BU DEFA YENİFOÇA
1982 senesiydi, yaşım sadece on. İlkokul sıralarında kolej sınavlarına ufaktan ufaktan hazırlanmaya başladığım günler. Sınıf arkadaşım Arzu’nun annesiyle yakın olan sevgili annem, babamla görüşüyor ve bir gün haber bana da ulaşıyor: Bundan böyle yaz aylarımız Yenifoça’da geçecek. O ne büyük mutluluktur, o ne büyük keyiftir. İşte o günlerden beri, bir başka deyişle çocuk yaşlarımdan beri bu suya aşığım.
Benim adımımı attığım Yenifoça’nın bugünküyle uzaktan yakından alakası yoktu. Öylesine küçük ve geri kalmıştı ki, Eskifoça yanımızda kocaman bir şehir gibi gözükürdü bana o yıllarda. Arada sırada akşamüstü vakti arabaya atlayıp Eskifoça’ya gelmek önemli bir geziydi gözümde. Üstelik muhteşem manzarasının bir benzerini görmediğim ve hatta tahayyül dahi edemediğim koylarla süslü bugünkü yol da yoktu o günlerde. Yenifoça’dan Bağarası’na gider, oradan Eskifoça tarafına kıvrılırdık. Sonraları bugünkü yol açıldı ve ben bazen bisikletle, bazen motorla bazen de yürüyerek defalarca her koya adım attım ve her defasında birbirinden güzel balıklar tutarak ev halkını mutlu ettim. O dönemde koylarda da hiçbir yapılaşma yoktu ve adeta tüm koylar benim ve arkadaşlarımındı. Yürüyerek Eskifoça’ya ulaşmamızı, ancak yürüyerek dönmeye gücümüz kalmayınca, bir kavun kamyonunun kasasında eve dönüşümüzü de unutmam mümkün değil.
Yenifoça’nın delileri de çoktu. Bir çırpıda sayabileceklerim Rıza, Yusuf ve Yüceldi. Derlerdi ki Rıza kara sevdadan aklını yitirmiş, sorsanız hep yaşının 29 olduğunu sayıklardı, üzerinde asker kıyafeti ve postalıyla yürürdü sokaklarda. Kadınlara “anne” diye seslenir ve evlerden verilenlerle yaşamaya çalışırdı. Ne yalan söyleyeyim Rıza’dan çok korkardım. Bir gün evimizden çarşıya giderken daracık sokakta karşıma çıkmıştı ve ben arkama bile bakmadan koşarak uzaklaşmıştım oradan. Uzun süre de o sokağa giremediğimi hatırlıyorum. Durumu babama anlatınca Rıza’ya “sen benim oğlanı korkutmuşsun, bir daha yaparsan seni askerlere veririm” demişti. Rıza askerleri çok sever ama bir o kadar da korkardı onlardan. Sonraları öldüğünü öğrendim. Yusuf’un zararlı olduğunu söylerlerdi, o nedenle biz çocuklar onu uzaktan gördüğümüzde bile hemen evlerimize kaçardık. Hiç göz göze gelmedim, hatta göz göze gelmemek için ciddi bir çaba bile harcadığımı hatırlıyorum. Ama bir gün sokakta top oynarken topumuz onun geldiği yöne kaçtı. Kafasındaki baş örtüsünün altından sanırım tebessüm ederek topu bize geri atmıştı. Deli Yücel ise deniz kıyısındaki Adem’in kahvesine oturur ve durmadan sayıklayarak yazardı. Ben doçent oldum ama sanırım Yücel kadar yazmamışımdır diye düşünüyorum.
Adem’in kahvesinin önünde tam da deniz kıyısında şezlonglarımızı alır ve çiğdem yiyerek çay içerdik. Tam da bugün sıcak yaz günlerinde bu defa Foça’da yaptığım gibi. Kültür olmuş bu Foça’ların her birinde, ne yer ne de zaman değiştirebiliyor bazı alışkanlıkları. İşte o günlerde yavaş yavaş büyümeye başlamıştım ve annemlerin yanından ayrılarak arkadaşlarımla Burunucu’na yürümek son derece keyifli ve önemli bir adımdı benim için. O günlerde Burunucu yolu tümüyle karanlıktı ve zorlukla gidilirdi sonuna kadar. Ama heyecan gerekti bize elbette. Ama bazen bu heyecanı fazla kaçırır ve Lunapark olarak da kullanılan bölgedeki çadırların iplerini kesmek, yığılmış karpuzları devirmek, eski Rum evlerinin dışarıya sarkmış perdelerini kesmek gibi haylazca işlerin de öznesi oluverirdim yine arkadaşlarımla beraber. Olacaktı elbette böyle şeyler, biz bazen Afacan Beşler bazen de Gizli Yediler oluyorduk tam da o günlerde.
Sanırım ben salçayı, reçeli, erişteyi, tarhanayı o günlerde gördüm ve tattım. Bir daha da yaşamadım galiba bu zevki. Bunları annemin yapışını izler, elma gibi kemirerek mis gibi kokan domatesleri yerdim. Akabinde bitmeyen deniz maceralarım vardı elbette.
Bu keyifli yazlar 1991’e kadar devam etti. O sene annemin rahatsızlığı hem beni hem de babamı altüst edince, bizim için de Yenifoça günleri sona erdi. O yıldan beri annemsiz bu hayata devam ediyoruz. Yine o yıldan beri de bu coğrafya, evimin olmadığı ama unutamadığım, uzaklaşamadığım topraklardı. Ne var ki dedim ya, ben bu suya aşıktım. Şimdi aşkla sarılıyorum yine bu suya, annem cismen yok belki ama ne mutlu ki babam yanımda. Üstelik artık daha geniş bir ailem var, sevgili eşim ve canım oğlum. Evimin bahçesinde de çimlerim çıktı, yemyeşil oldu, güller tatlı tatlı gülümsüyor bana, iki ağacım tüm mahalleyi doyuracak kayısılarını sunuyor bizlere ve diktiğim limon armudu ve şeftali ağaçlarının da meyvelerini bekliyorum hevesle. Yaşamak güzel şey…
|