niteliği taşıyan bir bildiri hazırlamış. Yüzyıllar içinde ekosistemde yaşanan değişimlere ilişkin bilgilere yer verilen bildiri Türkiye Bilimler Akademisi tarafından Türkçeye çevrilmiş.
Kısa notlar halinde bildirinin içeriğine değinmek gerekirse:
Bildirinin, su kullanımı ve barajlardaki su konusuna ilişkin bölümünde, son 40 yılda, nehir ve göllerden, sulama, konut ve endüstriyel kullanım için çekilen su miktarının iki katına çıktığı belirtilerek, ''Bunun sonucunda bazı nehirlerin suyu oldukça azalmıştır'' denilmiş. Bildiride, ''Hatta bir ara Çin'deki Sarı Nehir, Afrika'daki Nil ve Kuzey Amerika'daki Colorado Nehri, okyanusa kadar ulaşamamıştır. Şimdi nehirler, kabuklu deniz canlılarına, balıklara ve kuşlara yaşamlarını sürdürmeleri için besin desteği sağlayan çökeltileri daha az miktarda taşıyabilmektedir'' tespitinde bulunulmuştur.
Nüfusun büyük çoğunluğunun akarsulara ulaşabildiği ve temiz su kaynaklarının yüzde 40-50'sinin insanlar tarafından kullanıldığına yer verilen bildiride, 1960 ve 2000 yılları arasında rezervuar biriktirme kapasitesinin dörde katlandığı, büyük barajlarda biriktirilen su miktarının, doğal nehir yataklarında bulunandan 3 ila 6 kat fazla olduğunun tahmin edildiği belirtilmiş.
Bildirinin, doğadaki dönüşüm ve bozulmaya ilişkin bölümü ise şöyle:
''1950'den sonraki 30 yılda birçok alan, 1700 ve 1850 arasındaki 150 yıldan fazla oranda tarlaya dönüştürülmüştür. Bunun sonucunda şimdi dünyanın karasal yüzeyinin, yaklaşık bir çeyreklik bölümü yani yüzde 24'ü ekili haldedir.
1980'lerden beri Ekvator iklim kuşağında ve buna komşu (subtropikal) bölgelerdeki çamurlu kıyılarda, ırmak ağızlarında ve bataklıklarda sık ağaç türlerinden oluşan mangrov ormanlarının yaklaşık yüzde 35'i kaybedilmiş, dünyadaki mercan kayalarının yüzde 20'si imha edilmiş, diğer yüzde 20'si de bozulmuş veya tahrip olmuştur.''
Besin kullanımı ve düzeylerine de değinilen bildiride, biyolojik olarak kullanılabilen nitrojenin (azot) insan faaliyetleriyle, doğal süreçlerin ürettiğinden daha fazla üretildiği ve okyanuslara dökülen nitrojenin 1860'tan beri iki katına çıktığı ifade edilmiş.
Bildiride, fosforun daha geniş çevrelere yayılmadan uzun yıllar toprakta kalabildiğine işaret edilerek, fosforlu gübrelerin kullanımı ve tarımsal topraklarda fosfor birikimi oranının, 1960 ve 1990 yılları arasında yaklaşık üç kat arttığı belirtilmiş.
Deniz balıkçılığının aşırı avlanmaya maruz kaldığı vurgulanan bildiride ayrıca;
''İnsanlar tarafından avlanan balık miktarı 1980'lere kadar artmıştır, fakat şimdi kaynakların kıtlığından dolayı azalma eğilimi göstermektedir. Birçok denizde avlanabilen balığın toplam ağırlığı, endüstri balıkçılığının başlamasından önceki dönemde tutulabilen balık miktarının onda birinden daha azdır. İç sularda yapılan balıkçılık, özellikle yoksullara yüksek besin sağlamaktadır. Ancak bu da aşırı avlanmadan, doğal yaşam değişikliklerinden ve suların çekilmesinden dolayı azalmaktadır.'' gibi bulguların altı çizilmekte.
Başta da belirttiğim gibi, dünyanın güzel insanları boş durmuyor! Örgütlenip biraraya gelerek dünya mirasımız olan yaşamsal kaynaklarımız üzerine düşünüp çaba harcıyor. Bizlere düşen nedir diye sormadan geçmek istemiyorum!
Nedir bizlere düşen?
Eski coğrafya, tarih, biyoloji kitaplarımızı gözden geçirmenin zamanı gelmedi mi acaba? Klasik bilgilere ilaveten son yıllardaki bu gibi araşatırmaları içeren yayınları ders kitabı olarak çocuklarımıza okutsak olmaz mı? Afrika'nın bitki örtüsünü, Tunus'un buğdayını, Yeni Zelanda'nın tropik meyvelerini bir kenara bıraksak nasıl olur, artık hiçbir ülke o bizim okuduğumuz ders kitaplarındaki gibi beslenmiyor, tarım yapamıyor, eskisi gibi istediğini ekip biçemiyor. Tohumculuk ve ilaç kartelleri o ülkelerin başında azrailin kılıcı gibi, göz açtırmıyorlar. Değişti o eski bilgiler...
Ders kitaplarındaki pek çok bilgi değişti.
Biz değiştik.
Dünya değişti...
"Türkiye kendi kendine yeten pek az tarım ülkesinden biridir" balonu patlayalı ne uzun zaman oldu değil mi? Mısır, buğday derken bir zamanlar fazla üretimi sayesinde fırındaki bütün hallerini öğrendiğimiz mercimeğimizi bile dışarıdan alır olduk! Masal gibi bütün bu olup bitenler...
Neler oluyor?
Dünya fındığının yüzde yetmiş beşini karşılayan Türkiye, fındık alanında keskin bir dille istediği hakka sahip olması ve ipleri elinde tutması gerekirken ve de bu doğal hakkıyken nasıl oluyor da dünyada söz sahibi olamıyor, fındığı süprüntü bir meta haline getirtiyor onu anlamak gerçekten zor!!!
İtalya ve İspanya zeytinyağında dünya liderliğini ellerinde tutuyorlar ve zeytinyağına ilişkin bütün kriterleri belirleyen tek otör de kendileri. Kimseyi karıştırmıyorlar, her kural bu ikisinin dudağı arasında. Türkiye de zeytinyağı üretip ihraç etmesine rağmen diğer ikisinin çizdiği kurallar silsilesine uymakla yükümlü çünkü ipler onların elinde. Peki fındıkta ipler bizim elimizdeyken kurallar niçin başkalarının güdümünde?
Bir şey yapmalı!
Evet, bütün ders kitapları değiştirilmeli ve yeni dünyanın fakiri ezip geçen tarımsal politikalarının önü ve ardı deşifre edilmeli ve güvenilir dünya örgütlerinin raporları yeni ders kitabı olarak günümüz eğitiminde yerini almalı. Ders kitaplarında GDO tanımını yiyeceklerin içine karıştırılan lezzet arttırıcıları, raf ömrü uzatan insan ömrü kısaltanları ve zararlarını görmeyi istemek bütün herkesin hakkı olmalı.
Sadece tarımda değil, termik ve nükleer santrallerin zararları, rüzgar enerji santrallerinin faydaları, doğanın kirletilmesinin insan bedenine tahribatı okullarda yeni nesil insanlığa deneyimsel faaliyetlerle öğretilmeli.
Çocuk, bastığı ağacın dalından, ezdiği karıncanın yuvasından, oynadığı kibritin çıkaracağı yangından sakınmayı okulda öğrenmek zorundadır. "Ormanı sevgi korur" söylemi yetmiyor artık. O sevgi denen şeyin ne olduğunu yaşayarak öğrenmek zorunda çocuk. Sevginin kendisi olduğunu bizzat bilmek zorunda, yoksa "sevgi" uzaklarda onun dışında başka bir gölge olarak sürekli başka merciilere havale olacaktır!
Belki bu linkleri bilmenizde yarar olabilir.
www.sivilsesler.org
www.stgm.org.tr
www.bugday.org
www.gidahareketi.org
www.ascifok.com
|