ISSN 1308-8483
Alsace (Elzas) Sonbaharı / Fatma ÇAKIR V.D.
  Yayın Tarihi: 31.1.2010    


Alsace (Elzas) Sonbaharı


Her yıl, kızımızın okulla gezisi sırasında biz de yollara düşüyoruz. Bu sene okulun gezisi, daha önce ailece gittiğimiz Fransa’nın Normandiya Bölgesi’nde. Bizim o zaman çizdiğimiz rotaya göre bir program hazırlamışlar: Önce İkinci Dünya Savaşı’nın önemli noktalarına gidecekler; sonra da, Britanya Bölgesi’ndeki çok etkileyici manzarası olan Mont Saint-Michel ziyaret edilecek.

Onlar Kuzey Fransa’dayken biz de yine daha önce gidip çok sevdiğimiz, sembolü leylekler olan Elzas’a gideceğiz. İki sene önce Elzas’a yaptığımız gezi sırasında, öğle yemeği için bir köyde durmuştuk. Hemen köy meydanındaki küçük lokantada yemeğimizi yemiştik. Şansımıza çevrede çok iyi bilinen gurme lokantalardan biri çıktı. Fransa köylerinde kitaplara girmiş birçok lokanta var. Bazı köy gurme lokantalarının, uzaktan gelenlerin dört dörtlük yemekten sonra dinlenmeleri için birkaç odalı küçük otelleri de oluyor. La Petite Auberge böyle bir hotel-restoran. İki sene önce hem yediğimiz yemekten, hem de servisten o kadar memnun kaldık ki broşürlerini aldık ve hiç unutmadık. Bu gidişimizde hiç düşünmeden orada yer ayırttık. Üstelik gecelik oda fiyatları çok uygundu.

Sabah kızımızı okula götürüp yolcu ettikten sonra yola koyulduk. Antwerpen Brüksel arasında, özellikle sabah saatlerinde çok yoğun trafik olduğu için Hasselt-Liege üzerinden gitmeye karar verdik. Antwerpen giriş ve çıkışlarında ağır sanayi trafiği hem yolculuğu yavaşlatıyor, hem de dikkat sürekli yolda olduğu için insanı çok yoruyor. Bölge sınırlarından sonra trafik epey hafifliyor, çok şeritli yolda manzaranın keyfine vararak gitmek mümkün oluyor. Manzara da değişiyor, yavaş yavaş yokuş çıkmaya başlıyoruz. Hasselt-Liege arası trafik yok denecek kadar az, manzara da Antwerpen’daki alabildiğine düzlükten sonra yokuşlarla, tepelerle, ormanlarla hareketlenip renkleniyor. Antwerpen’da yaşarken tepelerin varlığını unutuyoruz. Göz alabildiğine dümdüz bir yer. Oturduğumuz daire yedinci katta olduğu için görüşümüz çok geniş; öyle ki, güneş yerden doğuyor, aynı deniz gibi, Dünyanın yuvarlaklığını bile fark edebiliyorsunuz (çok yüksek binalar olmadığı için deniz benzetmesi en uygunu). Tepelere çıktıkça, ormanların içinden geçtikçe, manzara değiştikçe, şehrin ve trafiğin gerginliğini de unutuyoruz.

Köprüler ve uzun tünellerle Liege’de hiç durmadan yola devam ettik. Artık Belçika’nın oksijen deposu Ardennen dedikleri sıradağların üzerindeki ormanların içinden geçiyor yol. Oksijen deposu derken abartmıyorum; arabanın içinden bile tertemiz dağ havasını içimize çekiyoruz. Hava bu mevsime göre oldukça ılık, güneşli. Dağlar derken öyle çok yüksek ulu dağlardan bahsetmiyorum; Belçika’nın en yüksek noktası 690 metre civarında. Bozulmamış ormanların arasında, üç şeritli ama çok sakin otoyolda, ağaçların sonbahar renkleri gözlerimizi okşarken, manzaraya uygun müzikle yolculuk, tatilimizi güzel başlatıyor. Lüksemburg’a gelmeden önce, sınıra yakın bir benzin istasyonunda durup, öğle yemeği niyetine bir şeyler atıştırıyoruz.

Kısa molamızdan sonra yola çıktığımızda, araba plâkalarındaki çeşitlilik artmaya başlıyor: İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Belçika, Almanya, İsviçre, Fransa… Ulaştığımız yer çok merkezi bir yer: Belçika, Almanya, Lüksemburg, Fransa sınırlarına yakın olduğu gibi; İtalya ve İsviçre için de geçiş yolu, özellikle Brüksel’den gelenler için; bu noktada Lüksemburg-Brüksel trafiği ile birleşiyoruz. Lüksemburg’a yaklaştıkça, yolda büyük ve yeni Lüksemburg plakalı arabalar “yol benim” dercesine hızlı ve hissedilir egoizmle yanımızdan geçiyorlar. Uzun yolculuklarda, özellikle Avrupa yollarında, ülkelerin değişimi sınır kapılarında olmuyor artık. Zaten sınır kapıları yok veya sembolik… Ülkenin değişimini yollarından, plakaların çoğunluğundan, kullanım biçimlerinden açıkça görebiliyorsunuz. Lüksemburg’u geçişimiz yarım saat, ama zorlu ve yoğun bir yarım saat sürüyor. Çok bakımlı yollarda yepyeni arabaların kuralsız hızları ile başa çıkmaya çalışıyoruz. Yolun daralması, küçük ve canlı renkli Fransız plakalı arabaların artması Fransa’ya yakınlaştığımızın belirtisi… Az sonra hızı yavaşlatan işaretlerle sınır kapısından yavaşlayarak geçiyoruz. Fransa’da arabaların hızı düşüyor ama sollama biçimlerine alışmak için bir onbeş yirmi dakikanın geçmesi gerek. Sınırı geçtikten sonra paralı yola doğru trafik sakinleşmeye başlıyor. Bizim gideceğimiz yönde Strasburg’a yakınlaşıncaya kadar güzel manzaranın, havanın ve müziğin tadını çıkarıyoruz. Strasburg’a gelişimiz tam da iş çıkışı saati, artık bundan sonra Colmar’a kadar ağır trafiğin içinde kalıyoruz, ama neyse ki gideceğimiz yere iyice yaklaştık. Sayısız yuvarlak kavşaklardan sonra köy yoluna giriyoruz, aniden trafik bitiyor ama iyice karanlık oldu. Dar ve boş köy yollarından ilerleyerek sonunda hedefimize ulaşıyoruz.

Otelin park yeri boş, resepsiyon da yok sanki, kapıda zil var. Zili çalıyoruz, hemen karşıdaki lokantadan genç bir kız geliyor; evet, doğru adresteyiz, geceleri resepsiyonda kimse olmuyor; hepsi lokantada çalışıyorlar. Kız bize odamızı gösteriyor, odayı görünce tüm yorgunluğumuz uçuyor, ikimiz de gülümsüyoruz. Beklentilerimizin çok ötesinde, çok güzel bir suit burası. Kız bize gerekli açıklamaları yapıp, hemen lokantaya geri dönüyor. İki katlı bir oda; alt katta küçük bir oturma odası, terasa açılan kapısı var; banyo, ayrıca tuvalet var. Üst kat geniş yatak odası yapılmış. Yatak geniş ve tertemiz. Kalacağımız yer en iyi otel odasından daha rahat ettirecek kadar kullanışlı ve temiz. Yerleşip, temizlenip lokantaya geçiyoruz. Çok yorgun olduğumuz için ilk akşam hafif ama çok lezzetli yemeklerini tadıyoruz. Yine, aynı iki yıl öncesindeki gibi sıcak ve güleryüzle karşılandık. Tam bir aile işletmesi: Baba okullu aşçı, mutfak onun; anne bütün işletme işini üstlenmiş, otel ve müşteri ilişkileri onda; kızlar hem garsonluk yapıyorlar, hem de annenin koşuşturma işlerine yardım ediyorlar.
http://petiteaubergehohwald.free.fr/

Ertesi sabah erkenden uyandığımda beni büyük bir sürpriz bekliyordu. Oturma odasında perdeleri açtığımda karşıdan bakan iki lama ile gözgöze geldim. Önceden sadece resimlerden gördüğüm iki büyük beyaz lama! Bu kadar büyük olduklarını bilmiyordum, hele bu kadar uzun boyunları olduğunu resimlerde hiç fark etmemiştim. Hemen arkalarında geyik ailesi duruyordu. Bu kadar yakından, hayvanat bahçesi haricinde ilk defa geyiklerle karşılaştım. Hindistan’da, Nijerya’da filler, maymunlar görmüştüm ama geyikler, lamalar hayatımda ilk oldular. Sonra birkaç keçi geçti koşturarak, yavru lama yanlarına geldi. Biraz daha dikkatli bakınca, bahçenin yüksekçe telden yapılmış çitle çevrelenmiş olduğunu görüp dışarıya çıkmaya cesaret ettim. Odamızın önündeki küçük bahçenin biraz ilerisindeki tepenin çevresi tellerle sınırlandırılmış; bir sürü dağ ve orman hayvanı dolanıyor, otluyordu. Sonradan arkamızda bir çiftlik olduğunu öğrendik. Güneş doğmak üzereydi, belki tepelik olduğu için güneşi henüz göremesem de kuşların ötüşleri, hayvanların koşuşturmaları güzel günün habercisiydi. Neşem yerine geldi; keyifle, aramızdaki tellerin verdiği güvenle, korkusuzca gülümsedim.

Otelde bizimki gibi altı veya yedi oda var. Sezon dışı orada olduğumuz için her gece yalnız iki veya üç oda doluydu. Aynı bina içersinde kahvaltı salonuna gittik. Samimi ev havasında hazırlanmış taze yiyeceklerle kahvaltı yaptık. Belli bir programımız yoktu ama son senelerde gittikçe ünlenen Riesling şaraplarının bölgesindeydik, tabii ki gelmişken şarap da alacaktık. Bölge için hazırlanmış “Şarap Yolu” haritasını ücretsiz olarak her yerde bulmak mümkün, İngilizce olanını aldık. Kahvaltıyı “anne” hazırlıyor, müşterilerle ilgileniyordu. Onun yardımıyla nerelere gidebileceğimizi haritada işaretledik. Önceki gelişimizden çok memnun olarak ayrıldığımız, şarapları gerçekten çok güzel olan aile-firmasının yerini haritada işaretledik. Bize kendilerinin de şarap aldığı adresleri verdi. İlk olarak onun verdiği ve önerdiği adrese gitmeye karar verdik, en yakında olan da oydu zaten.

Gün ışığında manzara çok güzeldi. Ormanın içindeki köy, yüksek ağaçların sonbahar renkleri içersinde pırıl pırıldı. Epey yüksekçe bir dağın zirveye yakın bir köşesindeydik. Şarap bölgeleri hemen dağın eteklerinde başlıyor. Kuzey Fransa olduğu halde, dağların güneye bakan yamaçlarında, dağların soğuk rüzgarları engellemesi sayesinde lezzetli üzümlerini yetiştirmeyi başarıyorlar. Strasburg’dan Colmar’a kadar bağcılık ve şarapçılık yapılıyor. Gece karanlıkta geldiğimiz yolu gündüz gözüyle geçerken manzara bizi büyüledi. Hele aşağıya tam olarak inmeden önceki büyükçe köy tarihten fırlamış gibiydi. Veya biz bir zaman atlaması yaşıyorduk. Yapılar hiç bozulmadan korunmuş, yeni yapılanlar da tamamen eskiye sadık kalınarak bütünleşmiş. Şarap için gideceğimiz yer de bu köydeydi.



Adresi bulduk; dış görüntüsü Roman yapı tarzında olmasına rağmen, yapının düzeni bana biraz bizim köyleri anımsattı (ben Marmara Bölgesi’nden olduğum için en iyi bizim köylerimizi biliyorum): Bina dışarıdan bakılınca, hemen sokağa bakan büyükçe bir ev gibi görünmesine rağmen, içeriye girilince geniş avlu etrafında birkaç ev var; arka tarafa doğru ise çok daha geniş bir bahçe, meyve ağaçları, ev ihtiyacı kadar ekili sebzelik, kümes ve ahırdan oluşmuş büyük bir yerle karşılaşıyorsunuz. Burada zeytin sarnıçlarının ve tahıl ambarlarının yerini şaraplar almış. İçeriye girdiğimizde her yer açık, kilitsiz olduğu halde ortalıkta hiç kimse görünmüyordu. Zaten otelden de adamların bağlarda olabileceği, satışı genellikle hanımların yaptığı söylenmişti. Daha önceki üreticiden şarap alma tecrübelerimizde de hep kadınlarla karşılaşmıştık. Öğle saatine yakın orada olduğumuz için kimsenin görünmediğini; az sonra bir adamın gelip yemek saati olduğunu, birbuçuk saat sonra gelmemizi söylediğinde anladık. O sürede köyde nerelerde oyalanabileceğimizi sorduk, fazla bir şey olmadığını söyledi. Yürüyerek köy meydanı diye tahmin ettiğimiz meydana gittik. Büyükçe bir Roman tarzı kiliseyi dışarıdan gezip birkaç fotoğraf çektik. Onbeş dakika sonra tekrar geri dönmüştük bile. Orada daha fazla oyalanamayacağımızı anlayıp, daha önceden gittiğimiz şarap üreticisine gitmeye karar verdik. Yarım saat kadar sonra diğer şarapçının kapısındaydık. Yine bütün kapılar kilitsiz ve açıktı. Evden bir kadın elinde kuruladığı tencereyle çıktı, biraz sonra birisinin gelip ilgileneceğini söyledi, istersek içeride oturup bekleyebilirdik. Hava güzel olduğu için bahçede beklemeyi tercih ettik. Karşıdaki evin kapısında konuşan üç yaşlı kadının sesleri kulağıma çarptı. Almanca veya Fransızca bilmem ama kulağım aşinadır, konuşmalarının hangi dilden olduğunu ayırt edemedim. Alsace bölgesinde Alman etkisi çok fazla, halkın çoğunluğunun isimleri Almanca zaten, şehirlerin, köylerin de öyle. İçinde Alman disiplini, Fransız rahatlığı olan kendilerine ait yaşam biçimi, kültürleri var, haliyle kullandıkları dil de her iki kültürün karışımı olmuş.

Çok uzun beklemedik, açılış saatinden yarım saat önce orada olduğumuz halde dışarıdan koştura koştura, iki sene öncesinden hatırladığım hanım geldi. Şarapları deneyeceğimiz yere gittik, listesiyle beraber tadına bakacağımız şarapları masaya koydu. Aracısız üreticiden alınan şarapların tadı ayrı oluyor; bu tür gezilerimizde şarap üzerine çok bilgi edindim, aynı zamanda yaşam biçimleri hakkında da epey öğreniyorsunuz. Birbirinden değişik ve dolu tatlar arasında seçim yapmak zorlaşıyor; ipin ucunu biraz kaçırıp, neredeyse bir yıllık şarap aldık.
http://www.albertmann.com/site/Home_page-79.html
Yükte ağırlaşmış arabamızla yola çıktık. Dönüşte Fransa’nın olmazsa olmaz yuvarlak kavşaklarından birinde bir yol ayrımı erken dönüş yaptık. İyi ki de öyle yapmışız, yanlışlıkla girdiğimiz yol bizi çok güzel bir kasabaya götürdü: Ribeauvillé. Fransa’nın turizme yaptığı en büyük hizmet, kasabanın merkezine yakın yerlerde ücretsiz büyük park yerleri yapması sanıyorum. Bu araba parklarını, yol kenarlarında büyük levhalarla işaretledikleri için bulmamak olanaksız. Arabayı park edip biraz dolaşmaya çıkıyoruz. Merkez tamamen aslına sadık restore edilmiş. Sokakta yukarıya doğru yürürken, diğer turistler gibi durup durup fotoğraflar çektik. Hemen ilerideki yüksek tepenin üzerinde yapılmış, tüm kasabaya ve manzaraya hakim görkemli şato; eski Avrupa’nın, en azından o bölgenin yönetim biçimi, sosyal yaşamı, tarihi hakkında hiçbir şey bilmeyenlere bile anlatacak biçimde duruyor. Elimde olmadan o yılları gözümde canlandırıyorum, ürpertiyor beni.



Dinlenmek için bir kafede oturuyoruz. Hava o kadar güzel ki dışarıda oturmak hiç kimseyi üşütmüyor, biz de dışarıda oturup gelene geçene bakıyoruz. Ben yine Fransa adetlerini unutup kahve istiyorum, yine o küçük fincandaki kopkoyu, apacı, hiç sevmediğim kahve geliyor. Fransa’da keyifle kahve içebilmem için “büyük fincan” demem gerektiğini bir daha kafama yazıp, acı kahvemi içmeye çalışıyorum. Otele döner dönmez içtiğim acı kahvenin acısını çıkartmak için, Fransa gezilerimizde mutlaka yanımda taşıdığım küçük su kaynatıcısında kendime kahvemi hazırlayıp, küçük bahçe terasımızda manzaranın ve orman kokulu havanın keyfine vara vara içiyorum. Bu akşamki yemeğimiz şölen olacak.

Mönü çok kalın değil, ama yazılımından bile belli olan ayrıcalığı var. Basitmiş gibi dursa da detaylarındaki birleşimler değişik tatları sezdiriyor. Yanımızdan bizden önce gelen masalara gelen tabaklar ise birer sanat eseri gibi düzenlenmiş; her tabak çok özel bir yemek gibi duruyor. Giriş olarak aldığım balık ezmesi sıradan gibi dursa da, yanında gelen değişik soslu salatalarla yenildikçe, her yudumda ayrı bir tadı almanın zevki, yörenin zengin aromalı şarabıyla karışıp, konuşmalarıma ve gülüşüme yansıyor. Bütün masalar dolu ve herkes benim gibi eğleniyor. Rendelenmiş ve hafifçe kaynar sudan geçirilip acı hardal ve zeytinyağı ile renklendirilen bir çatal havucun balık ezmesiyle bu kadar güzel bir tat alması mucize gibi… Ardından içilen bir yudum Riesling tatları daha da zenginleştiriyor ve ben bu hoş duyguyla gülüyorum, güzellik konuşmalarımıza yansıyor, sadece güzel, neşeli şeyler konuşuyoruz: Hayat çok güzel, şimdi çok güzel… Ana yemekte balıkla devam ediyorum. Girişi hiç aratmayan tatlar ağzımda ve ruhumda dağılıyor.

Tatlı ise gerçekten yemeği taçlandırıyor; bu benim ilk kez duyduğum, gördüğüm, tattığım bir şey: Omelette à la Norvégienne (Türkçesi sanıyorum “Norveç usulü omlet”). Öylesine zengin, öylesine benzersiz bir tat ki, anlatmayı sadece deneyebilirim. Tatlı mönüsündeki çeşitler çok fazla değildi. Zaten çok da doymuş hissediyordum, tatlıdan vazgeçecektim ki az Fransızcamla garip bir ad gördüm listede. Yine İngilizcemden yola çıkarak çözdüğüm Fransızca ile anladığım kadarıyla, bir çeşit omletin üzerine rum dökülerek yakılıyor. Yemeğimizin alevlerle şık ve şamatalı biçimde son bulması, eğlencenin sonunda havai fişeklerin atılması gibi olacak diye düşünerek tatlıyı istedim. Sohbetimize neşeyle devam edip, kocamın şarapla iyi gider diye istediği peynirlerle oyalanırken tatlım masaya geliyor. Evet, tam beklediğim gibi büyük bir gösteri bu: Kız bir elindeki büyük tabağın ortasındaki beyaz renkli, silindir biçimi tatlının üzerine, fincan büyüklüğündeki kaptan rum döküyor, ve hemen özel bir çakmakla yakıyor, daha alevler yeni başlamışken tabağı dikkatlice önüme koyuyor. Etrafımızdaki herkesin sustuğunu, bizimle birlikte gösteriyi izlediklerini görüyorum; ilgiden utandığım halde çocuklar gibi alkışlamak istiyorum. Bu omleti yemenin verdiği hazzı unutamayacağım; hafif şekerle tatlandırılmış, rumla yakılmış, çırpılmış yumurta beyazının ardındaki tatlar ve bu tatların birleşerek damakta bıraktığı iz kalıcı. En altında fındık, ceviz ve badem kırılarak karamel ve bisküvi ile karıştırılmış tadı veriyor, onun üzerinde dondurma, sonrada ince dilim kek var; bütün hepsini çırpılmış yumurta akıyla kapatmışlar. Alkolü yanmış rum tatların süsü oluyor. Günüm neşeyle, zevkle bitiyor.
http://whatscookingamerica.net/History/IceCream/BakedAlaska.htm

Ertesi gün şarap alma işimizi bitirdiğimiz için plansız serbestiz. Hava yine tam bahar havası, tam gezilecek bir gün. Kahvaltımızı yaparken gidilebilecek yerleri haritada araştırıyoruz. Çok fazla aramamıza gerek kalmıyor; geçen gelişimizde gittiğimiz, çok kalabalık olduğu için fazla kalmadığımız, bulunduğumuz yere arabayla onbeş-yirmi dakika uzaktaki The Mount Saint Odile’e gitmeye karar veriyoruz. Dışarı çıktığımızda arabanın arka tekerleğinin hafifçe inik olduğunu görüyoruz. Bunun üzerine kocam otel sahibesine nerede onartabileceğimizi sordu; o da kocasına gelip lastiği şişirmesi için telefon etti. Kocası (aynı zamanda şef aşçı) lastiklerin hepsine hava vermesine veriyor ama bir tanesinde sorunun görünenden daha çok olduğunu söylüyor, babasını çağırıyor. Yanıt: Kesinlikle bir garajda tamir edilmeli. En yakın tamircinin dokuz kilometre uzaktaki Andlou kasabasında olduğunu öğreniyoruz. Zaten iki caddesi, iki de garajı olduğunu, mutlaka bulacağımızı söylüyorlar. Tabii ki ilk girdiğimiz cadde yanlış cadde oluyor. Geri dönderken yolu sormak için birinin yanında duruyoruz. Tam bize nasıl gideceğimizi anlatırken telefonu çalıyor. Önce telefona konuşuyor, sonra kahkahayla gülerek bizimle hem şakalaşıp hem de yolu tarif ediyor. Bir kez daha Fransa’da kırsal alanlarda yaşamanın rahatlığını, yormayan yavaşlığını adamın içtenlikle gülen gözlerinde görüyorum.



Gerçekten de kasabada yanyana iki garaj var. Biz ilkine giriyoruz. Burası hem tamirhane, hem de benzin istasyonu. Büyükçe garajın yanında bir ofis var, arka tarafta ise bahçe çitleriyle ayrılmış, o bölgeye has modelde ev var. Genişçe park yerinde Fransız filmlerinden aşina olduğum eski model arabalar duruyor. Kapalı büyük garajın içersinde baş köşeyi gıcır gıcır yenilenmiş çok eski model bir araba kapmış. Sanıyorum otuzlu yıllardan kalma bir araba, ama fabrikadan yeni çıkmış gibi yepyeni. Yanında henüz takılmamış tekerleği de hiç kullanılmamış, galiba bütün parçalarını tekrar elde yapıyor. Arabanın başında tulumu ve aletleriyle çalışan yaşlıca adam bize hiç memnun olmayan gözlerle baktı, kocam lastikte bir sorun olduğunu söyledi. Adam, hobisine ayırdığı çok değerli zamanını çalıyormuşuz gibi bize neredeyse dövecekmiş gibi bakarak, öğleden sonra bakabileceğini söyledi. Garajın önünde park edilmiş arabamızın başında, ne yapacağımızı bilemez biçimde ayakta beş on dakika bekledik. Adam baktı ki gitmeye niyetimiz yok (ki biz şaşkınlıktan, ne yapacağımızı bilemediğimizden orada dikiliyorduk) önceliği biraz aksi yüzle bize verdi. Arabanın tekerliği ile uğraşırken yanında duran kocamı “Başımda dikilip durma, rahat iş yapamıyorum” diye azarladı. Beni gülme tutunca biraz uzaklaştım, ofisteki kadınla gözgöze geldik, birbirimize gülümsedik. O zaman anladım ki Fransa’nın bu bölgesinde müşterilerle ilişki kadınların işi, adamlar kendilerini yabancılara göstermeden çalışmayı seviyorlar, ofisleri kadınlara bırakıyorlar.

Tekerleğin tamir işi on dakikada bitiyor, iyi ki garajın önünde beklemişiz. Adam işini bitiriyor ve hiçbir şey söylemeden uzaklaşıyor. Biz de şaşırarak ofise, kadının yanına giriyoruz. Neyse, kadın gerçekten güleryüzlü ve konuşkan. Evet, burada köylerde işi götüren kadınlar, bundan eminim. Fatura işlemlerini yapıyor, şakalaşıyor, konuşuyor. Arabamız ve biz, günün gezisini yapmaya hazırız. Yukarıya doğru dar dağ yolundan tırmanmaya başlıyoruz. Manzara çok güzel, araba trafiği az, yüksek ağaçların görüntüsü ve kokusu ruhumuza işliyor. Tepede açıklık bir yerde park yeri yapmışlar, birkaç araba duruyor, biz de duruyoruz. Arabalarının yanında ayakkabı değiştirenler var, yol işaretleri “trekking” patikalarını gösteriyor. Etrafa bakıp fotoğraflar çekiyoruz, güzel günün havasını soluyoruz. Sonra yola devam ediyoruz. On dakika sonra hedefteyiz, asıl şaşırtıcı gezimize başlıyoruz.

İki sene önce hava böyle açık ve güzel değildi, bugün güneş gerçekten güzellik ve kolaylık katıyor geziye. Şansımıza ikinci otoparkta yer buluyoruz. Daha yakın olanları dolmuş ama bu otoparktan sonra yürürken de göreceğimiz çok şey var. Mistizm kayalara sinmiş, dev blok kayalar duruşları ile Dünyanın oluşumunu simgeler gibi karşımıza dikiliveriyorlar. Biz o kadar yürümedik ama biraz aşağıda Pagan Duvarı var. Okuduklarıma göre Pagan Duvarı’nın yapımı M.Ö. ilk bin yılın ortalarına dayanıyor; ortalama iki metre genişliğinde, üç metre yüksekliğinde ve on kilometre uzunluğundaki duvarı yürümek yaklaşık dört saat sürüyormuş; yazan buna değdiğini; Kelt yapımı, sırlarını hâlâ saklayan surlar boyunca yürüdükçe Druidlerin zamanından tarih öncesi kültlerin izlerini bulacağımızı söylüyor.

Otoparktan yukarıya doğru çıkarken önce büyük bir kaya ile duraklıyoruz, kayanın duruşu, biçimi insanı büyüleyen cinsten; buralarda yüzyıllarca, insanların Tanrılarıyla buluşmalarının kutsal anıtı gibi karşımızda dikiliyor. Kayanın yanıbaşında biraz soluklanırken sırlarını duyar gibi oluyorum, başımda sarhoş dönüşlerle içim titriyor. Kayaya dokunmak zorunda hissediyorum. Böyle yerlerde hissettiğim boyutlar arası geçişleri yaşıyorum. Kayadan ayrılıp tepenin düzlüğüne çıkıyoruz, görünen manzara muhteşem.

Burada efsane kadın Saint Odile için yapılmış ilk Hıristiyan Kadınlar Manastırı var. Doğuştan kör Odile (662-720), Elzas Dükü olan babası tarafından hem kör hem de kız olduğu için istenmemiş. Annesi kızını olası ölümden kaçırarak Palma’ya göndermiş. Odile oniki yaşında vaftiz edildiğinde gözleri görmeye başlamış. Bu mucizeden sonra ona “ışığın kızı” anlamındaki Odile adı verilmiş. Büyüdüğünde, erkek kardeşi onu geri getirmek istemiş. Fakat babaları Dük çok kızmış, o kızgınlıkla oğlunu ölümcül yaralamış ve oğlu ölmüş. Daha sonradan babası Odile’i, genç bir prensle evlendirmek istemiş; evlenmek istemeyen Odile kaçarken bir başka mucizeyle bir kaya açılıp onu yakalamak isteyenlerden korumuş. Bu olaydan sonra babası Tanrının kızının üzerindeki elini kabullenmiş. Bişop’un etkisiyle Hohenbourg bölgesini kızına hediye etmiş. Odile, kendisi gibi yaşamlarını başkalarına yardıma adayan kadınlarla beraber, ilk kadınlar manastırını kurmuş. Zirveye ulaşmak zor olduğu için ikinci bir manastır daha aşağılarda yapılmış. Bir gün Odile yukarıdaki manastıra giderken kör bir dilenciyle karşılaşmış. İçi acımayla doluyken, içinden zavallı ruhları iyileştiren su fışkıran bir kaya buldu. Su kaynağı bugün halâ hacılar tarafından şifa bulmak için ziyaret ediyor.



Manastır hâlâ dinsel amaçlarla kullanılıyor, aynı zamanda oteli de var. En yakın otoparkın büyükçe kısmı şimdi inşaat malzemeleri ve araçlarıyla dolmuş, belli ki büyük bir restorasyondan geçecek. Yüksek duvarlarla çevrilmiş manastıra büyükçe bir kapıdan giriyoruz, çok geniş bir avludayız. Sağ tarafta kendi hediyelik eşyalarını sattıkları bir dükkan var, ileride manastıra giren başka bir kapı var. Yine çok kalabalık olur korkusuyla bahçeyi gezmeye karar veriyoruz. Sağ tarafa yürüdükçe manzaranın görkemi bizi büyülüyor. Şansımıza hava güneşli, görüş alabildiğine açık, neredeyse bütün Elzas ayaklarımızın altında. Bulutlarda yaşamak gibi mistik duygulara kapılmak çok kolay böyle bir manzara karşısında. Hemen uçurumun yanında yürüyoruz, korkuluklar çok yüksek değil, bu kısacık teras yol yükseklik korkusu olanlara göre değil.Yanından yürüdüğümüz binanın ortasındaki kubbeli kulenin üzerine çok büyük St.Odile heykeli var; bir elinde asası, başında halesi, diğer eliyle bütün Elzas’ı kutsuyor. Dar teras yolu geçince tekrar aşağılara hakim manzaraya hayranlıkla bakıyoruz. Bütün yamaçlar orman, aşağılarda üzüm bağları başlıyor. Manzaralı geniş terasta sağ tarafa, heykele doğru baktığımda, şaşkınlıkla tam güneşin önünde rengarenk, melek biçimini almış ince bulutu görüyorum. İncecik bulut güneşe doğru bakmamızı mümkün kıldığı gibi bütün renkleri gökkuşağı gibi yansıtıyor, ve sanki bize doğru geniş kanatlarıyla uçan melek oluyor. Hemen kocama resim çekmesini söyledim. Az sonra bulut şekli değişerek geçti gitti.

Manzaradan gözlerimi ayırıp, geniş bahçeyi inceledim. Bahçe içinde ana binadan ayrı iki küçük şapel var. Sonradan internette araştırma yaptığımda, St Odile içinde dört şapel olduğunu öğrendim ama o gün için ikisini gördüm. Özellikle ikinci girdiğimiz şapelin Melekler Şapel’i olduğunu öğrendiğimde, az önceki bulutun güneşle oyununun evrenin bir şakası olduğuna inanıp şaşkınlıkla gülümsedim. İçeriye girdiğimizde başkaları da vardı; Kilise akıllı davranıp her şeyden para kazanmasını iyi biliyor; içeride kumbaraya para atıyorsunuz, ışıklar yanıyor. Gerçi hava çok açık olduğu için o muazzam mozaikleri görmeye yetecek ışık var ama meraklı turistler para attıkça, mozaikler canlanıyorlar; sonra ışıklar sönüyor, loşlukları aydınlatan renklerden gizemleri süzülüyor. Benim o mozaiklere bakarken gördüğüm, dinlerden daha eski öykülerdi. Bazen başkalarının anlattığı bilgileri bilmemek, böyle görüntüler karşısında çok daha iyi oluyor; kendi masallarınızı yazıyorsunuz, görüyorsunuz. Gördüklerim o kadar gerçekti ki (anlatsam herkes hayal olduğunu anlar) manastıra girdiğimde devamını izledim. Benim gördüklerimin Hıristiyan geçmişle hiç ilgisi yoktu.

Hava, kokular, kuşlar, bahçe, orman ve ova manzarası o kadar güzeldi ki üşüyünceye kadar etrafta dolaştık. Bahçeden geniş merdivenlerle ana binaya çıktık, içeri girip girmemek konusunda biraz çekindik, ben büyük kapılardan birisini denedim, açıldı, biraz da o çocukça serüven duygusuyla içeriye girdik. Tam da yakalanırsak ne deriz diye konuşurken karşımıza bir kadın çıktı, orada çalışan biri olduğu elinde dosyalarla koşuşturmasından belliydi. Biz suçlulukla dikilip kaldık, o ise aceleyle “iyi günler” diyerek yanımızdan geçti.

Artık korkmadan geniş ve eski koridorda yürüyoruz, içeride dolaşmanın yasak olmadığını anlamanın verdiği rahatlıkla, inceleye inceleye, yüzlerce yıl öncesinden döşenmiş, binlerce insanın gelip geçtiği aşınmış taşlara basarak (bu hissi Efes’i, Topkapı Sarayı’nı gezerken de duymuştum) ilerliyoruz. Koronun sesi gittikçe yakınlaşıyor; evet, ileriden bir yerden şarkılar söyleniyor. Manastırın bir müze değil de yaşayan bir yer olduğunu gösteren sesler bunlar, sesi izleyerek manastır içindeki kiliseye ulaşıyoruz. Kapıları kapalı, belli ki içeride bir tören var. Birden duvarda o resimleri görüyorum; konu olarak bana verdikleri his, çok sevdiğim Hieronymus Bosch resimleri gibi. Sonradan manastırın broşüründe aynı duvar resmi için “Hortus Deliciarum’a göre Cennetin (Tanrısal) Merdiveni” diye yazıyordu. Hortus Deliciarum’u internette araştırdım, buraya yazmak uzayacağı için ilgilenenlere linki yazayım: http://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:Septem-artes-liberales_Herrad-von-Landsberg_Hortus-deliciarum_1180.jpg Resim korkunç şeyleri anlattığı halde renkler yüzünden bana korkudan çok öyküyü okurmuşum hissini veriyor. Resimden gözümü ayırıp çevreme bakınıyorum, ileride mumları görüyorum. Tabii yine yanındaki kutuya bağış yaparak mumları alıyorsunuz; ben hemen kızım için bir tane alıp yakıyorum. Melekler bana yine güzel bir oyun oynuyorlar, kızım için yaktığım mum diğer mumlardan daha yüksek ateşle, daha parlak yanıyor. Ben dahil, çevredeki diğer insanlarla hayretle, gülümseyerek muma bakıyoruz, bir mum herkesi neşelendiriyor.

Zaman, az kalabalık, güzel manzaralı büyülü yerde çabucak geçiyor. Çıkışa doğru yürürken hediyelik eşyaların satıldığı binaya giriyoruz. Az önce gördüklerimi anlatacak kitaplara bakıyorum, hemen hepsi Fransızca. Nihayet çok ince İngilizce bir kitapçığı buluyorum; kızımın parlayarak yanan mumu için üç mum da eve alıyorum. Dönüşümüzde güzel manzaraya güzel anılar da eklenerek belleğimize yerleşiyor.
http://www.odilienberg.net/odilienberg/en/
http://en.wikipedia.org/wiki/Odile


Otelde ertesi günün dönüşü için bavulu toparlayıp, yorgunluk kahvemi küçük bahçe terasta, yeni çıkan yıldızlara bakarak yudumluyorum. O yıldızların böyle yüksek ve açık bir yerden görünümlerinin bizim yaşantılarımızı nasıl etkilediğini düşünmeden edemiyorum. Yerküredeki yalnızlığımızı hem pekiştiriyorlar, hem de “belki o kadar da yalnız değiliz” diye düşündürtüyorlar. Akşam yemeğini yine gurme şanına uygun biçimde yerken Riesling şaraplarımızı yudumluyoruz. Şehrin koşuşturmasından sonra, hareketli geçtiği halde bu tatil bizi dinlendiriyor.

Sabah dağ hayvanlarıyla gözgöze kahvemi içiyorum. Eve dönüş zamanı geldi. Evden uzaklaşmaların en güzel yanı eve dönüş oluyor galiba. Yine de evin bizim için anlamını anlamak için arada bir gitmek gerekli. İnsan böyle gezilerde kendisinin de memnuniyetle farkına varıyor. Kahvaltıdan sonra oteldekilere gülerek veda ediyoruz. Yine açık, güneşli bir hava var. Ama açık havanın tepelerde kaldığını anayola inerken görüyoruz. Aşağısı sisli. Zaman zaman yoğun siste, arada bir görüşün açıldığı yolda dikkatle eve doğru ilerliyoruz. Fransa’yı geride bırakınca sis bitiyor. Rüyadan mı çıkıyoruz, rüyaya mı gidiyoruz belli değil…



Fatma ÇAKIR V.D.



2447










   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)