Fatma ÇAKIR V.D.
Alsace (Elzas) Sonbaharı
Her yıl, kızımızın okulla gezisi sırasında biz de yollara düşüyoruz. Bu sene okulun gezisi, daha önce ailece gittiÄŸimiz Fransa’nın Normandiya Bölgesi’nde. Bizim o zaman çizdiÄŸimiz rotaya göre bir program hazırlamışlar: Önce İkinci Dünya Savaşı’nın önemli noktalarına gidecekler; sonra da, Britanya Bölgesi’ndeki çok etkileyici manzarası olan Mont Saint-Michel ziyaret edilecek.
Onlar Kuzey Fransa’dayken biz de yine daha önce gidip çok sevdiÄŸimiz, sembolü leylekler olan Elzas’a gideceÄŸiz. İki sene önce Elzas’a yaptığımız gezi sırasında, öğle yemeÄŸi için bir köyde durmuÅŸtuk. Hemen köy meydanındaki küçük lokantada yemeÄŸimizi yemiÅŸtik. Åžansımıza çevrede çok iyi bilinen gurme lokantalardan biri çıktı. Fransa köylerinde kitaplara girmiÅŸ birçok lokanta var. Bazı köy gurme lokantalarının, uzaktan gelenlerin dört dörtlük yemekten sonra dinlenmeleri için birkaç odalı küçük otelleri de oluyor. La Petite Auberge böyle bir hotel-restoran. İki sene önce hem yediÄŸimiz yemekten, hem de servisten o kadar memnun kaldık ki broşürlerini aldık ve hiç unutmadık. Bu gidiÅŸimizde hiç düşünmeden orada yer ayırttık. Üstelik gecelik oda fiyatları çok uygundu.
Sabah kızımızı okula götürüp yolcu ettikten sonra yola koyulduk. Antwerpen Brüksel arasında, özellikle sabah saatlerinde çok yoÄŸun trafik olduÄŸu için Hasselt-Liege üzerinden gitmeye karar verdik. Antwerpen giriÅŸ ve çıkışlarında ağır sanayi trafiÄŸi hem yolculuÄŸu yavaÅŸlatıyor, hem de dikkat sürekli yolda olduÄŸu için insanı çok yoruyor. Bölge sınırlarından sonra trafik epey hafifliyor, çok ÅŸeritli yolda manzaranın keyfine vararak gitmek mümkün oluyor. Manzara da deÄŸiÅŸiyor, yavaÅŸ yavaÅŸ yokuÅŸ çıkmaya baÅŸlıyoruz. Hasselt-Liege arası trafik yok denecek kadar az, manzara da Antwerpen’daki alabildiÄŸine düzlükten sonra yokuÅŸlarla, tepelerle, ormanlarla hareketlenip renkleniyor. Antwerpen’da yaÅŸarken tepelerin varlığını unutuyoruz. Göz alabildiÄŸine dümdüz bir yer. OturduÄŸumuz daire yedinci katta olduÄŸu için görüşümüz çok geniÅŸ; öyle ki, güneÅŸ yerden doÄŸuyor, aynı deniz gibi, Dünyanın yuvarlaklığını bile fark edebiliyorsunuz (çok yüksek binalar olmadığı için deniz benzetmesi en uygunu). Tepelere çıktıkça, ormanların içinden geçtikçe, manzara deÄŸiÅŸtikçe, ÅŸehrin ve trafiÄŸin gerginliÄŸini de unutuyoruz.
Köprüler ve uzun tünellerle Liege’de hiç durmadan yola devam ettik. Artık Belçika’nın oksijen deposu Ardennen dedikleri sıradaÄŸların üzerindeki ormanların içinden geçiyor yol. Oksijen deposu derken abartmıyorum; arabanın içinden bile tertemiz daÄŸ havasını içimize çekiyoruz. Hava bu mevsime göre oldukça ılık, güneÅŸli. DaÄŸlar derken öyle çok yüksek ulu daÄŸlardan bahsetmiyorum; Belçika’nın en yüksek noktası 690 metre civarında. Bozulmamış ormanların arasında, üç ÅŸeritli ama çok sakin otoyolda, aÄŸaçların sonbahar renkleri gözlerimizi okÅŸarken, manzaraya uygun müzikle yolculuk, tatilimizi güzel baÅŸlatıyor. Lüksemburg’a gelmeden önce, sınıra yakın bir benzin istasyonunda durup, öğle yemeÄŸi niyetine bir ÅŸeyler atıştırıyoruz.
Kısa molamızdan sonra yola çıktığımızda, araba plâkalarındaki çeÅŸitlilik artmaya baÅŸlıyor: İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Belçika, Almanya, İsviçre, Fransa… UlaÅŸtığımız yer çok merkezi bir yer: Belçika, Almanya, Lüksemburg, Fransa sınırlarına yakın olduÄŸu gibi; İtalya ve İsviçre için de geçiÅŸ yolu, özellikle Brüksel’den gelenler için; bu noktada Lüksemburg-Brüksel trafiÄŸi ile birleÅŸiyoruz. Lüksemburg’a yaklaÅŸtıkça, yolda büyük ve yeni Lüksemburg plakalı arabalar “yol benim” dercesine hızlı ve hissedilir egoizmle yanımızdan geçiyorlar. Uzun yolculuklarda, özellikle Avrupa yollarında, ülkelerin deÄŸiÅŸimi sınır kapılarında olmuyor artık. Zaten sınır kapıları yok veya sembolik… Ülkenin deÄŸiÅŸimini yollarından, plakaların çoÄŸunluÄŸundan, kullanım biçimlerinden açıkça görebiliyorsunuz. Lüksemburg’u geçiÅŸimiz yarım saat, ama zorlu ve yoÄŸun bir yarım saat sürüyor. Çok bakımlı yollarda yepyeni arabaların kuralsız hızları ile baÅŸa çıkmaya çalışıyoruz. Yolun daralması, küçük ve canlı renkli Fransız plakalı arabaların artması Fransa’ya yakınlaÅŸtığımızın belirtisi… Az sonra hızı yavaÅŸlatan iÅŸaretlerle sınır kapısından yavaÅŸlayarak geçiyoruz. Fransa’da arabaların hızı düşüyor ama sollama biçimlerine alışmak için bir onbeÅŸ yirmi dakikanın geçmesi gerek. Sınırı geçtikten sonra paralı yola doÄŸru trafik sakinleÅŸmeye baÅŸlıyor. Bizim gideceÄŸimiz yönde Strasburg’a yakınlaşıncaya kadar güzel manzaranın, havanın ve müziÄŸin tadını çıkarıyoruz. Strasburg’a geliÅŸimiz tam da iÅŸ çıkışı saati, artık bundan sonra Colmar’a kadar ağır trafiÄŸin içinde kalıyoruz, ama neyse ki gideceÄŸimiz yere iyice yaklaÅŸtık. Sayısız yuvarlak kavÅŸaklardan sonra köy yoluna giriyoruz, aniden trafik bitiyor ama iyice karanlık oldu. Dar ve boÅŸ köy yollarından ilerleyerek sonunda hedefimize ulaşıyoruz.
Otelin park yeri boş, resepsiyon da yok sanki, kapıda zil var. Zili çalıyoruz, hemen karşıdaki lokantadan genç bir kız geliyor; evet, doğru adresteyiz, geceleri resepsiyonda kimse olmuyor; hepsi lokantada çalışıyorlar. Kız bize odamızı gösteriyor, odayı görünce tüm yorgunluğumuz uçuyor, ikimiz de gülümsüyoruz. Beklentilerimizin çok ötesinde, çok güzel bir suit burası. Kız bize gerekli açıklamaları yapıp, hemen lokantaya geri dönüyor. İki katlı bir oda; alt katta küçük bir oturma odası, terasa açılan kapısı var; banyo, ayrıca tuvalet var. Üst kat geniş yatak odası yapılmış. Yatak geniş ve tertemiz. Kalacağımız yer en iyi otel odasından daha rahat ettirecek kadar kullanışlı ve temiz. Yerleşip, temizlenip lokantaya geçiyoruz. Çok yorgun olduğumuz için ilk akşam hafif ama çok lezzetli yemeklerini tadıyoruz. Yine, aynı iki yıl öncesindeki gibi sıcak ve güleryüzle karşılandık. Tam bir aile işletmesi: Baba okullu aşçı, mutfak onun; anne bütün işletme işini üstlenmiş, otel ve müşteri ilişkileri onda; kızlar hem garsonluk yapıyorlar, hem de annenin koşuşturma işlerine yardım ediyorlar.
http://petiteaubergehohwald.free.fr/
Ertesi sabah erkenden uyandığımda beni büyük bir sürpriz bekliyordu. Oturma odasında perdeleri açtığımda karşıdan bakan iki lama ile gözgöze geldim. Önceden sadece resimlerden gördüğüm iki büyük beyaz lama! Bu kadar büyük olduklarını bilmiyordum, hele bu kadar uzun boyunları olduÄŸunu resimlerde hiç fark etmemiÅŸtim. Hemen arkalarında geyik ailesi duruyordu. Bu kadar yakından, hayvanat bahçesi haricinde ilk defa geyiklerle karşılaÅŸtım. Hindistan’da, Nijerya’da filler, maymunlar görmüştüm ama geyikler, lamalar hayatımda ilk oldular. Sonra birkaç keçi geçti koÅŸturarak, yavru lama yanlarına geldi. Biraz daha dikkatli bakınca, bahçenin yüksekçe telden yapılmış çitle çevrelenmiÅŸ olduÄŸunu görüp dışarıya çıkmaya cesaret ettim. Odamızın önündeki küçük bahçenin biraz ilerisindeki tepenin çevresi tellerle sınırlandırılmış; bir sürü daÄŸ ve orman hayvanı dolanıyor, otluyordu. Sonradan arkamızda bir çiftlik olduÄŸunu öğrendik. GüneÅŸ doÄŸmak üzereydi, belki tepelik olduÄŸu için güneÅŸi henüz göremesem de kuÅŸların ötüşleri, hayvanların koÅŸuÅŸturmaları güzel günün habercisiydi. NeÅŸem yerine geldi; keyifle, aramızdaki tellerin verdiÄŸi güvenle, korkusuzca gülümsedim.
Otelde bizimki gibi altı veya yedi oda var. Sezon dışı orada olduÄŸumuz için her gece yalnız iki veya üç oda doluydu. Aynı bina içersinde kahvaltı salonuna gittik. Samimi ev havasında hazırlanmış taze yiyeceklerle kahvaltı yaptık. Belli bir programımız yoktu ama son senelerde gittikçe ünlenen Riesling ÅŸaraplarının bölgesindeydik, tabii ki gelmiÅŸken ÅŸarap da alacaktık. Bölge için hazırlanmış “Åžarap Yolu” haritasını ücretsiz olarak her yerde bulmak mümkün, İngilizce olanını aldık. Kahvaltıyı “anne” hazırlıyor, müşterilerle ilgileniyordu. Onun yardımıyla nerelere gidebileceÄŸimizi haritada iÅŸaretledik. Önceki geliÅŸimizden çok memnun olarak ayrıldığımız, ÅŸarapları gerçekten çok güzel olan aile-firmasının yerini haritada iÅŸaretledik. Bize kendilerinin de ÅŸarap aldığı adresleri verdi. İlk olarak onun verdiÄŸi ve önerdiÄŸi adrese gitmeye karar verdik, en yakında olan da oydu zaten.
Gün ışığında manzara çok güzeldi. Ormanın içindeki köy, yüksek aÄŸaçların sonbahar renkleri içersinde pırıl pırıldı. Epey yüksekçe bir dağın zirveye yakın bir köşesindeydik. Åžarap bölgeleri hemen dağın eteklerinde baÅŸlıyor. Kuzey Fransa olduÄŸu halde, daÄŸların güneye bakan yamaçlarında, daÄŸların soÄŸuk rüzgarları engellemesi sayesinde lezzetli üzümlerini yetiÅŸtirmeyi baÅŸarıyorlar. Strasburg’dan Colmar’a kadar baÄŸcılık ve ÅŸarapçılık yapılıyor. Gece karanlıkta geldiÄŸimiz yolu gündüz gözüyle geçerken manzara bizi büyüledi. Hele aÅŸağıya tam olarak inmeden önceki büyükçe köy tarihten fırlamış gibiydi. Veya biz bir zaman atlaması yaşıyorduk. Yapılar hiç bozulmadan korunmuÅŸ, yeni yapılanlar da tamamen eskiye sadık kalınarak bütünleÅŸmiÅŸ. Åžarap için gideceÄŸimiz yer de bu köydeydi.

Adresi bulduk; dış görüntüsü Roman yapı tarzında olmasına raÄŸmen, yapının düzeni bana biraz bizim köyleri anımsattı (ben Marmara Bölgesi’nden olduÄŸum için en iyi bizim köylerimizi biliyorum): Bina dışarıdan bakılınca, hemen sokaÄŸa bakan büyükçe bir ev gibi görünmesine raÄŸmen, içeriye girilince geniÅŸ avlu etrafında birkaç ev var; arka tarafa doÄŸru ise çok daha geniÅŸ bir bahçe, meyve aÄŸaçları, ev ihtiyacı kadar ekili sebzelik, kümes ve ahırdan oluÅŸmuÅŸ büyük bir yerle karşılaşıyorsunuz. Burada zeytin sarnıçlarının ve tahıl ambarlarının yerini ÅŸaraplar almış. İçeriye girdiÄŸimizde her yer açık, kilitsiz olduÄŸu halde ortalıkta hiç kimse görünmüyordu. Zaten otelden de adamların baÄŸlarda olabileceÄŸi, satışı genellikle hanımların yaptığı söylenmiÅŸti. Daha önceki üreticiden ÅŸarap alma tecrübelerimizde de hep kadınlarla karşılaÅŸmıştık. Öğle saatine yakın orada olduÄŸumuz için kimsenin görünmediÄŸini; az sonra bir adamın gelip yemek saati olduÄŸunu, birbuçuk saat sonra gelmemizi söylediÄŸinde anladık. O sürede köyde nerelerde oyalanabileceÄŸimizi sorduk, fazla bir ÅŸey olmadığını söyledi. Yürüyerek köy meydanı diye tahmin ettiÄŸimiz meydana gittik. Büyükçe bir Roman tarzı kiliseyi dışarıdan gezip birkaç fotoÄŸraf çektik. OnbeÅŸ dakika sonra tekrar geri dönmüştük bile. Orada daha fazla oyalanamayacağımızı anlayıp, daha önceden gittiÄŸimiz ÅŸarap üreticisine gitmeye karar verdik. Yarım saat kadar sonra diÄŸer ÅŸarapçının kapısındaydık. Yine bütün kapılar kilitsiz ve açıktı. Evden bir kadın elinde kuruladığı tencereyle çıktı, biraz sonra birisinin gelip ilgileneceÄŸini söyledi, istersek içeride oturup bekleyebilirdik. Hava güzel olduÄŸu için bahçede beklemeyi tercih ettik. Karşıdaki evin kapısında konuÅŸan üç yaÅŸlı kadının sesleri kulağıma çarptı. Almanca veya Fransızca bilmem ama kulağım aÅŸinadır, konuÅŸmalarının hangi dilden olduÄŸunu ayırt edemedim. Alsace bölgesinde Alman etkisi çok fazla, halkın çoÄŸunluÄŸunun isimleri Almanca zaten, ÅŸehirlerin, köylerin de öyle. İçinde Alman disiplini, Fransız rahatlığı olan kendilerine ait yaÅŸam biçimi, kültürleri var, haliyle kullandıkları dil de her iki kültürün karışımı olmuÅŸ.
Çok uzun beklemedik, açılış saatinden yarım saat önce orada olduğumuz halde dışarıdan koştura koştura, iki sene öncesinden hatırladığım hanım geldi. Şarapları deneyeceğimiz yere gittik, listesiyle beraber tadına bakacağımız şarapları masaya koydu. Aracısız üreticiden alınan şarapların tadı ayrı oluyor; bu tür gezilerimizde şarap üzerine çok bilgi edindim, aynı zamanda yaşam biçimleri hakkında da epey öğreniyorsunuz. Birbirinden değişik ve dolu tatlar arasında seçim yapmak zorlaşıyor; ipin ucunu biraz kaçırıp, neredeyse bir yıllık şarap aldık.
http://www.albertmann.com/site/Home_page-79.html
Yükte ağırlaÅŸmış arabamızla yola çıktık. Dönüşte Fransa’nın olmazsa olmaz yuvarlak kavÅŸaklarından birinde bir yol ayrımı erken dönüş yaptık. İyi ki de öyle yapmışız, yanlışlıkla girdiÄŸimiz yol bizi çok güzel bir kasabaya götürdü: Ribeauvillé. Fransa’nın turizme yaptığı en büyük hizmet, kasabanın merkezine yakın yerlerde ücretsiz büyük park yerleri yapması sanıyorum. Bu araba parklarını, yol kenarlarında büyük levhalarla iÅŸaretledikleri için bulmamak olanaksız. Arabayı park edip biraz dolaÅŸmaya çıkıyoruz. Merkez tamamen aslına sadık restore edilmiÅŸ. Sokakta yukarıya doÄŸru yürürken, diÄŸer turistler gibi durup durup fotoÄŸraflar çektik. Hemen ilerideki yüksek tepenin üzerinde yapılmış, tüm kasabaya ve manzaraya hakim görkemli ÅŸato; eski Avrupa’nın, en azından o bölgenin yönetim biçimi, sosyal yaÅŸamı, tarihi hakkında hiçbir ÅŸey bilmeyenlere bile anlatacak biçimde duruyor. Elimde olmadan o yılları gözümde canlandırıyorum, ürpertiyor beni.

Dinlenmek için bir kafede oturuyoruz. Hava o kadar güzel ki dışarıda oturmak hiç kimseyi üşütmüyor, biz de dışarıda oturup gelene geçene bakıyoruz. Ben yine Fransa adetlerini unutup kahve istiyorum, yine o küçük fincandaki kopkoyu, apacı, hiç sevmediÄŸim kahve geliyor. Fransa’da keyifle kahve içebilmem için “büyük fincan” demem gerektiÄŸini bir daha kafama yazıp, acı kahvemi içmeye çalışıyorum. Otele döner dönmez içtiÄŸim acı kahvenin acısını çıkartmak için, Fransa gezilerimizde mutlaka yanımda taşıdığım küçük su kaynatıcısında kendime kahvemi hazırlayıp, küçük bahçe terasımızda manzaranın ve orman kokulu havanın keyfine vara vara içiyorum. Bu akÅŸamki yemeÄŸimiz şölen olacak.
Mönü çok kalın deÄŸil, ama yazılımından bile belli olan ayrıcalığı var. BasitmiÅŸ gibi dursa da detaylarındaki birleÅŸimler deÄŸiÅŸik tatları sezdiriyor. Yanımızdan bizden önce gelen masalara gelen tabaklar ise birer sanat eseri gibi düzenlenmiÅŸ; her tabak çok özel bir yemek gibi duruyor. GiriÅŸ olarak aldığım balık ezmesi sıradan gibi dursa da, yanında gelen deÄŸiÅŸik soslu salatalarla yenildikçe, her yudumda ayrı bir tadı almanın zevki, yörenin zengin aromalı ÅŸarabıyla karışıp, konuÅŸmalarıma ve gülüşüme yansıyor. Bütün masalar dolu ve herkes benim gibi eÄŸleniyor. RendelenmiÅŸ ve hafifçe kaynar sudan geçirilip acı hardal ve zeytinyağı ile renklendirilen bir çatal havucun balık ezmesiyle bu kadar güzel bir tat alması mucize gibi… Ardından içilen bir yudum Riesling tatları daha da zenginleÅŸtiriyor ve ben bu hoÅŸ duyguyla gülüyorum, güzellik konuÅŸmalarımıza yansıyor, sadece güzel, neÅŸeli ÅŸeyler konuÅŸuyoruz: Hayat çok güzel, ÅŸimdi çok güzel… Ana yemekte balıkla devam ediyorum. GiriÅŸi hiç aratmayan tatlar aÄŸzımda ve ruhumda dağılıyor.
Tatlı ise gerçekten yemeÄŸi taçlandırıyor; bu benim ilk kez duyduÄŸum, gördüğüm, tattığım bir ÅŸey: Omelette à la Norvégienne (Türkçesi sanıyorum “Norveç usulü omlet”). Öylesine zengin, öylesine benzersiz bir tat ki, anlatmayı sadece deneyebilirim. Tatlı mönüsündeki çeÅŸitler çok fazla deÄŸildi. Zaten çok da doymuÅŸ hissediyordum, tatlıdan vazgeçecektim ki az Fransızcamla garip bir ad gördüm listede. Yine İngilizcemden yola çıkarak çözdüğüm Fransızca ile anladığım kadarıyla, bir çeÅŸit omletin üzerine rum dökülerek yakılıyor. YemeÄŸimizin alevlerle şık ve ÅŸamatalı biçimde son bulması, eÄŸlencenin sonunda havai fiÅŸeklerin atılması gibi olacak diye düşünerek tatlıyı istedim. Sohbetimize neÅŸeyle devam edip, kocamın ÅŸarapla iyi gider diye istediÄŸi peynirlerle oyalanırken tatlım masaya geliyor. Evet, tam beklediÄŸim gibi büyük bir gösteri bu: Kız bir elindeki büyük tabağın ortasındaki beyaz renkli, silindir biçimi tatlının üzerine, fincan büyüklüğündeki kaptan rum döküyor, ve hemen özel bir çakmakla yakıyor, daha alevler yeni baÅŸlamışken tabağı dikkatlice önüme koyuyor. Etrafımızdaki herkesin sustuÄŸunu, bizimle birlikte gösteriyi izlediklerini görüyorum; ilgiden utandığım halde çocuklar gibi alkışlamak istiyorum. Bu omleti yemenin verdiÄŸi hazzı unutamayacağım; hafif ÅŸekerle tatlandırılmış, rumla yakılmış, çırpılmış yumurta beyazının ardındaki tatlar ve bu tatların birleÅŸerek damakta bıraktığı iz kalıcı. En altında fındık, ceviz ve badem kırılarak karamel ve bisküvi ile karıştırılmış tadı veriyor, onun üzerinde dondurma, sonrada ince dilim kek var; bütün hepsini çırpılmış yumurta akıyla kapatmışlar. Alkolü yanmış rum tatların süsü oluyor. Günüm neÅŸeyle, zevkle bitiyor.
http://whatscookingamerica.net/History/IceCream/BakedAlaska.htm
Ertesi gün ÅŸarap alma iÅŸimizi bitirdiÄŸimiz için plansız serbestiz. Hava yine tam bahar havası, tam gezilecek bir gün. Kahvaltımızı yaparken gidilebilecek yerleri haritada araÅŸtırıyoruz. Çok fazla aramamıza gerek kalmıyor; geçen geliÅŸimizde gittiÄŸimiz, çok kalabalık olduÄŸu için fazla kalmadığımız, bulunduÄŸumuz yere arabayla onbeÅŸ-yirmi dakika uzaktaki The Mount Saint Odile’e gitmeye karar veriyoruz. Dışarı çıktığımızda arabanın arka tekerleÄŸinin hafifçe inik olduÄŸunu görüyoruz. Bunun üzerine kocam otel sahibesine nerede onartabileceÄŸimizi sordu; o da kocasına gelip lastiÄŸi ÅŸiÅŸirmesi için telefon etti. Kocası (aynı zamanda ÅŸef aşçı) lastiklerin hepsine hava vermesine veriyor ama bir tanesinde sorunun görünenden daha çok olduÄŸunu söylüyor, babasını çağırıyor. Yanıt: Kesinlikle bir garajda tamir edilmeli. En yakın tamircinin dokuz kilometre uzaktaki Andlou kasabasında olduÄŸunu öğreniyoruz. Zaten iki caddesi, iki de garajı olduÄŸunu, mutlaka bulacağımızı söylüyorlar. Tabii ki ilk girdiÄŸimiz cadde yanlış cadde oluyor. Geri dönderken yolu sormak için birinin yanında duruyoruz. Tam bize nasıl gideceÄŸimizi anlatırken telefonu çalıyor. Önce telefona konuÅŸuyor, sonra kahkahayla gülerek bizimle hem ÅŸakalaşıp hem de yolu tarif ediyor. Bir kez daha Fransa’da kırsal alanlarda yaÅŸamanın rahatlığını, yormayan yavaÅŸlığını adamın içtenlikle gülen gözlerinde görüyorum.

Gerçekten de kasabada yanyana iki garaj var. Biz ilkine giriyoruz. Burası hem tamirhane, hem de benzin istasyonu. Büyükçe garajın yanında bir ofis var, arka tarafta ise bahçe çitleriyle ayrılmış, o bölgeye has modelde ev var. Genişçe park yerinde Fransız filmlerinden aÅŸina olduÄŸum eski model arabalar duruyor. Kapalı büyük garajın içersinde baÅŸ köşeyi gıcır gıcır yenilenmiÅŸ çok eski model bir araba kapmış. Sanıyorum otuzlu yıllardan kalma bir araba, ama fabrikadan yeni çıkmış gibi yepyeni. Yanında henüz takılmamış tekerleÄŸi de hiç kullanılmamış, galiba bütün parçalarını tekrar elde yapıyor. Arabanın başında tulumu ve aletleriyle çalışan yaÅŸlıca adam bize hiç memnun olmayan gözlerle baktı, kocam lastikte bir sorun olduÄŸunu söyledi. Adam, hobisine ayırdığı çok deÄŸerli zamanını çalıyormuÅŸuz gibi bize neredeyse dövecekmiÅŸ gibi bakarak, öğleden sonra bakabileceÄŸini söyledi. Garajın önünde park edilmiÅŸ arabamızın başında, ne yapacağımızı bilemez biçimde ayakta beÅŸ on dakika bekledik. Adam baktı ki gitmeye niyetimiz yok (ki biz ÅŸaÅŸkınlıktan, ne yapacağımızı bilemediÄŸimizden orada dikiliyorduk) önceliÄŸi biraz aksi yüzle bize verdi. Arabanın tekerliÄŸi ile uÄŸraşırken yanında duran kocamı “Başımda dikilip durma, rahat iÅŸ yapamıyorum” diye azarladı. Beni gülme tutunca biraz uzaklaÅŸtım, ofisteki kadınla gözgöze geldik, birbirimize gülümsedik. O zaman anladım ki Fransa’nın bu bölgesinde müşterilerle iliÅŸki kadınların iÅŸi, adamlar kendilerini yabancılara göstermeden çalışmayı seviyorlar, ofisleri kadınlara bırakıyorlar.
TekerleÄŸin tamir iÅŸi on dakikada bitiyor, iyi ki garajın önünde beklemiÅŸiz. Adam iÅŸini bitiriyor ve hiçbir ÅŸey söylemeden uzaklaşıyor. Biz de ÅŸaşırarak ofise, kadının yanına giriyoruz. Neyse, kadın gerçekten güleryüzlü ve konuÅŸkan. Evet, burada köylerde iÅŸi götüren kadınlar, bundan eminim. Fatura iÅŸlemlerini yapıyor, ÅŸakalaşıyor, konuÅŸuyor. Arabamız ve biz, günün gezisini yapmaya hazırız. Yukarıya doÄŸru dar daÄŸ yolundan tırmanmaya baÅŸlıyoruz. Manzara çok güzel, araba trafiÄŸi az, yüksek aÄŸaçların görüntüsü ve kokusu ruhumuza iÅŸliyor. Tepede açıklık bir yerde park yeri yapmışlar, birkaç araba duruyor, biz de duruyoruz. Arabalarının yanında ayakkabı deÄŸiÅŸtirenler var, yol iÅŸaretleri “trekking” patikalarını gösteriyor. Etrafa bakıp fotoÄŸraflar çekiyoruz, güzel günün havasını soluyoruz. Sonra yola devam ediyoruz. On dakika sonra hedefteyiz, asıl ÅŸaşırtıcı gezimize baÅŸlıyoruz.
İki sene önce hava böyle açık ve güzel deÄŸildi, bugün güneÅŸ gerçekten güzellik ve kolaylık katıyor geziye. Åžansımıza ikinci otoparkta yer buluyoruz. Daha yakın olanları dolmuÅŸ ama bu otoparktan sonra yürürken de göreceÄŸimiz çok ÅŸey var. Mistizm kayalara sinmiÅŸ, dev blok kayalar duruÅŸları ile Dünyanın oluÅŸumunu simgeler gibi karşımıza dikiliveriyorlar. Biz o kadar yürümedik ama biraz aÅŸağıda Pagan Duvarı var. Okuduklarıma göre Pagan Duvarı’nın yapımı M.Ö. ilk bin yılın ortalarına dayanıyor; ortalama iki metre geniÅŸliÄŸinde, üç metre yüksekliÄŸinde ve on kilometre uzunluÄŸundaki duvarı yürümek yaklaşık dört saat sürüyormuÅŸ; yazan buna deÄŸdiÄŸini; Kelt yapımı, sırlarını hâlâ saklayan surlar boyunca yürüdükçe Druidlerin zamanından tarih öncesi kültlerin izlerini bulacağımızı söylüyor.
Otoparktan yukarıya doğru çıkarken önce büyük bir kaya ile duraklıyoruz, kayanın duruşu, biçimi insanı büyüleyen cinsten; buralarda yüzyıllarca, insanların Tanrılarıyla buluşmalarının kutsal anıtı gibi karşımızda dikiliyor. Kayanın yanıbaşında biraz soluklanırken sırlarını duyar gibi oluyorum, başımda sarhoş dönüşlerle içim titriyor. Kayaya dokunmak zorunda hissediyorum. Böyle yerlerde hissettiğim boyutlar arası geçişleri yaşıyorum. Kayadan ayrılıp tepenin düzlüğüne çıkıyoruz, görünen manzara muhteşem.
Burada efsane kadın Saint Odile için yapılmış ilk Hıristiyan Kadınlar Manastırı var. DoÄŸuÅŸtan kör Odile (662-720), Elzas Dükü olan babası tarafından hem kör hem de kız olduÄŸu için istenmemiÅŸ. Annesi kızını olası ölümden kaçırarak Palma’ya göndermiÅŸ. Odile oniki yaşında vaftiz edildiÄŸinde gözleri görmeye baÅŸlamış. Bu mucizeden sonra ona “ışığın kızı” anlamındaki Odile adı verilmiÅŸ. Büyüdüğünde, erkek kardeÅŸi onu geri getirmek istemiÅŸ. Fakat babaları Dük çok kızmış, o kızgınlıkla oÄŸlunu ölümcül yaralamış ve oÄŸlu ölmüş. Daha sonradan babası Odile’i, genç bir prensle evlendirmek istemiÅŸ; evlenmek istemeyen Odile kaçarken bir baÅŸka mucizeyle bir kaya açılıp onu yakalamak isteyenlerden korumuÅŸ. Bu olaydan sonra babası Tanrının kızının üzerindeki elini kabullenmiÅŸ. BiÅŸop’un etkisiyle Hohenbourg bölgesini kızına hediye etmiÅŸ. Odile, kendisi gibi yaÅŸamlarını baÅŸkalarına yardıma adayan kadınlarla beraber, ilk kadınlar manastırını kurmuÅŸ. Zirveye ulaÅŸmak zor olduÄŸu için ikinci bir manastır daha aÅŸağılarda yapılmış. Bir gün Odile yukarıdaki manastıra giderken kör bir dilenciyle karşılaÅŸmış. İçi acımayla doluyken, içinden zavallı ruhları iyileÅŸtiren su fışkıran bir kaya buldu. Su kaynağı bugün halâ hacılar tarafından ÅŸifa bulmak için ziyaret ediyor.

Manastır hâlâ dinsel amaçlarla kullanılıyor, aynı zamanda oteli de var. En yakın otoparkın büyükçe kısmı ÅŸimdi inÅŸaat malzemeleri ve araçlarıyla dolmuÅŸ, belli ki büyük bir restorasyondan geçecek. Yüksek duvarlarla çevrilmiÅŸ manastıra büyükçe bir kapıdan giriyoruz, çok geniÅŸ bir avludayız. SaÄŸ tarafta kendi hediyelik eÅŸyalarını sattıkları bir dükkan var, ileride manastıra giren baÅŸka bir kapı var. Yine çok kalabalık olur korkusuyla bahçeyi gezmeye karar veriyoruz. SaÄŸ tarafa yürüdükçe manzaranın görkemi bizi büyülüyor. Åžansımıza hava güneÅŸli, görüş alabildiÄŸine açık, neredeyse bütün Elzas ayaklarımızın altında. Bulutlarda yaÅŸamak gibi mistik duygulara kapılmak çok kolay böyle bir manzara karşısında. Hemen uçurumun yanında yürüyoruz, korkuluklar çok yüksek deÄŸil, bu kısacık teras yol yükseklik korkusu olanlara göre deÄŸil.Yanından yürüdüğümüz binanın ortasındaki kubbeli kulenin üzerine çok büyük St.Odile heykeli var; bir elinde asası, başında halesi, diÄŸer eliyle bütün Elzas’ı kutsuyor. Dar teras yolu geçince tekrar aÅŸağılara hakim manzaraya hayranlıkla bakıyoruz. Bütün yamaçlar orman, aÅŸağılarda üzüm baÄŸları baÅŸlıyor. Manzaralı geniÅŸ terasta saÄŸ tarafa, heykele doÄŸru baktığımda, ÅŸaÅŸkınlıkla tam güneÅŸin önünde rengarenk, melek biçimini almış ince bulutu görüyorum. İncecik bulut güneÅŸe doÄŸru bakmamızı mümkün kıldığı gibi bütün renkleri gökkuÅŸağı gibi yansıtıyor, ve sanki bize doÄŸru geniÅŸ kanatlarıyla uçan melek oluyor. Hemen kocama resim çekmesini söyledim. Az sonra bulut ÅŸekli deÄŸiÅŸerek geçti gitti.
Manzaradan gözlerimi ayırıp, geniÅŸ bahçeyi inceledim. Bahçe içinde ana binadan ayrı iki küçük ÅŸapel var. Sonradan internette araÅŸtırma yaptığımda, St Odile içinde dört ÅŸapel olduÄŸunu öğrendim ama o gün için ikisini gördüm. Özellikle ikinci girdiÄŸimiz ÅŸapelin Melekler Åžapel’i olduÄŸunu öğrendiÄŸimde, az önceki bulutun güneÅŸle oyununun evrenin bir ÅŸakası olduÄŸuna inanıp ÅŸaÅŸkınlıkla gülümsedim. İçeriye girdiÄŸimizde baÅŸkaları da vardı; Kilise akıllı davranıp her ÅŸeyden para kazanmasını iyi biliyor; içeride kumbaraya para atıyorsunuz, ışıklar yanıyor. Gerçi hava çok açık olduÄŸu için o muazzam mozaikleri görmeye yetecek ışık var ama meraklı turistler para attıkça, mozaikler canlanıyorlar; sonra ışıklar sönüyor, loÅŸlukları aydınlatan renklerden gizemleri süzülüyor. Benim o mozaiklere bakarken gördüğüm, dinlerden daha eski öykülerdi. Bazen baÅŸkalarının anlattığı bilgileri bilmemek, böyle görüntüler karşısında çok daha iyi oluyor; kendi masallarınızı yazıyorsunuz, görüyorsunuz. Gördüklerim o kadar gerçekti ki (anlatsam herkes hayal olduÄŸunu anlar) manastıra girdiÄŸimde devamını izledim. Benim gördüklerimin Hıristiyan geçmiÅŸle hiç ilgisi yoktu.
Hava, kokular, kuÅŸlar, bahçe, orman ve ova manzarası o kadar güzeldi ki üşüyünceye kadar etrafta dolaÅŸtık. Bahçeden geniÅŸ merdivenlerle ana binaya çıktık, içeri girip girmemek konusunda biraz çekindik, ben büyük kapılardan birisini denedim, açıldı, biraz da o çocukça serüven duygusuyla içeriye girdik. Tam da yakalanırsak ne deriz diye konuÅŸurken karşımıza bir kadın çıktı, orada çalışan biri olduÄŸu elinde dosyalarla koÅŸuÅŸturmasından belliydi. Biz suçlulukla dikilip kaldık, o ise aceleyle “iyi günler” diyerek yanımızdan geçti.
Artık korkmadan geniÅŸ ve eski koridorda yürüyoruz, içeride dolaÅŸmanın yasak olmadığını anlamanın verdiÄŸi rahatlıkla, inceleye inceleye, yüzlerce yıl öncesinden döşenmiÅŸ, binlerce insanın gelip geçtiÄŸi aşınmış taÅŸlara basarak (bu hissi Efes’i, Topkapı Sarayı’nı gezerken de duymuÅŸtum) ilerliyoruz. Koronun sesi gittikçe yakınlaşıyor; evet, ileriden bir yerden ÅŸarkılar söyleniyor. Manastırın bir müze deÄŸil de yaÅŸayan bir yer olduÄŸunu gösteren sesler bunlar, sesi izleyerek manastır içindeki kiliseye ulaşıyoruz. Kapıları kapalı, belli ki içeride bir tören var. Birden duvarda o resimleri görüyorum; konu olarak bana verdikleri his, çok sevdiÄŸim Hieronymus Bosch resimleri gibi. Sonradan manastırın broşüründe aynı duvar resmi için “Hortus Deliciarum’a göre Cennetin (Tanrısal) Merdiveni” diye yazıyordu. Hortus Deliciarum’u internette araÅŸtırdım, buraya yazmak uzayacağı için ilgilenenlere linki yazayım: http://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:Septem-artes-liberales_Herrad-von-Landsberg_Hortus-deliciarum_1180.jpg Resim korkunç ÅŸeyleri anlattığı halde renkler yüzünden bana korkudan çok öyküyü okurmuÅŸum hissini veriyor. Resimden gözümü ayırıp çevreme bakınıyorum, ileride mumları görüyorum. Tabii yine yanındaki kutuya bağış yaparak mumları alıyorsunuz; ben hemen kızım için bir tane alıp yakıyorum. Melekler bana yine güzel bir oyun oynuyorlar, kızım için yaktığım mum diÄŸer mumlardan daha yüksek ateÅŸle, daha parlak yanıyor. Ben dahil, çevredeki diÄŸer insanlarla hayretle, gülümseyerek muma bakıyoruz, bir mum herkesi neÅŸelendiriyor.
Zaman, az kalabalık, güzel manzaralı büyülü yerde çabucak geçiyor. Çıkışa doğru yürürken hediyelik eşyaların satıldığı binaya giriyoruz. Az önce gördüklerimi anlatacak kitaplara bakıyorum, hemen hepsi Fransızca. Nihayet çok ince İngilizce bir kitapçığı buluyorum; kızımın parlayarak yanan mumu için üç mum da eve alıyorum. Dönüşümüzde güzel manzaraya güzel anılar da eklenerek belleğimize yerleşiyor.
http://www.odilienberg.net/odilienberg/en/
http://en.wikipedia.org/wiki/Odile
Otelde ertesi günün dönüşü için bavulu toparlayıp, yorgunluk kahvemi küçük bahçe terasta, yeni çıkan yıldızlara bakarak yudumluyorum. O yıldızların böyle yüksek ve açık bir yerden görünümlerinin bizim yaÅŸantılarımızı nasıl etkilediÄŸini düşünmeden edemiyorum. Yerküredeki yalnızlığımızı hem pekiÅŸtiriyorlar, hem de “belki o kadar da yalnız deÄŸiliz” diye düşündürtüyorlar. AkÅŸam yemeÄŸini yine gurme ÅŸanına uygun biçimde yerken Riesling ÅŸaraplarımızı yudumluyoruz. Åžehrin koÅŸuÅŸturmasından sonra, hareketli geçtiÄŸi halde bu tatil bizi dinlendiriyor.
Sabah daÄŸ hayvanlarıyla gözgöze kahvemi içiyorum. Eve dönüş zamanı geldi. Evden uzaklaÅŸmaların en güzel yanı eve dönüş oluyor galiba. Yine de evin bizim için anlamını anlamak için arada bir gitmek gerekli. İnsan böyle gezilerde kendisinin de memnuniyetle farkına varıyor. Kahvaltıdan sonra oteldekilere gülerek veda ediyoruz. Yine açık, güneÅŸli bir hava var. Ama açık havanın tepelerde kaldığını anayola inerken görüyoruz. AÅŸağısı sisli. Zaman zaman yoÄŸun siste, arada bir görüşün açıldığı yolda dikkatle eve doÄŸru ilerliyoruz. Fransa’yı geride bırakınca sis bitiyor. Rüyadan mı çıkıyoruz, rüyaya mı gidiyoruz belli deÄŸil…
Fatma ÇAKIR V.D.
"Fatma ÇAKIR V.D." bütün yazıları için tıklayın...
Her yıl, kızımızın okulla gezisi sırasında biz de yollara düşüyoruz. Bu sene okulun gezisi, daha önce ailece gittiÄŸimiz Fransa’nın Normandiya Bölgesi’nde. Bizim o zaman çizdiÄŸimiz rotaya göre bir program hazırlamışlar: Önce İkinci Dünya Savaşı’nın önemli noktalarına gidecekler; sonra da, Britanya Bölgesi’ndeki çok etkileyici manzarası olan Mont Saint-Michel ziyaret edilecek.
Onlar Kuzey Fransa’dayken biz de yine daha önce gidip çok sevdiÄŸimiz, sembolü leylekler olan Elzas’a gideceÄŸiz. İki sene önce Elzas’a yaptığımız gezi sırasında, öğle yemeÄŸi için bir köyde durmuÅŸtuk. Hemen köy meydanındaki küçük lokantada yemeÄŸimizi yemiÅŸtik. Åžansımıza çevrede çok iyi bilinen gurme lokantalardan biri çıktı. Fransa köylerinde kitaplara girmiÅŸ birçok lokanta var. Bazı köy gurme lokantalarının, uzaktan gelenlerin dört dörtlük yemekten sonra dinlenmeleri için birkaç odalı küçük otelleri de oluyor. La Petite Auberge böyle bir hotel-restoran. İki sene önce hem yediÄŸimiz yemekten, hem de servisten o kadar memnun kaldık ki broşürlerini aldık ve hiç unutmadık. Bu gidiÅŸimizde hiç düşünmeden orada yer ayırttık. Üstelik gecelik oda fiyatları çok uygundu.
Sabah kızımızı okula götürüp yolcu ettikten sonra yola koyulduk. Antwerpen Brüksel arasında, özellikle sabah saatlerinde çok yoÄŸun trafik olduÄŸu için Hasselt-Liege üzerinden gitmeye karar verdik. Antwerpen giriÅŸ ve çıkışlarında ağır sanayi trafiÄŸi hem yolculuÄŸu yavaÅŸlatıyor, hem de dikkat sürekli yolda olduÄŸu için insanı çok yoruyor. Bölge sınırlarından sonra trafik epey hafifliyor, çok ÅŸeritli yolda manzaranın keyfine vararak gitmek mümkün oluyor. Manzara da deÄŸiÅŸiyor, yavaÅŸ yavaÅŸ yokuÅŸ çıkmaya baÅŸlıyoruz. Hasselt-Liege arası trafik yok denecek kadar az, manzara da Antwerpen’daki alabildiÄŸine düzlükten sonra yokuÅŸlarla, tepelerle, ormanlarla hareketlenip renkleniyor. Antwerpen’da yaÅŸarken tepelerin varlığını unutuyoruz. Göz alabildiÄŸine dümdüz bir yer. OturduÄŸumuz daire yedinci katta olduÄŸu için görüşümüz çok geniÅŸ; öyle ki, güneÅŸ yerden doÄŸuyor, aynı deniz gibi, Dünyanın yuvarlaklığını bile fark edebiliyorsunuz (çok yüksek binalar olmadığı için deniz benzetmesi en uygunu). Tepelere çıktıkça, ormanların içinden geçtikçe, manzara deÄŸiÅŸtikçe, ÅŸehrin ve trafiÄŸin gerginliÄŸini de unutuyoruz.
Köprüler ve uzun tünellerle Liege’de hiç durmadan yola devam ettik. Artık Belçika’nın oksijen deposu Ardennen dedikleri sıradaÄŸların üzerindeki ormanların içinden geçiyor yol. Oksijen deposu derken abartmıyorum; arabanın içinden bile tertemiz daÄŸ havasını içimize çekiyoruz. Hava bu mevsime göre oldukça ılık, güneÅŸli. DaÄŸlar derken öyle çok yüksek ulu daÄŸlardan bahsetmiyorum; Belçika’nın en yüksek noktası 690 metre civarında. Bozulmamış ormanların arasında, üç ÅŸeritli ama çok sakin otoyolda, aÄŸaçların sonbahar renkleri gözlerimizi okÅŸarken, manzaraya uygun müzikle yolculuk, tatilimizi güzel baÅŸlatıyor. Lüksemburg’a gelmeden önce, sınıra yakın bir benzin istasyonunda durup, öğle yemeÄŸi niyetine bir ÅŸeyler atıştırıyoruz.
Kısa molamızdan sonra yola çıktığımızda, araba plâkalarındaki çeÅŸitlilik artmaya baÅŸlıyor: İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Belçika, Almanya, İsviçre, Fransa… UlaÅŸtığımız yer çok merkezi bir yer: Belçika, Almanya, Lüksemburg, Fransa sınırlarına yakın olduÄŸu gibi; İtalya ve İsviçre için de geçiÅŸ yolu, özellikle Brüksel’den gelenler için; bu noktada Lüksemburg-Brüksel trafiÄŸi ile birleÅŸiyoruz. Lüksemburg’a yaklaÅŸtıkça, yolda büyük ve yeni Lüksemburg plakalı arabalar “yol benim” dercesine hızlı ve hissedilir egoizmle yanımızdan geçiyorlar. Uzun yolculuklarda, özellikle Avrupa yollarında, ülkelerin deÄŸiÅŸimi sınır kapılarında olmuyor artık. Zaten sınır kapıları yok veya sembolik… Ülkenin deÄŸiÅŸimini yollarından, plakaların çoÄŸunluÄŸundan, kullanım biçimlerinden açıkça görebiliyorsunuz. Lüksemburg’u geçiÅŸimiz yarım saat, ama zorlu ve yoÄŸun bir yarım saat sürüyor. Çok bakımlı yollarda yepyeni arabaların kuralsız hızları ile baÅŸa çıkmaya çalışıyoruz. Yolun daralması, küçük ve canlı renkli Fransız plakalı arabaların artması Fransa’ya yakınlaÅŸtığımızın belirtisi… Az sonra hızı yavaÅŸlatan iÅŸaretlerle sınır kapısından yavaÅŸlayarak geçiyoruz. Fransa’da arabaların hızı düşüyor ama sollama biçimlerine alışmak için bir onbeÅŸ yirmi dakikanın geçmesi gerek. Sınırı geçtikten sonra paralı yola doÄŸru trafik sakinleÅŸmeye baÅŸlıyor. Bizim gideceÄŸimiz yönde Strasburg’a yakınlaşıncaya kadar güzel manzaranın, havanın ve müziÄŸin tadını çıkarıyoruz. Strasburg’a geliÅŸimiz tam da iÅŸ çıkışı saati, artık bundan sonra Colmar’a kadar ağır trafiÄŸin içinde kalıyoruz, ama neyse ki gideceÄŸimiz yere iyice yaklaÅŸtık. Sayısız yuvarlak kavÅŸaklardan sonra köy yoluna giriyoruz, aniden trafik bitiyor ama iyice karanlık oldu. Dar ve boÅŸ köy yollarından ilerleyerek sonunda hedefimize ulaşıyoruz.
Otelin park yeri boş, resepsiyon da yok sanki, kapıda zil var. Zili çalıyoruz, hemen karşıdaki lokantadan genç bir kız geliyor; evet, doğru adresteyiz, geceleri resepsiyonda kimse olmuyor; hepsi lokantada çalışıyorlar. Kız bize odamızı gösteriyor, odayı görünce tüm yorgunluğumuz uçuyor, ikimiz de gülümsüyoruz. Beklentilerimizin çok ötesinde, çok güzel bir suit burası. Kız bize gerekli açıklamaları yapıp, hemen lokantaya geri dönüyor. İki katlı bir oda; alt katta küçük bir oturma odası, terasa açılan kapısı var; banyo, ayrıca tuvalet var. Üst kat geniş yatak odası yapılmış. Yatak geniş ve tertemiz. Kalacağımız yer en iyi otel odasından daha rahat ettirecek kadar kullanışlı ve temiz. Yerleşip, temizlenip lokantaya geçiyoruz. Çok yorgun olduğumuz için ilk akşam hafif ama çok lezzetli yemeklerini tadıyoruz. Yine, aynı iki yıl öncesindeki gibi sıcak ve güleryüzle karşılandık. Tam bir aile işletmesi: Baba okullu aşçı, mutfak onun; anne bütün işletme işini üstlenmiş, otel ve müşteri ilişkileri onda; kızlar hem garsonluk yapıyorlar, hem de annenin koşuşturma işlerine yardım ediyorlar.
http://petiteaubergehohwald.free.fr/
Ertesi sabah erkenden uyandığımda beni büyük bir sürpriz bekliyordu. Oturma odasında perdeleri açtığımda karşıdan bakan iki lama ile gözgöze geldim. Önceden sadece resimlerden gördüğüm iki büyük beyaz lama! Bu kadar büyük olduklarını bilmiyordum, hele bu kadar uzun boyunları olduÄŸunu resimlerde hiç fark etmemiÅŸtim. Hemen arkalarında geyik ailesi duruyordu. Bu kadar yakından, hayvanat bahçesi haricinde ilk defa geyiklerle karşılaÅŸtım. Hindistan’da, Nijerya’da filler, maymunlar görmüştüm ama geyikler, lamalar hayatımda ilk oldular. Sonra birkaç keçi geçti koÅŸturarak, yavru lama yanlarına geldi. Biraz daha dikkatli bakınca, bahçenin yüksekçe telden yapılmış çitle çevrelenmiÅŸ olduÄŸunu görüp dışarıya çıkmaya cesaret ettim. Odamızın önündeki küçük bahçenin biraz ilerisindeki tepenin çevresi tellerle sınırlandırılmış; bir sürü daÄŸ ve orman hayvanı dolanıyor, otluyordu. Sonradan arkamızda bir çiftlik olduÄŸunu öğrendik. GüneÅŸ doÄŸmak üzereydi, belki tepelik olduÄŸu için güneÅŸi henüz göremesem de kuÅŸların ötüşleri, hayvanların koÅŸuÅŸturmaları güzel günün habercisiydi. NeÅŸem yerine geldi; keyifle, aramızdaki tellerin verdiÄŸi güvenle, korkusuzca gülümsedim.
Otelde bizimki gibi altı veya yedi oda var. Sezon dışı orada olduÄŸumuz için her gece yalnız iki veya üç oda doluydu. Aynı bina içersinde kahvaltı salonuna gittik. Samimi ev havasında hazırlanmış taze yiyeceklerle kahvaltı yaptık. Belli bir programımız yoktu ama son senelerde gittikçe ünlenen Riesling ÅŸaraplarının bölgesindeydik, tabii ki gelmiÅŸken ÅŸarap da alacaktık. Bölge için hazırlanmış “Åžarap Yolu” haritasını ücretsiz olarak her yerde bulmak mümkün, İngilizce olanını aldık. Kahvaltıyı “anne” hazırlıyor, müşterilerle ilgileniyordu. Onun yardımıyla nerelere gidebileceÄŸimizi haritada iÅŸaretledik. Önceki geliÅŸimizden çok memnun olarak ayrıldığımız, ÅŸarapları gerçekten çok güzel olan aile-firmasının yerini haritada iÅŸaretledik. Bize kendilerinin de ÅŸarap aldığı adresleri verdi. İlk olarak onun verdiÄŸi ve önerdiÄŸi adrese gitmeye karar verdik, en yakında olan da oydu zaten.
Gün ışığında manzara çok güzeldi. Ormanın içindeki köy, yüksek aÄŸaçların sonbahar renkleri içersinde pırıl pırıldı. Epey yüksekçe bir dağın zirveye yakın bir köşesindeydik. Åžarap bölgeleri hemen dağın eteklerinde baÅŸlıyor. Kuzey Fransa olduÄŸu halde, daÄŸların güneye bakan yamaçlarında, daÄŸların soÄŸuk rüzgarları engellemesi sayesinde lezzetli üzümlerini yetiÅŸtirmeyi baÅŸarıyorlar. Strasburg’dan Colmar’a kadar baÄŸcılık ve ÅŸarapçılık yapılıyor. Gece karanlıkta geldiÄŸimiz yolu gündüz gözüyle geçerken manzara bizi büyüledi. Hele aÅŸağıya tam olarak inmeden önceki büyükçe köy tarihten fırlamış gibiydi. Veya biz bir zaman atlaması yaşıyorduk. Yapılar hiç bozulmadan korunmuÅŸ, yeni yapılanlar da tamamen eskiye sadık kalınarak bütünleÅŸmiÅŸ. Åžarap için gideceÄŸimiz yer de bu köydeydi.

Adresi bulduk; dış görüntüsü Roman yapı tarzında olmasına raÄŸmen, yapının düzeni bana biraz bizim köyleri anımsattı (ben Marmara Bölgesi’nden olduÄŸum için en iyi bizim köylerimizi biliyorum): Bina dışarıdan bakılınca, hemen sokaÄŸa bakan büyükçe bir ev gibi görünmesine raÄŸmen, içeriye girilince geniÅŸ avlu etrafında birkaç ev var; arka tarafa doÄŸru ise çok daha geniÅŸ bir bahçe, meyve aÄŸaçları, ev ihtiyacı kadar ekili sebzelik, kümes ve ahırdan oluÅŸmuÅŸ büyük bir yerle karşılaşıyorsunuz. Burada zeytin sarnıçlarının ve tahıl ambarlarının yerini ÅŸaraplar almış. İçeriye girdiÄŸimizde her yer açık, kilitsiz olduÄŸu halde ortalıkta hiç kimse görünmüyordu. Zaten otelden de adamların baÄŸlarda olabileceÄŸi, satışı genellikle hanımların yaptığı söylenmiÅŸti. Daha önceki üreticiden ÅŸarap alma tecrübelerimizde de hep kadınlarla karşılaÅŸmıştık. Öğle saatine yakın orada olduÄŸumuz için kimsenin görünmediÄŸini; az sonra bir adamın gelip yemek saati olduÄŸunu, birbuçuk saat sonra gelmemizi söylediÄŸinde anladık. O sürede köyde nerelerde oyalanabileceÄŸimizi sorduk, fazla bir ÅŸey olmadığını söyledi. Yürüyerek köy meydanı diye tahmin ettiÄŸimiz meydana gittik. Büyükçe bir Roman tarzı kiliseyi dışarıdan gezip birkaç fotoÄŸraf çektik. OnbeÅŸ dakika sonra tekrar geri dönmüştük bile. Orada daha fazla oyalanamayacağımızı anlayıp, daha önceden gittiÄŸimiz ÅŸarap üreticisine gitmeye karar verdik. Yarım saat kadar sonra diÄŸer ÅŸarapçının kapısındaydık. Yine bütün kapılar kilitsiz ve açıktı. Evden bir kadın elinde kuruladığı tencereyle çıktı, biraz sonra birisinin gelip ilgileneceÄŸini söyledi, istersek içeride oturup bekleyebilirdik. Hava güzel olduÄŸu için bahçede beklemeyi tercih ettik. Karşıdaki evin kapısında konuÅŸan üç yaÅŸlı kadının sesleri kulağıma çarptı. Almanca veya Fransızca bilmem ama kulağım aÅŸinadır, konuÅŸmalarının hangi dilden olduÄŸunu ayırt edemedim. Alsace bölgesinde Alman etkisi çok fazla, halkın çoÄŸunluÄŸunun isimleri Almanca zaten, ÅŸehirlerin, köylerin de öyle. İçinde Alman disiplini, Fransız rahatlığı olan kendilerine ait yaÅŸam biçimi, kültürleri var, haliyle kullandıkları dil de her iki kültürün karışımı olmuÅŸ.
Çok uzun beklemedik, açılış saatinden yarım saat önce orada olduğumuz halde dışarıdan koştura koştura, iki sene öncesinden hatırladığım hanım geldi. Şarapları deneyeceğimiz yere gittik, listesiyle beraber tadına bakacağımız şarapları masaya koydu. Aracısız üreticiden alınan şarapların tadı ayrı oluyor; bu tür gezilerimizde şarap üzerine çok bilgi edindim, aynı zamanda yaşam biçimleri hakkında da epey öğreniyorsunuz. Birbirinden değişik ve dolu tatlar arasında seçim yapmak zorlaşıyor; ipin ucunu biraz kaçırıp, neredeyse bir yıllık şarap aldık.
http://www.albertmann.com/site/Home_page-79.html
Yükte ağırlaÅŸmış arabamızla yola çıktık. Dönüşte Fransa’nın olmazsa olmaz yuvarlak kavÅŸaklarından birinde bir yol ayrımı erken dönüş yaptık. İyi ki de öyle yapmışız, yanlışlıkla girdiÄŸimiz yol bizi çok güzel bir kasabaya götürdü: Ribeauvillé. Fransa’nın turizme yaptığı en büyük hizmet, kasabanın merkezine yakın yerlerde ücretsiz büyük park yerleri yapması sanıyorum. Bu araba parklarını, yol kenarlarında büyük levhalarla iÅŸaretledikleri için bulmamak olanaksız. Arabayı park edip biraz dolaÅŸmaya çıkıyoruz. Merkez tamamen aslına sadık restore edilmiÅŸ. Sokakta yukarıya doÄŸru yürürken, diÄŸer turistler gibi durup durup fotoÄŸraflar çektik. Hemen ilerideki yüksek tepenin üzerinde yapılmış, tüm kasabaya ve manzaraya hakim görkemli ÅŸato; eski Avrupa’nın, en azından o bölgenin yönetim biçimi, sosyal yaÅŸamı, tarihi hakkında hiçbir ÅŸey bilmeyenlere bile anlatacak biçimde duruyor. Elimde olmadan o yılları gözümde canlandırıyorum, ürpertiyor beni.

Dinlenmek için bir kafede oturuyoruz. Hava o kadar güzel ki dışarıda oturmak hiç kimseyi üşütmüyor, biz de dışarıda oturup gelene geçene bakıyoruz. Ben yine Fransa adetlerini unutup kahve istiyorum, yine o küçük fincandaki kopkoyu, apacı, hiç sevmediÄŸim kahve geliyor. Fransa’da keyifle kahve içebilmem için “büyük fincan” demem gerektiÄŸini bir daha kafama yazıp, acı kahvemi içmeye çalışıyorum. Otele döner dönmez içtiÄŸim acı kahvenin acısını çıkartmak için, Fransa gezilerimizde mutlaka yanımda taşıdığım küçük su kaynatıcısında kendime kahvemi hazırlayıp, küçük bahçe terasımızda manzaranın ve orman kokulu havanın keyfine vara vara içiyorum. Bu akÅŸamki yemeÄŸimiz şölen olacak.
Mönü çok kalın deÄŸil, ama yazılımından bile belli olan ayrıcalığı var. BasitmiÅŸ gibi dursa da detaylarındaki birleÅŸimler deÄŸiÅŸik tatları sezdiriyor. Yanımızdan bizden önce gelen masalara gelen tabaklar ise birer sanat eseri gibi düzenlenmiÅŸ; her tabak çok özel bir yemek gibi duruyor. GiriÅŸ olarak aldığım balık ezmesi sıradan gibi dursa da, yanında gelen deÄŸiÅŸik soslu salatalarla yenildikçe, her yudumda ayrı bir tadı almanın zevki, yörenin zengin aromalı ÅŸarabıyla karışıp, konuÅŸmalarıma ve gülüşüme yansıyor. Bütün masalar dolu ve herkes benim gibi eÄŸleniyor. RendelenmiÅŸ ve hafifçe kaynar sudan geçirilip acı hardal ve zeytinyağı ile renklendirilen bir çatal havucun balık ezmesiyle bu kadar güzel bir tat alması mucize gibi… Ardından içilen bir yudum Riesling tatları daha da zenginleÅŸtiriyor ve ben bu hoÅŸ duyguyla gülüyorum, güzellik konuÅŸmalarımıza yansıyor, sadece güzel, neÅŸeli ÅŸeyler konuÅŸuyoruz: Hayat çok güzel, ÅŸimdi çok güzel… Ana yemekte balıkla devam ediyorum. GiriÅŸi hiç aratmayan tatlar aÄŸzımda ve ruhumda dağılıyor.
Tatlı ise gerçekten yemeÄŸi taçlandırıyor; bu benim ilk kez duyduÄŸum, gördüğüm, tattığım bir ÅŸey: Omelette à la Norvégienne (Türkçesi sanıyorum “Norveç usulü omlet”). Öylesine zengin, öylesine benzersiz bir tat ki, anlatmayı sadece deneyebilirim. Tatlı mönüsündeki çeÅŸitler çok fazla deÄŸildi. Zaten çok da doymuÅŸ hissediyordum, tatlıdan vazgeçecektim ki az Fransızcamla garip bir ad gördüm listede. Yine İngilizcemden yola çıkarak çözdüğüm Fransızca ile anladığım kadarıyla, bir çeÅŸit omletin üzerine rum dökülerek yakılıyor. YemeÄŸimizin alevlerle şık ve ÅŸamatalı biçimde son bulması, eÄŸlencenin sonunda havai fiÅŸeklerin atılması gibi olacak diye düşünerek tatlıyı istedim. Sohbetimize neÅŸeyle devam edip, kocamın ÅŸarapla iyi gider diye istediÄŸi peynirlerle oyalanırken tatlım masaya geliyor. Evet, tam beklediÄŸim gibi büyük bir gösteri bu: Kız bir elindeki büyük tabağın ortasındaki beyaz renkli, silindir biçimi tatlının üzerine, fincan büyüklüğündeki kaptan rum döküyor, ve hemen özel bir çakmakla yakıyor, daha alevler yeni baÅŸlamışken tabağı dikkatlice önüme koyuyor. Etrafımızdaki herkesin sustuÄŸunu, bizimle birlikte gösteriyi izlediklerini görüyorum; ilgiden utandığım halde çocuklar gibi alkışlamak istiyorum. Bu omleti yemenin verdiÄŸi hazzı unutamayacağım; hafif ÅŸekerle tatlandırılmış, rumla yakılmış, çırpılmış yumurta beyazının ardındaki tatlar ve bu tatların birleÅŸerek damakta bıraktığı iz kalıcı. En altında fındık, ceviz ve badem kırılarak karamel ve bisküvi ile karıştırılmış tadı veriyor, onun üzerinde dondurma, sonrada ince dilim kek var; bütün hepsini çırpılmış yumurta akıyla kapatmışlar. Alkolü yanmış rum tatların süsü oluyor. Günüm neÅŸeyle, zevkle bitiyor.
http://whatscookingamerica.net/History/IceCream/BakedAlaska.htm
Ertesi gün ÅŸarap alma iÅŸimizi bitirdiÄŸimiz için plansız serbestiz. Hava yine tam bahar havası, tam gezilecek bir gün. Kahvaltımızı yaparken gidilebilecek yerleri haritada araÅŸtırıyoruz. Çok fazla aramamıza gerek kalmıyor; geçen geliÅŸimizde gittiÄŸimiz, çok kalabalık olduÄŸu için fazla kalmadığımız, bulunduÄŸumuz yere arabayla onbeÅŸ-yirmi dakika uzaktaki The Mount Saint Odile’e gitmeye karar veriyoruz. Dışarı çıktığımızda arabanın arka tekerleÄŸinin hafifçe inik olduÄŸunu görüyoruz. Bunun üzerine kocam otel sahibesine nerede onartabileceÄŸimizi sordu; o da kocasına gelip lastiÄŸi ÅŸiÅŸirmesi için telefon etti. Kocası (aynı zamanda ÅŸef aşçı) lastiklerin hepsine hava vermesine veriyor ama bir tanesinde sorunun görünenden daha çok olduÄŸunu söylüyor, babasını çağırıyor. Yanıt: Kesinlikle bir garajda tamir edilmeli. En yakın tamircinin dokuz kilometre uzaktaki Andlou kasabasında olduÄŸunu öğreniyoruz. Zaten iki caddesi, iki de garajı olduÄŸunu, mutlaka bulacağımızı söylüyorlar. Tabii ki ilk girdiÄŸimiz cadde yanlış cadde oluyor. Geri dönderken yolu sormak için birinin yanında duruyoruz. Tam bize nasıl gideceÄŸimizi anlatırken telefonu çalıyor. Önce telefona konuÅŸuyor, sonra kahkahayla gülerek bizimle hem ÅŸakalaşıp hem de yolu tarif ediyor. Bir kez daha Fransa’da kırsal alanlarda yaÅŸamanın rahatlığını, yormayan yavaÅŸlığını adamın içtenlikle gülen gözlerinde görüyorum.

Gerçekten de kasabada yanyana iki garaj var. Biz ilkine giriyoruz. Burası hem tamirhane, hem de benzin istasyonu. Büyükçe garajın yanında bir ofis var, arka tarafta ise bahçe çitleriyle ayrılmış, o bölgeye has modelde ev var. Genişçe park yerinde Fransız filmlerinden aÅŸina olduÄŸum eski model arabalar duruyor. Kapalı büyük garajın içersinde baÅŸ köşeyi gıcır gıcır yenilenmiÅŸ çok eski model bir araba kapmış. Sanıyorum otuzlu yıllardan kalma bir araba, ama fabrikadan yeni çıkmış gibi yepyeni. Yanında henüz takılmamış tekerleÄŸi de hiç kullanılmamış, galiba bütün parçalarını tekrar elde yapıyor. Arabanın başında tulumu ve aletleriyle çalışan yaÅŸlıca adam bize hiç memnun olmayan gözlerle baktı, kocam lastikte bir sorun olduÄŸunu söyledi. Adam, hobisine ayırdığı çok deÄŸerli zamanını çalıyormuÅŸuz gibi bize neredeyse dövecekmiÅŸ gibi bakarak, öğleden sonra bakabileceÄŸini söyledi. Garajın önünde park edilmiÅŸ arabamızın başında, ne yapacağımızı bilemez biçimde ayakta beÅŸ on dakika bekledik. Adam baktı ki gitmeye niyetimiz yok (ki biz ÅŸaÅŸkınlıktan, ne yapacağımızı bilemediÄŸimizden orada dikiliyorduk) önceliÄŸi biraz aksi yüzle bize verdi. Arabanın tekerliÄŸi ile uÄŸraşırken yanında duran kocamı “Başımda dikilip durma, rahat iÅŸ yapamıyorum” diye azarladı. Beni gülme tutunca biraz uzaklaÅŸtım, ofisteki kadınla gözgöze geldik, birbirimize gülümsedik. O zaman anladım ki Fransa’nın bu bölgesinde müşterilerle iliÅŸki kadınların iÅŸi, adamlar kendilerini yabancılara göstermeden çalışmayı seviyorlar, ofisleri kadınlara bırakıyorlar.
TekerleÄŸin tamir iÅŸi on dakikada bitiyor, iyi ki garajın önünde beklemiÅŸiz. Adam iÅŸini bitiriyor ve hiçbir ÅŸey söylemeden uzaklaşıyor. Biz de ÅŸaşırarak ofise, kadının yanına giriyoruz. Neyse, kadın gerçekten güleryüzlü ve konuÅŸkan. Evet, burada köylerde iÅŸi götüren kadınlar, bundan eminim. Fatura iÅŸlemlerini yapıyor, ÅŸakalaşıyor, konuÅŸuyor. Arabamız ve biz, günün gezisini yapmaya hazırız. Yukarıya doÄŸru dar daÄŸ yolundan tırmanmaya baÅŸlıyoruz. Manzara çok güzel, araba trafiÄŸi az, yüksek aÄŸaçların görüntüsü ve kokusu ruhumuza iÅŸliyor. Tepede açıklık bir yerde park yeri yapmışlar, birkaç araba duruyor, biz de duruyoruz. Arabalarının yanında ayakkabı deÄŸiÅŸtirenler var, yol iÅŸaretleri “trekking” patikalarını gösteriyor. Etrafa bakıp fotoÄŸraflar çekiyoruz, güzel günün havasını soluyoruz. Sonra yola devam ediyoruz. On dakika sonra hedefteyiz, asıl ÅŸaşırtıcı gezimize baÅŸlıyoruz.
İki sene önce hava böyle açık ve güzel deÄŸildi, bugün güneÅŸ gerçekten güzellik ve kolaylık katıyor geziye. Åžansımıza ikinci otoparkta yer buluyoruz. Daha yakın olanları dolmuÅŸ ama bu otoparktan sonra yürürken de göreceÄŸimiz çok ÅŸey var. Mistizm kayalara sinmiÅŸ, dev blok kayalar duruÅŸları ile Dünyanın oluÅŸumunu simgeler gibi karşımıza dikiliveriyorlar. Biz o kadar yürümedik ama biraz aÅŸağıda Pagan Duvarı var. Okuduklarıma göre Pagan Duvarı’nın yapımı M.Ö. ilk bin yılın ortalarına dayanıyor; ortalama iki metre geniÅŸliÄŸinde, üç metre yüksekliÄŸinde ve on kilometre uzunluÄŸundaki duvarı yürümek yaklaşık dört saat sürüyormuÅŸ; yazan buna deÄŸdiÄŸini; Kelt yapımı, sırlarını hâlâ saklayan surlar boyunca yürüdükçe Druidlerin zamanından tarih öncesi kültlerin izlerini bulacağımızı söylüyor.
Otoparktan yukarıya doğru çıkarken önce büyük bir kaya ile duraklıyoruz, kayanın duruşu, biçimi insanı büyüleyen cinsten; buralarda yüzyıllarca, insanların Tanrılarıyla buluşmalarının kutsal anıtı gibi karşımızda dikiliyor. Kayanın yanıbaşında biraz soluklanırken sırlarını duyar gibi oluyorum, başımda sarhoş dönüşlerle içim titriyor. Kayaya dokunmak zorunda hissediyorum. Böyle yerlerde hissettiğim boyutlar arası geçişleri yaşıyorum. Kayadan ayrılıp tepenin düzlüğüne çıkıyoruz, görünen manzara muhteşem.
Burada efsane kadın Saint Odile için yapılmış ilk Hıristiyan Kadınlar Manastırı var. DoÄŸuÅŸtan kör Odile (662-720), Elzas Dükü olan babası tarafından hem kör hem de kız olduÄŸu için istenmemiÅŸ. Annesi kızını olası ölümden kaçırarak Palma’ya göndermiÅŸ. Odile oniki yaşında vaftiz edildiÄŸinde gözleri görmeye baÅŸlamış. Bu mucizeden sonra ona “ışığın kızı” anlamındaki Odile adı verilmiÅŸ. Büyüdüğünde, erkek kardeÅŸi onu geri getirmek istemiÅŸ. Fakat babaları Dük çok kızmış, o kızgınlıkla oÄŸlunu ölümcül yaralamış ve oÄŸlu ölmüş. Daha sonradan babası Odile’i, genç bir prensle evlendirmek istemiÅŸ; evlenmek istemeyen Odile kaçarken bir baÅŸka mucizeyle bir kaya açılıp onu yakalamak isteyenlerden korumuÅŸ. Bu olaydan sonra babası Tanrının kızının üzerindeki elini kabullenmiÅŸ. BiÅŸop’un etkisiyle Hohenbourg bölgesini kızına hediye etmiÅŸ. Odile, kendisi gibi yaÅŸamlarını baÅŸkalarına yardıma adayan kadınlarla beraber, ilk kadınlar manastırını kurmuÅŸ. Zirveye ulaÅŸmak zor olduÄŸu için ikinci bir manastır daha aÅŸağılarda yapılmış. Bir gün Odile yukarıdaki manastıra giderken kör bir dilenciyle karşılaÅŸmış. İçi acımayla doluyken, içinden zavallı ruhları iyileÅŸtiren su fışkıran bir kaya buldu. Su kaynağı bugün halâ hacılar tarafından ÅŸifa bulmak için ziyaret ediyor.

Manastır hâlâ dinsel amaçlarla kullanılıyor, aynı zamanda oteli de var. En yakın otoparkın büyükçe kısmı ÅŸimdi inÅŸaat malzemeleri ve araçlarıyla dolmuÅŸ, belli ki büyük bir restorasyondan geçecek. Yüksek duvarlarla çevrilmiÅŸ manastıra büyükçe bir kapıdan giriyoruz, çok geniÅŸ bir avludayız. SaÄŸ tarafta kendi hediyelik eÅŸyalarını sattıkları bir dükkan var, ileride manastıra giren baÅŸka bir kapı var. Yine çok kalabalık olur korkusuyla bahçeyi gezmeye karar veriyoruz. SaÄŸ tarafa yürüdükçe manzaranın görkemi bizi büyülüyor. Åžansımıza hava güneÅŸli, görüş alabildiÄŸine açık, neredeyse bütün Elzas ayaklarımızın altında. Bulutlarda yaÅŸamak gibi mistik duygulara kapılmak çok kolay böyle bir manzara karşısında. Hemen uçurumun yanında yürüyoruz, korkuluklar çok yüksek deÄŸil, bu kısacık teras yol yükseklik korkusu olanlara göre deÄŸil.Yanından yürüdüğümüz binanın ortasındaki kubbeli kulenin üzerine çok büyük St.Odile heykeli var; bir elinde asası, başında halesi, diÄŸer eliyle bütün Elzas’ı kutsuyor. Dar teras yolu geçince tekrar aÅŸağılara hakim manzaraya hayranlıkla bakıyoruz. Bütün yamaçlar orman, aÅŸağılarda üzüm baÄŸları baÅŸlıyor. Manzaralı geniÅŸ terasta saÄŸ tarafa, heykele doÄŸru baktığımda, ÅŸaÅŸkınlıkla tam güneÅŸin önünde rengarenk, melek biçimini almış ince bulutu görüyorum. İncecik bulut güneÅŸe doÄŸru bakmamızı mümkün kıldığı gibi bütün renkleri gökkuÅŸağı gibi yansıtıyor, ve sanki bize doÄŸru geniÅŸ kanatlarıyla uçan melek oluyor. Hemen kocama resim çekmesini söyledim. Az sonra bulut ÅŸekli deÄŸiÅŸerek geçti gitti.
Manzaradan gözlerimi ayırıp, geniÅŸ bahçeyi inceledim. Bahçe içinde ana binadan ayrı iki küçük ÅŸapel var. Sonradan internette araÅŸtırma yaptığımda, St Odile içinde dört ÅŸapel olduÄŸunu öğrendim ama o gün için ikisini gördüm. Özellikle ikinci girdiÄŸimiz ÅŸapelin Melekler Åžapel’i olduÄŸunu öğrendiÄŸimde, az önceki bulutun güneÅŸle oyununun evrenin bir ÅŸakası olduÄŸuna inanıp ÅŸaÅŸkınlıkla gülümsedim. İçeriye girdiÄŸimizde baÅŸkaları da vardı; Kilise akıllı davranıp her ÅŸeyden para kazanmasını iyi biliyor; içeride kumbaraya para atıyorsunuz, ışıklar yanıyor. Gerçi hava çok açık olduÄŸu için o muazzam mozaikleri görmeye yetecek ışık var ama meraklı turistler para attıkça, mozaikler canlanıyorlar; sonra ışıklar sönüyor, loÅŸlukları aydınlatan renklerden gizemleri süzülüyor. Benim o mozaiklere bakarken gördüğüm, dinlerden daha eski öykülerdi. Bazen baÅŸkalarının anlattığı bilgileri bilmemek, böyle görüntüler karşısında çok daha iyi oluyor; kendi masallarınızı yazıyorsunuz, görüyorsunuz. Gördüklerim o kadar gerçekti ki (anlatsam herkes hayal olduÄŸunu anlar) manastıra girdiÄŸimde devamını izledim. Benim gördüklerimin Hıristiyan geçmiÅŸle hiç ilgisi yoktu.
Hava, kokular, kuÅŸlar, bahçe, orman ve ova manzarası o kadar güzeldi ki üşüyünceye kadar etrafta dolaÅŸtık. Bahçeden geniÅŸ merdivenlerle ana binaya çıktık, içeri girip girmemek konusunda biraz çekindik, ben büyük kapılardan birisini denedim, açıldı, biraz da o çocukça serüven duygusuyla içeriye girdik. Tam da yakalanırsak ne deriz diye konuÅŸurken karşımıza bir kadın çıktı, orada çalışan biri olduÄŸu elinde dosyalarla koÅŸuÅŸturmasından belliydi. Biz suçlulukla dikilip kaldık, o ise aceleyle “iyi günler” diyerek yanımızdan geçti.
Artık korkmadan geniÅŸ ve eski koridorda yürüyoruz, içeride dolaÅŸmanın yasak olmadığını anlamanın verdiÄŸi rahatlıkla, inceleye inceleye, yüzlerce yıl öncesinden döşenmiÅŸ, binlerce insanın gelip geçtiÄŸi aşınmış taÅŸlara basarak (bu hissi Efes’i, Topkapı Sarayı’nı gezerken de duymuÅŸtum) ilerliyoruz. Koronun sesi gittikçe yakınlaşıyor; evet, ileriden bir yerden ÅŸarkılar söyleniyor. Manastırın bir müze deÄŸil de yaÅŸayan bir yer olduÄŸunu gösteren sesler bunlar, sesi izleyerek manastır içindeki kiliseye ulaşıyoruz. Kapıları kapalı, belli ki içeride bir tören var. Birden duvarda o resimleri görüyorum; konu olarak bana verdikleri his, çok sevdiÄŸim Hieronymus Bosch resimleri gibi. Sonradan manastırın broşüründe aynı duvar resmi için “Hortus Deliciarum’a göre Cennetin (Tanrısal) Merdiveni” diye yazıyordu. Hortus Deliciarum’u internette araÅŸtırdım, buraya yazmak uzayacağı için ilgilenenlere linki yazayım: http://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:Septem-artes-liberales_Herrad-von-Landsberg_Hortus-deliciarum_1180.jpg Resim korkunç ÅŸeyleri anlattığı halde renkler yüzünden bana korkudan çok öyküyü okurmuÅŸum hissini veriyor. Resimden gözümü ayırıp çevreme bakınıyorum, ileride mumları görüyorum. Tabii yine yanındaki kutuya bağış yaparak mumları alıyorsunuz; ben hemen kızım için bir tane alıp yakıyorum. Melekler bana yine güzel bir oyun oynuyorlar, kızım için yaktığım mum diÄŸer mumlardan daha yüksek ateÅŸle, daha parlak yanıyor. Ben dahil, çevredeki diÄŸer insanlarla hayretle, gülümseyerek muma bakıyoruz, bir mum herkesi neÅŸelendiriyor.
Zaman, az kalabalık, güzel manzaralı büyülü yerde çabucak geçiyor. Çıkışa doğru yürürken hediyelik eşyaların satıldığı binaya giriyoruz. Az önce gördüklerimi anlatacak kitaplara bakıyorum, hemen hepsi Fransızca. Nihayet çok ince İngilizce bir kitapçığı buluyorum; kızımın parlayarak yanan mumu için üç mum da eve alıyorum. Dönüşümüzde güzel manzaraya güzel anılar da eklenerek belleğimize yerleşiyor.
http://www.odilienberg.net/odilienberg/en/
http://en.wikipedia.org/wiki/Odile
Otelde ertesi günün dönüşü için bavulu toparlayıp, yorgunluk kahvemi küçük bahçe terasta, yeni çıkan yıldızlara bakarak yudumluyorum. O yıldızların böyle yüksek ve açık bir yerden görünümlerinin bizim yaÅŸantılarımızı nasıl etkilediÄŸini düşünmeden edemiyorum. Yerküredeki yalnızlığımızı hem pekiÅŸtiriyorlar, hem de “belki o kadar da yalnız deÄŸiliz” diye düşündürtüyorlar. AkÅŸam yemeÄŸini yine gurme ÅŸanına uygun biçimde yerken Riesling ÅŸaraplarımızı yudumluyoruz. Åžehrin koÅŸuÅŸturmasından sonra, hareketli geçtiÄŸi halde bu tatil bizi dinlendiriyor.
Sabah daÄŸ hayvanlarıyla gözgöze kahvemi içiyorum. Eve dönüş zamanı geldi. Evden uzaklaÅŸmaların en güzel yanı eve dönüş oluyor galiba. Yine de evin bizim için anlamını anlamak için arada bir gitmek gerekli. İnsan böyle gezilerde kendisinin de memnuniyetle farkına varıyor. Kahvaltıdan sonra oteldekilere gülerek veda ediyoruz. Yine açık, güneÅŸli bir hava var. Ama açık havanın tepelerde kaldığını anayola inerken görüyoruz. AÅŸağısı sisli. Zaman zaman yoÄŸun siste, arada bir görüşün açıldığı yolda dikkatle eve doÄŸru ilerliyoruz. Fransa’yı geride bırakınca sis bitiyor. Rüyadan mı çıkıyoruz, rüyaya mı gidiyoruz belli deÄŸil…
Fatma ÇAKIR V.D.
"Fatma ÇAKIR V.D." bütün yazıları için tıklayın...
