ISSN 1308-8483
Arzudan tutkuya, tutkudan yüceltmeye: Masumiyet Müzesi ya da Bir Takıntının Romanı / Zerrin SOYSAL
Zerrin SOYSAL    
  Yayın Tarihi: 13.10.2009    


Arzudan tutkuya, tutkudan yüceltmeye: Masumiyet Müzesi ya da Bir Takıntının Romanı

Orhan Pamuk’un müjdesini epeyce önce verdiği roman nihayet okuruna ulaştı ve beklendiği gibi çok satanlar listesinde yerini aldı. Nobel ödülünün ardından gelen ilk kitap olmasının yanı sıra, on dokuzuncu yüzyılın büyük romanlarını andıran boyutları ve hikayesiyle de özel bir roman Masumiyet Müzesi. Beklendiğine değip değmediği konusuysa Türk okurunu ve edebiyat çevrelerini epeyce yoracak gibi.

Romanın omurgasını oluşturan hikâye oldukça basit. Genç bir erkekle, uzaktan akrabası kız arasında cinsel çekimle başlayan ilişkinin beklenmedik bir ayrılık nedeniyle yoğun bir tutkuya dönüşmesi anlatılıyor. Olay örgüsü de son derece yalın, düz bir çizgi üzerinde ilerliyor. Yakınlaşma, kayboluş, bekleyiş, ayrılık olarak kabaca dört bölümde incelenebilecek olan roman, bölümlere ayrılan sayfa sayısı, olayların açılımı, düğüm noktalarının yerleştiriliş biçimiyle büyük gişe başarısına ulaşan filmlerin senaryolarıyla paralellik içinde. Sayfa planlamasında dikkate alınan garantisi kanıtlanmış matematiksel planlama hikayenin içeriği açısından da geçerli. Roman, etkileyici bir aşk hikayesinde bulunması beklenen bütün unsurlara sahip ve sık kullanılan şablonlara yaslanıyor. Kitabın sıradan okurun gönlünü çelmesinde, defalarca sınanmış bu ölçütlerin büyük payı olsa gerek.

Başlangıçta mutlu bir çift oluşur; evlenemeyeceklerini anlayan kadın kayıplara karışır. Epey sonra birbirlerini bulup mutluluğu yakalamışken araya aşılmaz bir engel girer ve aşıklar ebediyen ayrılır. Umuda yer bırakmayan bu ayrılık hikayeyi akıllara kazıyacak trajik sonu oluşturur. Masumiyet Müzesindeyse başka bir amaca daha hizmet edip anlatıcının yıllar boyu biriktirdiği nesneleri sergileyeceği bir müze kurmasına gerekçe sağlamaktadır. Yıllar sonra ziyaretçilerin kuyruğa girip bekleyerek, heyecanlanıp duygulanarak seyretmesi arzulanan bu eşyalar, sevgililerin bir araya gelebilseler ne yapacaklarını bilemeyecekleri çerçöpten ibarettir aslında. Ölümsüzlüğe ulaşması istenen bütün aşk hikayelerinin kaçınılmaz sonu, bu ıvır zıvıra hak ettiklerinin çok üstünde bir değer kazandırırken, kavuşmanın ardından doğal bir yıpranmayla tükenecek duyguları da yüceltip, kutsallaştırır. Kitabın satış başarısını garantiye alan bu yüceltmeden baş kahraman Kemal de nasibini alıp bir çeşit çağdaş Mecnun mertebesine çıkar. Birçok okuru gözyaşlarına boğan son, romanda sıklıkla sözü edilen, Yeşilçam’ın bekaretini korumayı beceremeyen kızlara layık gördüğü cezayla da örtüşür. Orhan Pamuk, hikâyesini bu şekilde sonlandırarak birkaç kuş birden vurmuştur.

Yazar bu romanında da üst kurmaca yöntemini kullanmıştır; ancak hikayeyi gerçek kahramanın ağzından değil ikinci elden dinlediğimizi metnin sonlarına doğru öğreniriz. Orhan Pamuk’un çok sevdiği, kullanmaktan vazgeçemediği başka unsurlar da yer alır romanda: Kaybolma ve arayış motifleri. Kara Kitap ve Yeni Hayat romanlarından aşina olduğumuz bu arayışa ayrılan sayfalar çok güzel betimlemelerle doludur. Yazar İstanbul’un yoksul semtlerinin sokaklarını anlatmaya kendini öylesine kaptırmıştır ki, romanın bu anlatıya ne kadar gereksinim duyduğuna, hikayenin ve kahramanın gerçeğiyle uyuşup uyuşmadığını çok da önemsememiş gibidir. Kemal aradığı kişinin hayatı boyunca adım atmadığı, atma olasılığı da çok küçük olan bu yerlerde kurgu gereği değil sırf yazarın gönlünü hoş etmek için dolaşıyordur sanki. Pamuk bir ara anlatmanın sarhoşluğundan kurtulup kahramanın kızı bulmak için başka yöntemleri de denediğini birkaç satırla açıklar ama adet yerini bulsun diye yapılmış izlenimini veren bu açıklama inandırıcı olmayı başaramaz.

Orhan Pamuk’un anlatmayı çok sevdiğini önceki kitaplarından biliyoruz. Bir kere başlayınca durmak bilmez. İnsanların zaman kazanmaya değil zaman öldürmeye çalıştığı dönemlerin meddahları gibi anlatır da anlatır. Romanın en uzun bölümü olan ve gerçek zamanda sekiz yıllık bir süreyi kapsayan bekleyiş bölümü her biri bağımsız da okunabilecek , deneme tadında anlatı parçalarıyla doludur. Olayların gelişimini merak eden çoğu okurun atlayacağından kuşku duymadığım bu bölümlerin özellikle bazıları büyük bir ustalıkla yazılmıştır. Üslup o kadar etkileyicidir ki, aynen arayış bölümünde olduğu gibi hikayeye sağladığı katkı, olay örgüsüyle örtüşüp örtüşmediği ikinci plana düşer.

Karakterler, kavramlar ve inandırıcılık sorunu:

Aşağıda daha ayrıntılı değineceğim dil yanlışlarının metne yansıyan sonuçları sadece cümlelerin anlamını bozmakla sınırlı kalmaz. Sıfatların özensiz seçimi, zıt anlamlar içeren ifadelerin arka arkaya sıralanması roman kişilerinin kimliklerini belirsizleştirir. Hikaye başından sonuna kadar kesin tarihler ve açık adres verilerek anlatıldığı halde okurun imgeleminde netleşemez bir türlü. Karakterler Kaf Dağının ardında yaşayan Zümrüdü Anka kadar uzak, yabancı ve anlaşılmaz kalır. Bu yabancılaşmada kullanılan dil kadar yazarın hangi okuru hedef aldığı da çok önemlidir. Roman Türkçe yazılmış olmasına karşın dünya ölçeğindeki toplam okur kitlesi içinde çok küçük bir azınlık oluşturan Türklere yönelik bir anlatı olmadığını her satırında hissettirir. Egzotik olma çabası o kadar yoğundur ki ne karakterlerle ne de hikaye edilen olaylarla yakınlık kurabiliriz. Romanda olup bitenler geçmişte Osmanlı başkentine adım atmadan Harem resimleri yapan Avrupalı ressamların tabloları kadar gerçektir.

Romanın temel karakteri Kemal, Amerika’da İş İdaresi okuyup babasının kurduğu pazarlama şirketinin başına geçmiştir. Nişantaşı’nda yaşayan benzerleri gibi gezen tozan, çapkınlık yapan, hayatın keyfini çıkaran otuz yaşında bir gençtir. Giyim kuşam konusuna değme kadınlara taş çıkartacak düzeyde hakim, karşısındaki kadının ne marka ruj kullandığını bir bakışta anlayacak kadar dikkatlidir. Her fırsatta Türkleri Avrupalılarla kıyaslar. Türk Sanat Müziğini dinlediği bütün şarkıların bestekarını bilecek kadar tanır. Tarih bilgisiyse oldukça ilginçtir. Osmanlı Tarihine o dönemden kalma binaların geçmişini açıklayacak kadar hakimken Cumhuriyet dönemi bilgileri kulaktan dolmadır.

Yaşama karşı duruşu belirsizdir. İş disiplini, kadınlara yaklaşımı, ailesine bakış açısı, değerleri…Verilen bilgiler o kadar çelişkilidir ki onları birleştirerek bir kişilik oluşturamayız, ya da gözümüzde canlanan karakterle Kemal’in davranışları uyuşmaz, ters düşer.

Romanda ben anlatısı kullanıldığı, diğer karakterleri Kemal’in gözüyle tanıdığımız için onları anlamamız iyice zorlaşmıştır. İlişkinin kadın kahramanı Füsun, Kemal’in gözünde ‘güzel, masum bir yavrucaktır’ örneğin ama yine Kemal’den öğrendiğimiz davranışları değerlendirildiğinde farklı bir kimlik çıkar karşımıza. Romanın temel izleği olabilecek kadar önemsenmiş, sayfalar boyunca anlatılarak o yıllarda son derece önemli olduğu kafamıza kazınmış bekaret gerçeğine karşın başka bir kadını sevdiğini çok iyi bildiği Kemal’le sevişir. Füsun’un, arzusunu hissettiren ama çok da ısrarcı olmayan Kemal’le ikinci buluşmada sevişmesine gerekçe oluşturacak tek cümle yoktur romanda. Başlangıçta yinelenip, vurgulanarak anlatılan Hazreti İbrahim’in oğlunu kurban etme hikayesi Füsun’un bekaretini Kemal’e teslim etmesi için çok uygun bir metafor olabilecekken olmamış, yazar bu miti tekrar tekrar anlatmasına karşın kullanmamıştır. Füsun Kemal’le bir kurban teslimiyetiyle değil bekaretini kurtulması gereken bir yük gibi görerek sevişir. Bu davranışını anlamlı kılacak bir sevgi de duymamaktadır üstelik genç adama.Anlık bir arzuyla yakınlaşır, ardından her gün buluşup sevişmeye başlarlar. İlişkileri epey ilerledikten sonra “ Ben sana âşık oldum,” diyerek bundan sonrasının ne olacağını sorar. Kemal’in nişanlısını bırakmayacağını anlayınca da hemen başka biriyle evleniverir. Bir kurbanın tavrı değildir bütün bu olup bitenler, aşk hiç değildir.

Füsun karakterindeki tutarsızlık bu kadarla kalmaz. Kemal’in Çukurcuma’daki eve gelmeye başlamasından sonra sergilediği tavır da karmaşıktır. Kocasını seviyor ve mutlu gibidir ama Kemal’e de ilgi gösterir. Asıl hayali oyuncu olmak gibi görünürken o konuda da ısrarcı olmaz, çabalamaz. Hatta hayalini gerçekleştirmek için her iki erkeği de kullanıyormuş gibi görünür bazen ama bu istek bile net değildir.

Füsun ve annesinin romanda gerçekçi bir biçimde sunulamamasında yazarın kadın ruhunu yeterince tanımaması, onlara tarafsız bir gözle bakamaması da bir etken olabilir. Annesi, Sibel ya da Belkıs gibi hikayede tek boyutlu kimlikleriyle yer alan kadınları anlatırken çok başarılıdır örneğin; ancak onları derinlemesine irdelemeye kalkıştığında erkek bakış açısı devreye girer. Füsun, roman boyunca karşılık bulamayan aşkının intikamını almaya çalışan birinden , film yıldızı olmak için her şeyi yapabilecek hırslı kadına uzanan geniş bir yelpazenin iki ucunda gider gelir. Onunla ilgili elimizdeki en net bilgi çok güzel olduğudur ki bu da bir karakteri canlı kılmak için yetersiz bir veridir. Füsun’un en çok vurgulanan özelliğinin görünüşü olması feminist bakış açısından çok anlamlı bir göstergedir elbette ama bu yazının konusunu oluşturmaz.

Füsun ve Kemal karakterlerindeki bu belirsizlikler hikaye edilmeye çalışılan aşkın inandırıcılığına büyük darbe vurur. Kemal’in tutkusunun iki yanı da yakıp kavuran bir ateş mi , yoksa tek taraflı mı olduğunu anlayamayız bir türlü. Belki ortada bir tutku falan da yoktur da Kemal içinde gizlenen bir meczubun peşinde dolanmakta, boş yaşamına bir anlam aramaktadır. Bazı bölümlerde acı çekmekten zevk alan, kendisine eziyet etmekten hoşlanan ve acısına gerekçe olarak da uzak akraba kızına duyduğu tutkuyu kullanan garip bir kişilik sergiler. Hedefi belirsizleşir. Acı kelimelerdedir, romanın atmosferine yansımaz. Tıpkı aşk gibi… “Aşk” da kelime olarak satırlarda defalarca yerini aldığı halde romanın hiçbir yerinde varlığını hissettirmez. Aksine romanın sayfalarında nefes alıp veren tek duygu, alttan alta yürüyen izlek sevgisizliktir. Duygular sahtedir, herkes “mış gibi” yapar. Nişantaşı çevresinde başarıyla sergilenen “mış gibi” yapma oyunu yüzünden bunalan Kemal kendini Çukurcuma’ya biraz da bu yüzden atmış gibidir ama orada da durum değişmez. Peyami Safa’nın Fatih- Harbiye romanını andıran bir biçimde iki farklı yaşam tarzı arasında kıyaslama yapılır sürekli; ancak iki yaşam biçimi de birbirinden sahte, birbirinden riyakardır. Kemal’in kutsal bir yere girer gibi ayak bastığı Füsun’un evinde ayrı bir tiyatro sergilenmektedir. Evdeki herkes bildiği şeyleri bilmezden gelir, gördüklerini görmemiş gibi yapar. Burada en anlaşılmaz, dönemin ahlak normlarına hiç uymayan rol İç güveysi Feridun’a düşmüştür. Yıllarca karısının eski sevgilisiyle karşılıklı yemek yer, gezer tozar, yaşamını paylaşır. Kıskanmak, Kemal’in evdeki varlığını sorgulamak aklına gelmez. Mezhebi geniş biri olduğunu ya da para beklentisiyle sustuğunu düşünebiliriz ama değildir. Yıllarca peşinden dolaşıp zorlukla elde ettiği söylenen karısını kıskanmayan adam gelgeç bir ilişki yaşadığı Papatya’nın Kemal’le sohbet etmesinden rahatsız olur.

“-Mış gibi” yapma, bekaretin kadın erkek ilişkilerine damgasını vurması gibi kavramların yanı sıra romanda sık sık karşımıza çıkan bir başka izlek daha vardır: Türk- Avrupa, Doğu- Batı karşıtlığı. Anlatıcı roman boyunca Türkleri birbirinin kopyası bireylerden oluşan homojen bir insan topluluğu olarak gösterir. Her Türk erkeği sigarasının külünü camdan aşağı silker örneğin. Biyoloji terimleriyle konuşursak, İnsan familyası Avrupalı ve Türk olarak iki türe ayrılmıştır da müzenin rehberi ziyaretçilere Türk türünün belirleyici özelliklerini açıklıyordur sanki. Bu karşılaştırma Amerikan yaşam biçimiyle yapılsa, kahraman orada epeyce kaldığı için bir karakter özelliği olarak doğal karşılanabilirdi. Ancak kitapta hikâyeyi kesintiye uğratacak kadar sıklıkla karşımıza çıkan bu karşılaştırmaların Kemal’in kişiliğiyle doğrudan bir bağlantısı yoktur. Batılı okurun gönlünü hoş etmek için yazılmış gibi görünen bu saptamalar esas metne yer yer yama gibi eğreti bir biçimde eklenmiştir.

Anlatım dili açısından roman:

Orhan Pamuk Türkçeyi kullanma becerisiyle tanınan bir yazarımız değil. Bu romanı da okurun dikkatini dağıtan, okuma zevkini kesintiye uğratan, anlam kaymalarına neden olan Türkçe hataları içeriyor

Daha ilk satırda karşımıza çıkan “bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi?” benzeri öznesi yüklemi kaymış, anlamı bulanıklaşmış cümlelerle roman boyunca, sık sık karşılaşırız. Bazı cümlelerde yine dil özensizliği nedeniyle yazarın niyeti ile metnin anlamı çatışıp okurun çelişkiye düşmesine yol açar. Örneğin, “annem bayramlarda kristal bardaklar ve gümüş tepside nane ve çilek likörü sunma adetini yasaklamıştı” cümlesinde Kemal likör içilmesinin yasaklandığını anlatmak istemekte ama cümle yanlış kurulduğu için likörün kristal bardak ve gümüş tepsiyle servis edilmesinin yasaklandığı, başka bir biçimde sunulursa içilebileceği sonucu çıkmaktadır. (Sayfa 44)

Başka bir cümlede “eve dönüş yolunda hâlâ yanmamış eski paşa konaklarının bahçelerinden”(Sayfa 87) söz edildiğinde konaklar yanması arzulanan nesnelere dönüşür. Oradaki “hâlâ” yerine “her nasılsa yanmamış” kelimeleri kullanılsa Kemal konakların yanmasından zevk alan bir “piroman” olmaktan kurtulacaktır. Yazarın kendi yarattığı kahramana yaptığı azizlik bu kadarla kalmaz. Bir yandan, aşık olduğu kadına sarkıntılık ettiği için birlikte iş yaptıkları Turgay Beye büyük bir iş anlaşmasını feshedecek kadar öfke duyurur, öte yandan da “aklı işinde olan bu çalışkan ve dürüst adam” diye söz ettirir.(Sayfa 190) Kemal gerçekte Turgay hakkında ne düşünmektedir? Sevdiği kadına cinsel tacizde bulunan adamdan “dürüst” diye söz eden birinin değer yargılarıyla ilgili okur nasıl bir yorum yapmalıdır ? Zavallı Kemal, çileli okur!

53.Sayfadaki “diğer tek değişiklik” ibaresinin sadece yazarın değil düzeltmenlerin de gözünden kaçmış bir yanlışlık olduğu kanısındayım.

Kapıcının karısı ve evin hizmetçileri Hilton’daki nişana “şık” kıyafetlerle gelirler. Hanımlarının hediye getirdiği başörtüleri bağlayıp en temiz pak kıyafetlerini giymiş o insanların bütün İstanbul sosyetesinin katıldığı bir partide “şık” olarak nitelendirilemeyecekleri aşikardır oysa.

“Kemal’in gözünden yaşlar tek tek, ağır ağır fışkırır.”(sayfa 183) Fışkırmak ve ağır ağır kelimeleri zıt anlamlar içerdiklerinden Kemal’in nasıl ağladığını bir türlü anlayamayız.

Bir yazarın dille oynaması, yeni kavramlar üretmesi işinin doğası gereğidir ve dilin zenginleşmesi açısından bir bakıma görevidir de. Ancak kitapta geçen “Kadife kıvamı”(sayfa 38), “kurşun kalemin akıllı ucu”(sayfa 58), “ezilmiş mutfak fayansı”(sayfa 206)gibi ilginç tamlamalar bu amaca hizmet etmediği gibi kafa karışıklığına da neden olmaktadır. (sayfa 121) Beni, bana, ben, bende, o, onu, onda, ona kelimeleri bıktıracak kadar çok yinelenmiştir. Ve tekrarlar…Bazı tanımlamalar, duygular o kadar çok tekrarlanmıştır ki , yapmak istedikleri vurgu bir yana, anlamlarını yitirip hiçbir şey ifade etmez hale gelirler. Örneğin Kemal’le Füsun’un ilk sevişmelerinin anlatıldığı bölümde Kemal “sonuna kadar gidebilecekleri” hissine dört ayrı defa kapılır. Bu duygu defalarca tekrarlanacak kadar önemli olabilir ancak her seferinde aynı kalıbın kullanılması sıkıntı verici bir hal alır.

Rahatsızlık veren bir başka vurgu da tarihlerle ilgilidir. Anlatıcının Müze gezerlere bilgi aktardığı bölümlerde net tarihler vererek konuşması doğaldır; Kemal’in tutkulu bir biçimde Füsun’un eşyalarını biriktirirken her anı günü gününe hatırlaması da takıntının boyutlarını sergilemek açısından gereklidir. Ancak yazar, bakın ben çok ince hesaplar yaparak yazdım, eserimde en ufak bir tarih kayması yakalayamazsınız, dercesine neredeyse bütün kahramanlarını kesin tarihler verdirerek konuşturur. Metnin gereksinimi olmadığı yerlerde de sürekli belirtilen bu rakamlar diyalogların doğallığını bozmanın yanı sıra anlatının dilini de yer yer tarih kitabı kuruluğuna indirger. Kemal’in ikide birde yaş farklarından söz etmesi, kimin hangi tarihte hangi okula gittiğini vurgulayarak belirtmesi bir inandırıcılık telaşı izlenimi yaratmaktadır. Kitabı eline alarak ikna edilmeye hazır olduğunu bütün iyi niyetiyle ortaya seren okuru bu kadar zorlamaya neden gerek duymaktadır yazar? Metninin inandırıcılığından kuşkusu mu vardır?

Ya o markalar? 586 sayfanın tamamına serpiştirilmiş onlarca marka…Kahramanın çocukluğundan beri Şoför Çetin Efendinin kullandığı aile arabasının 56 model bir Chevrolet olduğu o kadar çok tekrarlanmıştır ki otomobil romandaki bütün kahramanlardan rol çalıp baş köşeye kurulmuştur neredeyse. 56 Model Chevrolet o yıllarda bir zenginlik göstergesidir ve bu anlamda belirtilmesi doğaldır ancak neden defalarca? Neden otomobile hemen her binişte vurgulanarak?

Marka belirtme arabayla sınırlı değildir. Bazı bölümlerde her sayfada bir markayla karşılaşırız. Giyim, koku, su, makyaj malzemeleri, dondurma, mağaza, şirket… Akla hayale gelebilecek her türlü eşyanın markası bildirilir. Yazar bu markalardan söz etme işine kendisini o kadar kaptırmıştır ki şöyle cümleler çıkar ortaya: “On yıl sonra kendisinden ölçüsüz bir rüşvet isteyen gümrük bakanına, üzerinde bir Antep manzarası olan koskocaman bir baklava kutusu içinde deste deste dolar ikram eden ve aralarındaki samimi konuşmayı, koltuk altına Gazo Marka sargı beziyle tutturduğu ses kayıt aracına kaydedip kamuoyuna açıklayarak , gazetelere “bakan düşüren tüccar” sıfatıyla geçen babamın ithalatçı arkadaşı, beyaz smokini, altın kol düğmeleri, manikürlü tırnakları ve sıktığı elimden hiç çıkmayan parfüm kokusu ile hemen hatıralarıma karıştı.”(sayfa 144) Ses kayıt cihazının Gazo Marka sargı beziyle tutturulmuş olması en önemli unsur gibi cümlenin göbeğine yerleşince asıl anlatılmak istenen konu ister istemez gölgelenir, önemini yitirir.

Bitki isimleri konusunda ise markalara gösterilen dikkatin aksine bir özensizlik vardır. Sayfa 118 de “Tavşan kulağı saksısının geniş yaprakları arasında saklanmaktan” söz eder Kemal örneğin ama adı geçen bitki en fazla on beş- yirmi santim yüksekliğinde, yaprakları avuç içi kadar minik bir süs bitkisidir. Sayfa 458 de geçen “deve kulağı” da kırlarda yetişen, salonlarda yeri olmayan bir ottur. Sanırım burada yazarın sözünü etmek istediği o yıllarda tıpkı kauçuk gibi şık mekanlarda yetiştirilmesi çok moda olan deve tabanı bitkisidir.

Dil kullanımındaki özensizlik diyaloglara da yansımıştır. Romandaki bütün karakterler aynı biçimde konuşurlar. Kişilikleri, eğitim durumları, sosyal konumları dillerine yansımaz. Yazar bize Füsun’un on sekiz yaşında olduğunu söylemiştir örneğin ama kız o kadar bilgiç sözler sarf eder ki gözümüzde ister istemez feleğin çemberinden geçmiş bir kadın canlanır. Kucağa alınacak yaştaki komşu çocuğu yaşlı adam cümleleriyle konuşur .Hele Şoför Çetin Efendi’nin bir Hazreti İbrahim hikayesi anlatması vardır ki bir üst cümlede adı geçmese kolaylıkla bir din alimi vaaz veriyor sanılabilir.

Özetle, birbirinden bağımsız çok güzel bölümler içeren Masumiyet Müzesi sık kullanılmış bir hikayeyi farklılaştırarak büyük bir roman olma, edebiyat tarihine eşyalarda yaşattığı tutkuyla geçecek ölümsüz bir kahraman kazandırma şansını kaçırmış görünmektedir. Belki de Yazarın asıl amacı, müzesi de olan başarılı bir roman yazmak değil, kurmayı planladığı müzenin eşyalarının değerini arttıracak bir hikaye oluşturmak, biriktirdiği gündelik eşyaları bir efsanenin parçası kılmaktır. Gerçek amaç bu bile olsa edebiyatımızın önemli bir yazarından beklenen daha iyisidir.

Basit bir benzetmeyle edebiyat insana kendisine farklı açılardan bakabilmesine olanak veren bir ayna tutmaksa Masumiyet Müzesi’nin okura sunduğu bir lunapark aynasıdır. Parlak yansımalarla dolu ancak gösterdiği nesneyi bulanıklaştıran, onu eciş bücüş, ne idüğü belirsiz bir şekle sokan bir ayna.

15 Aralık 08


Zerrin SOYSAL



2038










   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)