ISSN 1308-8483
Gözgü / Azime AKBAŞ YAZICI
  Yayın Tarihi: 8.10.2009    


Gözgü

Ne var ? Neden deniz titriyor gözlerinde çocukların.

Kadın ikinci kapının arkasında konuşmasını sürdürürken diline dolanan sorulara ve sorunlara rağmen yağmurlu ve soğuk bir Mart akşamını düşledi…

Bütün çocuklar aynada sevdi kendisini.

Soluksuz gecelerin, ruhu arınmış masalından geçti kediler. Ne sıcak ve ne sarıydılar. Kapı gıcırdadı, aralandı…

Dışarıda fırtına iyiden iyiye çıldırdı, yağmur olanca hızıyla cama vurdukça iri ve yeşil gözlerini bitimsiz düşlerine ilikledi. Çığlık çığlığa bin defa vazgeçmek istedi yalanlarından, yapamadı.

Daha iyiyim…

Şimdi susmayı öğrenen, ölüm kokulu görevinden istifa etmenin vaktiydi. Orası çelik ve demir takvimiydi. Ansızın alışık olmadığı sevişmelerin ertesinde kapanan çiçeklere bir gülüş bıraktı. Bir kez daha titredi deniz, çocukların gözlerinde…

Birinci kapıyı neden atlamıştı, sızı veren akide şekerlerinin altın yaldızlı kağıtlarını süpürdüğü için mi!? Yoksa kıpkızıl bir gülün çürümesine tanık olmak istemediğinden mi?

Zamanın en orta yerinde uyuyarak geçirdiği günlerini doladı diline. İkindi nöbetlerinin sancısını limana dönen yorgun gemiler gibi öteledi bir kez daha. Yavaş yavaş kırık bir çocukluktan geçti. Boyaları dökülmüş, ıslak gözlerini uyuşana kadar açık tuttu. Elma ağacının gölgesinde unuttuğu akik düşlerine mendilinden üç karanfil düşürdü.

Bir, iki, üç…

Canı yanıyor, ağır aksak uykular pamuk ipliği ölümlerin üzerine kurşun gibi tüyler indiriyordu. Başını yastığa koydu, yıldız tozu dökülmüş ay güzeli gamzelerinde kanatlandı serçeler…

Şimdi daha iyiyim…

Gecenin öyle bir yerinde gök gürledi ki , perdelerde gölge oyunu resimler Kuğu Gölü Balesinden fırlayıp gelen balerindiler. Yıldızlar döküldü okunmamış mektuplardan. Çözüldüler…

Ay, yorgun bir hüzün müdür?

Anlatabilsen keşke. Hiçbir renkte değildi. Hiçbir yerdeydi…
Dalında kırılan çiçeklerin en zorlu direnmesiydi insanın yirmili yaşları. Mayıs türkülerinden geçen, deli sular gibiydi gözleri. Perdede köşe kapmaca oynayan gölgelerin içinden geçti. Çöllerden, dağlardan, akbabalardan…

Nefesini tut, hadi…

Yorgun ay bitkilerin ve kuşların, suyun ve toprağın şiirini okuyacak kulağına. Sesi kırılacak son dizelerin. Esneyecek kedi. Ardından hastalıktan kalkar gibi iz bırakacak ay ninnisi.

Kadın daha güzel rüyaların kendisini uykusunda sardığını düşünerek ürkek bir öpücük diledi rüzgârdan…

Uçurumun kenarından iyiden iyiye uzaklaştığında, ölü dalları temizledi içinden. Varlığının cömert bir sevgiyle evrene kıpkızıl bir ay sunacağını, hayata gözlerinden yağmurlar akıtacağının sevinciyle sustu.

İkinci kapının arkasında sonsuzlukla sohbetini bölen tekirin tırnağı kırmızı bir leke bıraktı sağ elinin üzerinde.

Kendini benden üstün görme kedi, sana uzun ve hastalıklı bir ömrün geriye kalan çizgilerinden dona kalmış masallar anlatıyorum. Dile gelen ruhumun boğazıma tıkadığı sürüklenmelerimi üstlenme, sadece dinle.

Tekir esnedi ve ayaklarının dibine kıvrıldı. Tüylerini yalayarak patileriyle yüzünü ovuşturdu, uyudu.

Bizi koyup giden çocukluğumuzun kokusunda boş yere arar dururuz horoz şekerlerini, macun tablalarını. Basma entarimizin desenlerini seçtiğimiz Sümerbank kokusunu. Tekir gerindi, etrafını kısık gözleriyle şöyle bir taradı ve başını ellerinin arasına gömdü.

Ölesiye özlediğiniz bir şeyler var mı?

Yarım kalmış şiirlerden başka…

Durmadan kendini iyi hissetmeye çalışması kendine ve değişimine yetişememesinden miydi?...

Yaşamak bir sanattı ve bunu en iyi şekliyle yapmalıydı. Fazla kaçırdığı her şey için pişmanlık duymamalı, dünyayı tersine çevirmeye çalışmamalıydı. Durmadan kendisini gözetleyen korkularının üzerine gitmesi gerektiğini biliyordu. İçinde, yüzüp aşması gereken derin ve lacivert okyanusun dalgalarıyla savaşmalı, geniş ovaların bahar çiçeklerine ulaşmalıydı.

Uyuklamamalı ve yeni sular görmeliydi. Çocukluğunu tam olarak yaşayamamış, olgunlaşmadan toprağa düşen ham bir meyve gibi kaldığı hayatın içinde sürekli yaralanır olmuştu. Sudan suya koşarken, aydan düşen ışıkları tutamamış her şeye yabancılaşmış, kendini tanıma peşinde uçurum kıyılarında açmıştı gözlerini. Süslü konuşmalarından sıkılmıştı bilgiç insanların. Örtülü sözlerin gizini çözememiş, sus olmuştu kendine.

İsterseniz bırakırım bütün kapıları size…
Kelebeklerimi salarım öykülerinize…

Uzak denizlere rüzgâr vurduğunda, elbet saçlarım kavrulacaktır benim de…

Buradayım ey aşk, gücünü göster. Tut ellerimden, soluksuz kaldığım bu odayı çek al görüntümden. Sevgi ektiğim topraklarımda biten kaktüsler batıyor gözlerime, kanıyor her yanım. Yenilmeyeceğim yalnızlığa…

Yüzünü ellerinin arasına aldı ve gökyüzünün sonsuz maviliğinde ruhunu özgür kılmak istedi.


Kadın kendisiyle savaşmaktan yorulduğunda, terini toprağa akıtır parmakları kanayana kadar uğraşırdı tohumlarla, köklerle. Uzak bahçelerin köpeklerinin havlamaları karışırdı gün doğumu nöbetlerine. Ayağına geçirdiği lastik çizmesi ve eski giysileri içinde onu kendinden geçmiş bir şekilde toprakla uğraşırken görürdü köylüler. Kendilerinden farklı olduğunu bilirler ama kim olduğunu merak etmezlerdi.

Gözlerini pencereden bulutlara çevirdi, kanayan bir yanı vardı anılarının, kızını özlediğini fark etti.

Kocası sık sık arkadaşlarını yemeğe getirir ve önceden haber verme gereği bile duymazdı. Eşinin sorumsuzluklarına sesini çıkarmaz içten içe bir şeyleri eksiltirdi derinlerinde. Görevi olduğu üzere sofrayı hazırlar, aklını yeni yeşeren fidelerinde bırakarak konukların içki ve mezelerini hızla masaya yerleştirirdi. Bu arada eşi de sevgili dostlarını bahçede gezdirir onlara yeni arabasının özelliklerini anlatırdı.

Bir gün mutlaka benim de kanatlarım olacak diye geçirdi içinden ekmek kırıntılarını serçelere atarken…

Ada nerelerdeydi acaba, neler yapıyordu. Çok özlemişti onunla sohbetlerini, kahkahalarını. Esmeyi anlatmasını özlemişti en çok… Beyaz bir kuş anısına sözü vardı özgür günleri anlatmaya…

Aşk adına söz verdiğim geçmişimin alnından öpmeliyim. Türkü dolu ömrümün renk bulaşmış gözlerinin ferinden akan tutuk çocukluğuma dönmeliyim…

Kadın, kapıyı çekip çoktan içkinin etkisiyle kendilerinden geçip gecenin sessizliğini yırtan(,) erkek seslerinden hızla kaçarak bahçesinin en kuytu köşesine çekildi. Arap peşi sıra onu takip ederken bir şeyler olacağını hissetmişti.

Herkes şarkılarımı vurdu Ada, sesim çıkmıyor duygudan yana… Yarın bir küçük valizle kapını çalacağım bekle beni…

Sabah gün doğarken düştü yola, ilk geçen minibüse atladığında henüz gün yeni doğuyordu…Geride asla ismini koyamadığı bir ömür bırakıyor ve kekeme diline takılan şarkıları haykırarak söylüyordu.

Ardıçlara tohum getiren kuş ben demedim mi sana gecikme diye. Demedim mi yeşillenmez sonra ağaçlarım…

Bir aşk masalından geçmez rüzgârlar sonra. Karanlıklara gizlenir çocukların ninnileri. Kumrular nakış nakış işlemez olur gülleri etaminlere. Ah benim kara mı kara gözlü kuşlarım, tüylerini öpe koklaya uğurlayan kuşlarım. Boynu bükük gecelerde dili kan, gagası lâl kuşlarım…

Sürgün yaşamın güneşe hasret sabahlarında, kıyısız gözlerini güneşlendiren kuşlarım. Yazmadan edemediğim mavi düşlerim, yıldızlı gecelerin tarif edilmez hasretiydiniz.

Dizeydiniz dilime, şiirime. Yeşillendiniz kuşlarım. Niceleri geldi de siz neredeydiniz ardıç kuşlarım…


_ Adam mı !...

Hiçbir zaman anlayamadığı Toprak için serçeleri besliyordu son kez…

Kapı kapandı. Gözgüde bir gölgeydi kadın…



*KUM Edebiyat Dergisi Sayı:51 2009


Azime AKBAŞ YAZICI

www.azimeayazici.blogspot.com


1833










   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)