SAN REMO
San Remo Müzik Festivali’ni artık kaç kişi anımsıyor? Bir zamanların en kaliteli müzik olaylarından birisiydi. San Remo’da birinci-ikinci-üçüncülüğü kazananlar dünyada liste başı olurlardı. Yılı tam olarak hatırlamıyorum ama 1960’lardan sonra olmalı. Her sene tekrarlanırdı yarışma. Her yıl aynı heyecan. Birinci kim? Kimler geldi geçti. Modugno’nun Volaresi, Mina, Milva, Peppino di Capri. (Bu kötü bir deneme oldu. Belleğim bana oyun oynuyor. Hatırlayamıyorum.) Halbuki o zamanlar şarkının adı, şarkıcının adı, neredeyse şarkının tamamı bir nefeste söylenirdi. Bu yüzden büyüklerimden azar işitirdim. ”Şarkıları ezberleyeceğine Tarih çalış.” Aman Yarabbim, Tarih mi, çalışmak mı! Ne sıkıntı bir dersti tarih. Bazen isyan ederdik. ”Neye gerekecek ki?” Hem de nasıl gerekli.
O zaman TV yok. Ama radyolu günler yaşıyoruz. Mavi renkli, pilli, Philips radyonun kocaman düğmesini çevirdik mi nerelere giderdik. En kolay da Arap istasyonları çıkardı nedense. Sonuçları Ses ve Hayat Mecmuaları’nda (Dergi) okurduk. Galiba Cumartesileri satılırlardı. Kısıtlı harçlıklardan “Mecmua”ya mutlaka ayrılırdı. Ses ve Hayat magazin dergileriydi. Sinema, tiyatro, müzik, moda ne ararsak vardı içinde.
San Remo 2010’da durup dururken aklıma gelmedi. Geçenlerde TRT 3’de bir programda “Eskiye” döndüler. Dinlerken kendimi sınadım. Baktım, şarkıya eşlik ediyorum, zorlansam da şarkının ismini, şarkıcıyı hatırlıyorum.
-Güzel günlerdi değil mi?
Oğuz düşündü.- Nasıl yani?
-Nasılı var mı? Bu şarkıları dinlerken bizler ne yapıyorduk?
- Okuldan kaçıp, Beyoğlu’nda, ha ha…
- Sen ne yapıyordun? Diye üsteledim.
-Heyecanla, ben o sinemadan diğerine, her hafta sonu tiyatroya, sahaflardan kitapları doldurup..
- Tamam, tamam. Demek ki senin de gençliğin güzel geçmiş.
Biraz ara verdik. Bildiğim bir şarkı çalıyor yine.
-Güzel geçirdiysek, ülkenin, dolayısıyla ailelerimizin laik olmasındandır.
-Güldü. Sen de her şeyi laikliğe bağlıyorsun.
Laikliğin değerini o zamanlar anlamıyorduk. Bir tartışma da yoktu bugünkü gibi. Acımasızca. Zaten doğaldı her şey. Yüzümüzü Avrupa’ya dönmüştük. Amerikan kültürünün etkisi olsa da İtalya, Fransa, İspanya hatta Almanya yavaş yavaş müziği, edebiyatı, modası ile yayılıyordu. (Almanca şarkıları hiç dinlemez hemen çevirirdim düğmeyi. Kader bana 30 yıl Almanca dinletti. Gece gündüz. Pişman değilim. Çok zengin bir dil)
Bağnazlık, baskı hele din baskısı, biz yaşamıyorduk. Ben türbanlı bir kadını ilk kez Almanya’da 80’li yıllardan sonra gördüm. İzine gidip dönmüştü. Sorularımıza, üzgün “ne yapayım?” diye yanıt vermişti.
Gençliğimde ailemden din konusunda değil, bir lisan öğrenmem için “baskı“ gördüm. Babam sadece bayram namazlarına giderdi. Takım elbise, kravatla.. Onu ilk ve son defa 6-7 Eylül kepazeliğinde arabasının başında kelimeyi şahadet getirirken görmüş ve duymuştum. O güzel gençlik sırasında hiç anlamadığımız “kötü” şeyler de oluyordu. Bunları yaratanlar gençlerin sırtına utanç kamburlarını yüklediler hep.
San Remo’da birinci olanlar ve daha başkaları da İstanbul’a geldiler. Konser verdiler. Onların resimleri, şarkıları, yaşamları hemen müzik defterine geçirilirdi. Şarkıların neredeyse tamamı Türkçe’ye çevrilirdi. Ben karşılaştırmayı pek sevmem ama şimdi kulağımı tırmalayan Türkçe sözlü pop şarkılarını dinlerken, o zaman, bazen de beğenmediğimiz aranjmanları dinlemeğe bile razıyım. Bu Türkçe mi diye afalladığım oluyor. Dilin böyle hoyratça kullanılmasına ne deniyor Türkçe’de? Cahillik mi desem, umursamazlık mı? Yoksa. Dilim varmıyor..
Ah San Remo! Beni nerelere götürdün. Bıraksalar daha neler var çıkında. Ama herkeste de var benzerleri. Onun için tadında bırakmalı nostaljiyi. Demek nüfus kâğıdı “eskidikçe” duygusallaşıyor insan. Büyükler bize İstanbul’u “ah bir zamanlar” diye anlattıkça “şimdi de güzel“ derdik şaşkınlıkla.
İsrailli mizahçı Efraim Kişon şöyle demiş: Yaşlanma çok ilginç bir süreçtir. İnsan düşünür, düşünür ve düşünür; ansızın hiçbir şey hatırlamaz. Bu nedenle bir yaşlının öğüdüne kulak vererek gençlere kötüyü saklamadan, örtmeden, iyiyi de ballandırarak anlatmalıyız. Onların sırtlarına utanç yüklerini vermemeliyiz.
Ben bu yazıyı yazarken kendimi : Sıcak bir odada üstünde kestane haşlanan, çatır çatır yanan bir sobanın etrafında oturan gençlerin, çocukların arasında düşündüm. Bir kedi…Yeter yeter anlaşıldı!
2010 da ilk yazım “Ah gençlik” oldu. İnşallah sizlere de iyileri güzelleri anımsatmıştır. Tüm yılın bal gibi geçmesini dilerim.
Bir gönderme: Özenle hazırladıkları bu sitede bana içimi dökme olanağı veren Nurdan ve Turgay arkadaşlara “elinize sağlık” diyorum ve sevgilerimi yolluyorum.
|