Aylak Olmanın Hazzı
Yazının başlığına bakıp da sizden aylak olmanızı isteyeceğimi sakın ha düşünmeyin. Zaten yazıyı okudukça anlayacaksınız ki belirtmek istediğim, sözcüğün düz anlamı ile aylağın işi de değil. Her ne kadar sözlüklerde aylak; boş gezen, avare olarak tanımlansa da benim kastettiğim aylak tanımı, Walter Benjamin’in deyişiyle bir düşünür gezerdir.
Walter Benjamin, kapitalizmin yükseliş dönemlerine denk düşen 19. yüzyılın başkenti Paris'i anlattığı Pasajlar isimli kitabında, insanların giyiniş biçimlerinden, akşam işten dönen kalabalıklara, sokakların ışıklandırılmasına, kriminal durumları betimleyen yazılara kadar ele aldığı tüm konularla bir dönemde ve o dönemin kültür ayrıntılarında anlatmak istediğim düşünür gezer edasıyla dolaşır.
Kente yaptığı dokunuşlarla kendi kentli kimliğini oluştururken, kente yabancılaşmanın da önüne geçer. Tıpkı Montaigne’nin “Beni Fransız yapan Paris’tir” dediği gibi. Gerçektende bizi biz yapan, insanı insan yapan kentler vardır. Bazıları enikonu yer ederler insan yüreğinde. Yalnız insanlarıyla değil, bütün görüleri, konumları, suları, köprüleri, yapılarıyla, yaşattıklarıyla.
Şimdi konuya farklı bir noktadan girizgah yapalım. Yaşadığı kentin farkına varan kaç kişi vardır?, ya da onu tanımak için bir şeyler yapan?. Sabahları, gün yeni ağarmak üzereyken hiç sokaklara baktınız mı?. Kapılardan insanlar çıkar. İşlerine gideceklerdir. Kentin bin bir köşesinden yüz binlerce insan. Evlerinden işlerine doğru yol alırlar. Uykulu gözlerle etrafı seyrederler. Yolda geçen uzun saatler, bekleyişler ve trafik. Günlük koşuşturmalar iş mesaisi ile birleşince bu zaman günde on saati geçer. Uyku dışında geriye kalan zamanda çoğu insan yaşadığı kentin tadını çıkaramaz. Geçinme sorunsalını aşmanın getirdiği ağırlığın her gün kendini biraz daha fazla hissettirdiği, günümüz hastalığı olan stresin her köşe başını tuttuğu bu cehennemi andıran kentlerde insanlar zor şartlar altında yaşamak zorunda kalırlar. Oysa yaşadığımız ve yaşamak zorunda olduğumuz kent budur. Tarihi dokuyu duyumsayabilmek, bir tepeden uzakları seyredebilmek, sokaklarında soluklanmak, tarihi mekanlarında eski kentin izlerini aramak, bu kentte yaşayabilme mutluluğunu yakalamış insanlar için ne büyük şans. İşte bu nedenle, bizler, burada ve bu zamanda, güzel yaşamlar üretebilmenin yollarını bulmakla yükümlüyüz.
Kentli bugün sanal duvarlar arasında kendine ait bir büyük dünya yaratma peşindedir. Ama kalın duvarlar arasına hapsettiğimiz ruhlarımız kente dair izlerin çoktan esiri olmuşlardır. Görmek, bakmak, fark etmek, hükmetmek, mecbur bırakılmak, anlık mutluluklar, sanal ilişkiler, kalabalık içinde yalnız olma isteği, kızgınlık, öfke, şiddet, yetersizlik…. İşte düşünür gezer kentle ilgili birbirini tetikleyen, ezen, örten farklı duyguların çatışmalarını yaşamaya adaydır. Bunları yaşarken keşiflere açıktır. Yüzleri, yerleri gözlemlerken kişisel merakının peşinden gider. Bu nedenlerle düşünür gezerin yaptığı sanıldığı iş, işsiz ve aylak birinin uslubuna uygun değildir. O günlük turlarını bir çalışan titizliğiyle yapar. Bir anlamda, yaşadığı kentin derinliklerine dalmak olarak da açıklanabilecek gezintilerdir bunlar. Kaldırımlarda devriye gezen polisler, yollarda tezgah açan seyyar satıcılar, onları kovalayan zabıtalar, ilgi bekleyen sokak çocukları, piyangocular ve diğerleri; onun için sokağın giysileri gibidirler.
Bazen de kentlerin tadını en çok dışardan o kente ziyaret edenler çıkarır. Gözlemleri, yaklaşımları, belirledikleri ile. Belki de daha görmenin monotonluğuna kapılmamışlardır. Charles-Eduard Jeanneret, 1911 yılında Doğu ekspresi ile İstanbul’a geldiğinde, bu geziden geriye çok sayıda yapı ve kentsel alana ilişkin çizimler, çevre ve deneyimleriyle ilgili yazılı betimleme bırakır. İstanbul’da onu en çok etkileyen yalnız doğa ile kültürün değil, kültür çerçevesinde eski ile yeninin uyumlu ve özgün bir biçimde bir araya gelerek estetik duyarlılığı beslediği günlük yaşamın sıradan görüntüleridir. Boğaziçi’nde tanık olduğu bir olay bu durumu çok güzel özetler. Kayıkta birkaç kişi, yanlarında getirdikleri gramafonun dalgaların çırpınışlarına karışan sesi. Le Corbusier’e göre kendi banliyö kutucuklarının içine sıkışıp kalan Paris kentsoyluları böylesine inceliklerden habersiz yaşamaktadır. O İstanbul’un bugün dahi süren ruhunu o günden keşfetmiştir.
İnsanların kaldırım takıntısı olmalı. Sokaklarında kaybolmalı kentin. Kaldırımlarında gezinmeli, kalabalıklara karışmalı. Zira, cadde kenarlarını bir-iki santimlik yükseklikle konturlayan kaldırımlar, araçların hızla geçip gittiği caddelerden kurtulan insanların üzerinde soluklandığı mekânsal halleriyle, taşıdığı insan sayısı kadar da hikaye barındırıyor. İşte bu nedenlerden düşünür gezer amatör bir sosyolog, güçlü bir romancı, akıllı bir siyasetçi, aynı zamanda da güçlü bir belleğe sahip hikaye toplayıcısıdır.
erol.cinar@doruk.net.tr
|