
Nuri SAÄžALTICI
ÖZLEMLER ŞAİRİ: SÜLEYMAN EL-İSA
ÇocukluÄŸum ve ilk gençliÄŸim Samandağı’nda geçti. ÇocukluÄŸumdan beri burnumuzun dibinde duran ve akÅŸamları berrak havalarda Lazkiye kentinin ışıklarını Çevlik tatil köyünden ışıl ışıl yanarken görürdüm. Suriye, hep bilinmez bir masal ve hayal dünyası gibi gelirdi bana. İçimde bir meraktı hep. Gerçi gidip gelen çok olmuÅŸtu oraya. Suriye’ye iliÅŸkin kulaktan dolma pek çok bilgi vardı bende. Ama bizzat görmeyi hep istedim durdum. Çünkü herkes dünyaya kendi gözleriyle bakıyor; ben de kendi gözlerimle görmek istedim.
47 yaşında ve ilk kez 25 Kasım 2009’da Suriye’ye gittim, oraları gördüm.Gerçekten ömrümde en anlamlı zaman dilimleriydi bunlar. Kimi kez hüzün dolu, kimi kez sevinç dolu anlar…
* * *
Halep’ten otogara gitmek için meydanda bana otelcinin tarif ettiÄŸi yere gidip taksi bekliyorum. Vızır vızır taksiler geçiyor ama hepsi dolu. Bu ÅŸehirde bizdeki gibi paralılar binmiyor ki taksiye. Herkes taksiye biniyor. Ulaşım öyle ucuz ki burada… Neyse yolcusu olan bir taksici gelip duruyor. Nereye gittiÄŸimi soruyor. Otogara gittiÄŸimi söyleyince hemen yanaşıp çantamı kaptığı gibi arka bagaja atıyor. Kaça götüreceÄŸini soruyorum.
-Malum bayram arefesi, 150 lira, diyor. İtiraz ediyorum:
-Sana 100 lira vereyim, diyorum. Kabul etmiyor. Pazarlığa başlıyor:
-125 olsun.
Tam çantayı indiriyorum.
-Hadi yüz liraya kabul diyor. Ben de hepten vazgeçiyorum. Söylenip gidiyor. Gülüyorum.
Otogara gelince soruyor otobüs firmasının yazıhane görevlisi:
-VİP mi adi mi?
-O ne demek?
-Halep-Şam VİP otobüs bilet ücretleri 280 lira, adi olanı 200 lira.
Vip’e bilet alıyorum. Deri koltuklu, her sırada yalnızca üç koltuk var. Koltuk aralıkları gayet ferah.
Åžam’a giderken yanımda ve tek koltukta oturan bir bayan var orta yaÅŸlı. Turist olduÄŸumu tahmin ediyor. Tebessümle bakıyor bana arada. Çünkü kitap okuyorum ve bunu benimsediÄŸini belli eder gibi bir hali var. Sohbete baÅŸlıyoruz otobüste onunla. HemÅŸire Åžam’da. EÅŸi, yapı ustası ve eÅŸi aslen Kilisli. Türkleri gerçekten çok sevdiÄŸini sık sık vurguluyor. Otobüsümüz Hama’da mola verince kahve içmeye davet ediyor. Åžaşırıyorum. Türkiye’de bile tek başına yolculuk eden bir bayan bunu yapmaya zor cesaret eder. Bu medeni cesareti hoÅŸuma gidiyor. Ne kadar medeni bir tavır deÄŸil mi?
Åžam’a vardığımda bir otele atıyorum kendimi. Otelciye sorduÄŸum ilk soru:
-Burada fotoğraf sanatçılarının ya da edebiyatçıların derneği, lokali var mı?
Tek kelimelik cevap veriyor:
-Bilmiyorum.
Bu cevabın beni üzmüş olabileceğini düşünüp ekliyor:
-Bir gazeteci kalıyor otelimizde gelince ona soralım, belki bilir.
Dışarı atıyorum kendimi. “Ya mal eÅŸ-Åžam ya Allah ya mali…” türküsü geliyor aklıma. Bol dansözlü, eÄŸlenceli, darbukalı, kemanlı, mevval (uzun hava) müzikleri geliyor aklıma Arap sanatının. Semira Tevfik, Fairouz, Ali Dik, Ferid-ül AtraÅŸ gibi pek çok müzisyen, sanatçı. Fakat bir tane yazar veya ÅŸair aklıma gelmiyor. Ne garip…
Akşam görüşüp tanışamadık o gazeteciyle. Yorgunluktan sızıp kalmışım zaten. Sabah uyandığımda hazırlanıp lobiye indim. Keyifle sigara tüttürmüş kahvesini içiyordu bir adam. Ona ve otelciye :
-Günaydın, dedim.
-Günaydın, dediler.
Otelci sevinçle, gel komÅŸum gel… İşte gazeteci dostum dediÄŸim bu dedi. Tanıştırdı ikimizi. Gazeteci edebiyatçı olduÄŸumu duyunca, sevinçle gözleri parladı:
- Bugün seni ‘Suriye’nin yaÅŸayan efsanesi’ sayılan bir ÅŸairle tanıştırayım o zaman. İster misin?” dedi.
-
Saat 11’de ÅŸairi aradı:
Büyük bir sevinçle bizi saat 17.30’da evine bekliyor, demez mi?
Sevinçten boynuna sarılacaktım. Fakat bir sorun vardı beni üzen. Evet, o bana kendi dilinden ve edebiyatından, hatta bizdeki ünlülerden belki çok ÅŸey anlatacak; ama ben ne onun hakkında ne de öteki Arap ÅŸair ve yazarları hakkında tek kelime bilmiyordum. Çok ayıp olmayacak mı bana bununla ilgili sorular sorarsa? Sahi bize Dokuz Eylül Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde neden Arap edebiyatı hakkında hiçbir bilgi verilmedi? Buna takmıştım kafayı o an. Oysa bize üniversitede Batı edebiyatını Yunan, Rus, Alman, İngiliz, Fransız, İtalyan, İspanyol, Amerikan edebiyatlarıyla birlikte satır satır öğrettiler. Ama doÄŸu edebiyatı ve özellikle burnumuzun dibindeki Arap edebiyatı neden öğretilmedi?
Taksimiz bir sokağa dalıyor ve gazeteci dostum:
-Geldik, müjdesini veriyor bana.
İçimde karmakarışık duygular, heyecan, telaÅŸ, ÅŸaÅŸkınlık … Apartmanın giriÅŸ kapısından içeri giriyoruz. Elimde ÅŸairimize aldığım hediye paketleri ve Söz Sanatları adlı kitabım.
Zile basıyoruz. EÅŸinin sesi… Kapı aralanıyor. Son derece sıcak bir karşılama… İçeriye, salona alıyor bizi. Üstat orada bekliyor. Selamlaşıyoruz, elini öpüyorum. 89 yaşında bir dev çınar aÄŸacı. Hala yüreÄŸinde dipdiri bir çocuk içtenliÄŸi. Bana Nazım Hikmet’in Bursa Hapishanesi’ndeyken hakkında idam kararı verildiÄŸinde, kendisi morale muhtaçken eÅŸine yazdığı “KARIMA MEKTUP” adlı ÅŸiirinde karısını teselli eden o umutlu insanın ruh hali geliyor aklıma. Karısına: ”Daima iyi ÅŸeyler düşünmeli bir mahpusun karısı.” diye umut ve moral aşılayan Nazım’ı hatırladım. Ömrünün sonunda bile daima pırıl pırıl bir yürek… Bu yüreÄŸin adı Süleyman El-İsa.
-Memleketimden geldiniz hoş geldiniz, diyerek başlıyor söze. Memleketim öyle sıcak, öyle güzel ki insanlarıyla!..
Şaşırıyorum.
-Aslen nerelisiniz üstadım?
-Ben Antakya’ya baÄŸlı 20 hanelik Nahırlı köyündenim, diyor.
Şaşkınlığım ve sevincim birbirine karışıyor gerçekten. Çünkü bu köyle benim köyümün arasında yalnızca Yeşilyazı köyü var. Komşu köydenmişiz. Bunu anlatıyorum ona. O da inanamıyor. Sevinci katlanarak büyüyor, gözlerinden belli. Hangi köy olduğunu soruyor.
-Sutaşı, eski adıyla sabuni mutaayran diyorum.
1921 yılında doÄŸduÄŸunu, babası ÅŸeyh Ahmet’in yörenin alimlerinden ve ilk öğretmenlerinden olduÄŸunu anlatıyor. Evleri iki katlıymış ve bir katını ev sakinlerinin kullandığını, öbür katın da okul ve kütüphane olarak kullanıldığını belirtiyor. İlk okuma yazma öğrenimini babasından aldığını, babasının birçok kiÅŸiye okur-yazarlık öğrettiÄŸini ekliyor. Okuma yazmayı söker sökmez Kâbe kapısına asılan kasidelerle ve Ömer Hayyam’ın rubaileriyle beslendiÄŸini ısrarla vurguluyor. İlkokulu Affan’da okuduÄŸunu ve okula baÅŸladığında öğretmeni ve okul müdürü tarafından birikimi ve zekası göz önünde tutularak onun doÄŸrudan dördüncü sınıfa aktarıldığını belirtiyor. İlk ÅŸiirlerini 9 yaşında, evinin önündeki koca gövdeli dut aÄŸacının altında yazdığını, bu ÅŸiirlerini okulunda öğretmenlerin isteÄŸi üzerine bütün arkadaÅŸlarının önünde okuduÄŸunu ve ÅŸair olarak ününün ilkin Antakya’da duyulduÄŸunu aktarıyor bizlere.
ÅžaÅŸkınlıkla ve keyifle dinliyorum Åžair Süleyman İsa’yı. AÄŸzından bal akıyor adeta. Anlatırken o kadar güzel bir diksiyonu var ve o kadar güzel konuÅŸuyor ki Arapçayı hayran olmamak mümkün deÄŸil. Bir tek harfi yutmadan, pürüzsüz ve yumuÅŸak bir sesle…
Ona herkesin “Åžair-i SaÄŸir (Küçük Åžair)” diye seslendiÄŸini ballandıra ballandıra anlatıyor. Anlatırken adeta o günleri yaşıyor. Bu nasıl bir hafızadır ki hiçbir ayrıntıyı atlamadan yürüyor ÅŸaşırıyorum. Sınıf arkadaÅŸlarını, öğretmenlerini sayıyor tek tek. Asi Nehri’nde keyifle yüzdüğü günleri, Fransızların Hatay’ı iÅŸgalini ve Fransızlara karşı katıldığı ilk kurtuluÅŸ mücadelelerini, Fransızların onu hapse atışları, sürgüne göndermeleri…Halep’te çektiÄŸi sıkıntılar, liseyi okuyuÅŸu, Irak Hükümeti’nin burs yardımıyla BaÄŸdat Üniversitesi’nde Arap Dili ve Edebiyatı ÖğretmenliÄŸi Bölümü’nde okuyuÅŸunu, öğretmenliÄŸini, Talim ve Terbiye Bakanlığı dönemindeki devrimci ve çaÄŸdaÅŸ atılım projelerini… Diyor ki:
-Hayatımda hep insanı önemsedim. Yalnızca insanı. Ben şairim, şair gibi düşündüm ve şair gibi yaşadım. Ülkemi ve insanları karşılıksız sevdim.
Gözüm hemen evin batısındaki köşede duran büstüne takılıyor.
-Bu ne üstat, diyorum.
Keyifle anlatıyor.
- Benimle yapılan bir röportaj nedeniyle gazetenin birinde bir fotoğrafım çıkmıştı. Şiirlerime hayranlık duyan bir heykeltıraş ondan esinlenerek bu büstümü yapıp bana hediye etmek ve benimle tanışmak istediğini mektupla bildirdi. Onun hediyesi.
FotoÄŸraf makinemi aldım önce o heykelin fotoÄŸrafını çektim tabii. Sonra duvarda asılı olan ve dikkat çekici kendi fotoÄŸraflarına yöneldim. Beni keyifle izliyor. Gençlik yıllarında eÅŸiyle çektirdiÄŸi bir fotoÄŸrafın da fotoÄŸrafını çektim. İnsanı zamanın nasıl deÄŸiÅŸtirdiÄŸini anlatan bir fotoÄŸraf…
Gazeteci dostum benim de şiirle uğraştığımı söyleyince bana:
- Bir ÅŸiirinizi lütfedip bize okur musunuz?” dedi.
Ona yanımda götürdüğüm ve sonradan imzalayıp verdiÄŸim “Söz Sanatları” adlı kitabımda yer alan “Tanrı’nın Yazdığı Åžiirsin Sen” adlı ÅŸiirimi okudum. Yanımdaki gazeteci arkadaşım Arapçaya çevirmeme yardımcı oluyordu. Süleyman İsa da biraz Türkçe anlıyordu. Daha ÅŸiirin birinci bölümü bitmiÅŸti ki :
-Yeter, dedi ÅŸair.
İkimiz de şaşırmıştık. Gazeteci itiraz edecek oldu:
-Üstat, şiiri bitirmemize izin verir misiniz, diyecek oldu.
Şiir dehası, cevabını hemen yapıştırdı:
-Evladım, şiir kumaş gibidir; dokunulunca kendini belli eder! Gayet güzel., dedi.
Türkiye’yle ilgili çocukluk anılarını bize zevkle anlattı. Antakya, SamandaÄŸ ve Aknehir köyüne duyduÄŸu özlemi… Suriye Kültür Bakanlığı, 1964’te onun dört kitabını bastırınca ona yüklü bir para ödemiÅŸ ve ÅŸair, bu parayı aynı yıl, bitip tükenmeyen sevdası ve özlemi uÄŸruna Türkiye gezisinde harcamayı düşünmüştür. EÅŸiyle ve çocuklarıyla Türkiye’ye o yıllarda yaptığı bu gezi onun ilk ve son geliÅŸidir. Bu gezisinde Hatay, Mersin, Ankara ve İstanbul’u gezmiÅŸtir.
Bu gezisinde yalnızca köyüne ve Antakya’ya duyduÄŸu özlemi deÄŸil, Atatürk’e ve Türkiye’ye duyduÄŸu özlemi ve sevgiyi ÅŸiirsel bir dille aktarmıştır. (Bu gezi yazısını, kısa hayat hikayesini ve 87 yapıtının bibliyografik çalışmasını El-Hanin (ÖZLEMLER) kitabından Türkçeye aktarıp deÄŸiÅŸik yayın organlarında ve kendi sitemde yayınladım. Bu gezi yazısının aslında baÅŸlığı olmamasına raÄŸmen hem ÅŸairi yakından tanıma fırsatı bulduÄŸum hem de satır aralarına sinmiÅŸ Türkiye sevgisini yazılarında gördüğüm için çevirdiÄŸim gezi yazısına “Bir Özlemdir Türkiye BaÄŸrımda Yanan” baÅŸlığını kullandım. Onu sanırım Türk okuyucusuna ancak böyle anlatabilirdim.) Onunla bol bol fotoÄŸraflar çektirdik.
-Türk edebiyatından tanıdığınız, dost olduğunuz, okuduğunuz sanatçılar var mı, dedim.
Gülerek dedi ki:
-Olmaz olur mu? Nazım Hikmet hayranıyım ben. Onunla 1957 Dünya Barış Konferansı’na Moskova’ya gittiÄŸimde, evine birkaç Türk ÅŸairiyle birlikte gidip orada tanıştım. Nazım Hikmet, sadece Türkiye’nin deÄŸil bütün dünya edebiyatının en büyük ÅŸairlerinden biri. Onu tanımayan yok sanırım. Evine gittiÄŸimizde ÅŸiirlerinden tanıdığım o yırtıcı kaplan, kolu kanadı kırılmış miskin, mazlum bir çocuk gibi durulmuÅŸ, sakinleÅŸmiÅŸti. Onu bayağı hırpalanmış ve küskün gördüm. Bu beni en çok yaralayan manzara olmuÅŸtur.
Nazım hikmet için söylediği bu sözler, beni de yaraladı. Bir suçlu edasıyla vicdanımı rahatlatmak ister gibi itiraf pozisyonuna girdim dedim ki:
-Üstat, Nazım, Moskova’ya gidene kadar ona cehennem azabı yaÅŸatmıştık zaten. Hapisler, takipler, suikast giriÅŸimlerimiz onu yıpratmıştır.
-Biliyorum, dedi. Fransızlar Hatay’ı iÅŸgal edince bana da aynı ÅŸeyleri yaptılar. Beni hapislere attılar, memleketimden ettiler. Kaderimiz aynı, bu yüzden Nazım’ı çok sevdim belki de, dedi.
Ama Nazım Hikmet’in Pierre Loti’ye hakaret ettiÄŸi ÅŸiirini de Nazım’la tartıştım orada. Ona dedim ki üstat, felsefi düşüncelerimiz seninle aynı olsa da Pierre Loti, büyük bir sanatçı. Güzel İstanbul’u eserlerinde anlatmıştır. İstanbul’un güzelliklerini anlatmasına kızmaya hakkınız yok kanımca. Güzellik, yalnızca yoksul ve emekçi insanlarla sınırlanmamalıdır. Bu eleÅŸtirimi büyük bir olgunluk ve saygıyla karşıladı Nazım.
Aziz Nesin’le Yeni Delhi’de tanıştık, sohbet ettik. Birikimli, saygın bir yazar o da.
Hemen araya girip sordum:
-1957’deki bu buluÅŸmada dünyaca ünlü sanatçılardan kimler vardı ve kimlerle tanıştınız?
Düşündü, eşi de yardımcı olmaya çalışıyordu ona. Hafızasını yokladı:
-Pablo Neruda vardı, Sartre vardı, bir de adını ÅŸu an anımsayamadığım sürgüne gönderilen ünlü bir Rus ÅŸairi vardı…
Tarihin canlı bir tanığı vardı karşımda. Ağzından çıkacak her kelime benim için çok önemliydi. Adım adım konuşmalarını takip ediyordum. Bu konuşmalarının önemini bildiğim için bu görüşmemizi kameraya da kaydediyordum tabii. İlerde bu belgeleri kamuoyuyla paylaşacağımı sanıyorum.
Ayrılmadan önce bir ÅŸiirini okumasını rica ediyoruz. Bizi kırmıyor. Antakya ve köy özlemini anlatan “Kalıcıyız Antakya’da” adlı ÅŸiirini okuyor bizlere tatlı tatlı. Åžiiri okurken sanki farklı bir güç kazanıyor ÅŸair. YüreÄŸinin derinliklerine ve anılarına bütün gücüyle sarılıyor. Bu ÅŸiirini metnin aslından fazla uzaklaÅŸmadan ve ÅŸairi tahlil edebildiÄŸim kadarıyla, onun hislerinden ilham alarak kendi çevirimle aktarayım sizlere:
ANTAKYA’DA KALICIYIZ
Yükseklere seriver hayalini, serpiştir ovalara
Seriver, serpiÅŸtir yeÅŸil, yemyeÅŸil Antakya’ya
Sevenlerimiz el ele kursunlar düğün dernek
Salıversin sevgi çiçeklerini o güzel yurduma
Papatya yanaklarına kazınmış özümü sarsıver Antakya’nın,
Selam söyle Antakya’nın söğüt aÄŸaçlarına
Hayallerini seriver eski köprünün üzerine
Duyguların boşalıp doruğa çıktığı anlarda
Umutlu adımlarımızın andına uyuyan evlere seriver düşlerini
Ey dostum, ey vatana göklerin ve yeryüzünün renklerini armağan eden fırça.
Ey benim toprağıma özlem duyan olgun çocuk
Antakya’dasın, Antakya…
Sen tarihi efsanesin ey coÅŸkulu kent
Tarih Antakya’dır bende ve Antakya tarihtir aslında .
Dostum, az uğrayıver bizim köyümüze de;
Özüm, çocukluğum, şiirlerimi göreceksin yanı başında.
Biraz da Asi’ye sapıver kanımda akan
Oradadır evim, uzanmıştır asi de bir yanında
Bir soluklan gölgesinde yeşil dut ağacının
Şairin sırdaşı olan kasideleri, sor o ağaca
Şiirlerimin nabız atışında vardır o, her zaman
Resmet, resmet gölgesini bile o sevdalı fırçanla.
Sevdiklerine, sevdiklerime selamlarımı ilet ey dost
Çam ağaçları gibi köklüdür onlar, o çamlar gibi, yüksek yamaçlarda
(Bu ÅŸiir, Antakya’ya son ziyareti nedeniyle, ÇaÄŸdaÅŸ-Klasik Resim Sanatçıları BirliÄŸi BaÅŸkanı HemÅŸerim Dr. Haydar Yazıcı Bey’e ithaf edilmiÅŸtir.)
Şair: Süleyman El-İsa, 23.07.2005
Çeviren: Nuri Sağaltıcı
Åžaire bize ayırdığı zaman, gösterdiÄŸi ilgi ve sevgi için yürekten teÅŸekkür ediyoruz. Ayrılık vakti geldi. Ama ÅŸair hâlâ bizimle Türkiye’yi, Hatay’ı, köyünü ve çocukluÄŸunu konuÅŸmak ister gibi bakıyor. Tadı damağında kalmış bir çocuk oyunundan engellenmiÅŸ gibi bakıyor bizlere. Bayağı yorduÄŸumuzu düşündük. Bana ayrılırken video kayıtlarına geçmesini istediÄŸi birkaç sözünü aktarmak istiyorum:
-Sayın Nuri SaÄŸaltıcı, eski adıyla Süveydiye, yeni adıyla SamandaÄŸ olan doÄŸup büyüdüğüm ilçeye, köyüme ve koparıldığım asıl memleketim olan Türkiye’ye beni ikinci kez götürdünüz. ÇocukluÄŸuma, çocukluÄŸumun anılarına beni götürdünüz. Gür akan Asi Nehri’nde yüzdüğüm günlere, altında ilk ÅŸiirlerimi yazdığım o kocaman dut aÄŸacına gidip geldim sayenizde. Bana bu güzellikleri armaÄŸan ettiÄŸiniz için size minnettarım. Nuri SaÄŸaltıcı, seçkin ve büyük bir ÅŸair yüreÄŸine sahip insandır. Memleketime selam söyleyin Nuri Bey, sevdiklerime selamlarımı, özlemlerimi iletin. Allah’a emanet olun.
Evden ayrılırken böyle güzel insanları üniversitede bize neden tanıtmadıklarını düşündüm kendi kendime. Daha önce tanımadığım için aradan boÅŸa geçen zamana üzüldüm. Bir de “Neden İstanbul’u seven bir Pierre Loti’nin İstanbul’un her yerinde onu hatırlatacak mekanları (sokak adları, cadde adları, apartman adları, kahvehane adları) var da Süleyman İsa’nın neden ömrünü dolduracak kadar büyük bir sevgiyle baÄŸlandığı ülkemizde ve Hatay’da böyle mekanları yok?” dedim. Bu büyük ÅŸairi, bu büyük sevda adamını tanıtmak, onun ülkesinde gördüğüm dostluÄŸu ve sıcaklığı dürüstçe anlatmak boynumun borcu olsun.
Sana yüreÄŸimin derinliklerinden binlerce saygı ve selam olsun Ey büyük ÅŸair Süleyman El İsa. Sana kucak dolusu Hatay sevgisi ey “Åžair-el SaÄŸir”! Seninle ve her zaman genç olan yüreÄŸinle hep gurur duyacağız Antakya’nın “Küçük Åžair”i ve dünyanın en büyük ÅŸairi!
Nuri SAÄžALTICI
"Nuri SAĞALTICI" bütün yazıları için tıklayın...
ÇocukluÄŸum ve ilk gençliÄŸim Samandağı’nda geçti. ÇocukluÄŸumdan beri burnumuzun dibinde duran ve akÅŸamları berrak havalarda Lazkiye kentinin ışıklarını Çevlik tatil köyünden ışıl ışıl yanarken görürdüm. Suriye, hep bilinmez bir masal ve hayal dünyası gibi gelirdi bana. İçimde bir meraktı hep. Gerçi gidip gelen çok olmuÅŸtu oraya. Suriye’ye iliÅŸkin kulaktan dolma pek çok bilgi vardı bende. Ama bizzat görmeyi hep istedim durdum. Çünkü herkes dünyaya kendi gözleriyle bakıyor; ben de kendi gözlerimle görmek istedim.
47 yaşında ve ilk kez 25 Kasım 2009’da Suriye’ye gittim, oraları gördüm.Gerçekten ömrümde en anlamlı zaman dilimleriydi bunlar. Kimi kez hüzün dolu, kimi kez sevinç dolu anlar…
Halep’ten otogara gitmek için meydanda bana otelcinin tarif ettiÄŸi yere gidip taksi bekliyorum. Vızır vızır taksiler geçiyor ama hepsi dolu. Bu ÅŸehirde bizdeki gibi paralılar binmiyor ki taksiye. Herkes taksiye biniyor. Ulaşım öyle ucuz ki burada… Neyse yolcusu olan bir taksici gelip duruyor. Nereye gittiÄŸimi soruyor. Otogara gittiÄŸimi söyleyince hemen yanaşıp çantamı kaptığı gibi arka bagaja atıyor. Kaça götüreceÄŸini soruyorum.
-Malum bayram arefesi, 150 lira, diyor. İtiraz ediyorum:
-Sana 100 lira vereyim, diyorum. Kabul etmiyor. Pazarlığa başlıyor:
-125 olsun.
Tam çantayı indiriyorum.
-Hadi yüz liraya kabul diyor. Ben de hepten vazgeçiyorum. Söylenip gidiyor. Gülüyorum.
Otogara gelince soruyor otobüs firmasının yazıhane görevlisi:
-VİP mi adi mi?
-O ne demek?
-Halep-Şam VİP otobüs bilet ücretleri 280 lira, adi olanı 200 lira.
Vip’e bilet alıyorum. Deri koltuklu, her sırada yalnızca üç koltuk var. Koltuk aralıkları gayet ferah.
Åžam’a giderken yanımda ve tek koltukta oturan bir bayan var orta yaÅŸlı. Turist olduÄŸumu tahmin ediyor. Tebessümle bakıyor bana arada. Çünkü kitap okuyorum ve bunu benimsediÄŸini belli eder gibi bir hali var. Sohbete baÅŸlıyoruz otobüste onunla. HemÅŸire Åžam’da. EÅŸi, yapı ustası ve eÅŸi aslen Kilisli. Türkleri gerçekten çok sevdiÄŸini sık sık vurguluyor. Otobüsümüz Hama’da mola verince kahve içmeye davet ediyor. Åžaşırıyorum. Türkiye’de bile tek başına yolculuk eden bir bayan bunu yapmaya zor cesaret eder. Bu medeni cesareti hoÅŸuma gidiyor. Ne kadar medeni bir tavır deÄŸil mi?
Åžam’a vardığımda bir otele atıyorum kendimi. Otelciye sorduÄŸum ilk soru:
-Burada fotoğraf sanatçılarının ya da edebiyatçıların derneği, lokali var mı?
Tek kelimelik cevap veriyor:
-Bilmiyorum.
Bu cevabın beni üzmüş olabileceğini düşünüp ekliyor:
-Bir gazeteci kalıyor otelimizde gelince ona soralım, belki bilir.
Dışarı atıyorum kendimi. “Ya mal eÅŸ-Åžam ya Allah ya mali…” türküsü geliyor aklıma. Bol dansözlü, eÄŸlenceli, darbukalı, kemanlı, mevval (uzun hava) müzikleri geliyor aklıma Arap sanatının. Semira Tevfik, Fairouz, Ali Dik, Ferid-ül AtraÅŸ gibi pek çok müzisyen, sanatçı. Fakat bir tane yazar veya ÅŸair aklıma gelmiyor. Ne garip…
Akşam görüşüp tanışamadık o gazeteciyle. Yorgunluktan sızıp kalmışım zaten. Sabah uyandığımda hazırlanıp lobiye indim. Keyifle sigara tüttürmüş kahvesini içiyordu bir adam. Ona ve otelciye :
-Günaydın, dedim.
-Günaydın, dediler.
Otelci sevinçle, gel komÅŸum gel… İşte gazeteci dostum dediÄŸim bu dedi. Tanıştırdı ikimizi. Gazeteci edebiyatçı olduÄŸumu duyunca, sevinçle gözleri parladı:
- Bugün seni ‘Suriye’nin yaÅŸayan efsanesi’ sayılan bir ÅŸairle tanıştırayım o zaman. İster misin?” dedi.
-
Saat 11’de ÅŸairi aradı:
Büyük bir sevinçle bizi saat 17.30’da evine bekliyor, demez mi?
Sevinçten boynuna sarılacaktım. Fakat bir sorun vardı beni üzen. Evet, o bana kendi dilinden ve edebiyatından, hatta bizdeki ünlülerden belki çok ÅŸey anlatacak; ama ben ne onun hakkında ne de öteki Arap ÅŸair ve yazarları hakkında tek kelime bilmiyordum. Çok ayıp olmayacak mı bana bununla ilgili sorular sorarsa? Sahi bize Dokuz Eylül Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde neden Arap edebiyatı hakkında hiçbir bilgi verilmedi? Buna takmıştım kafayı o an. Oysa bize üniversitede Batı edebiyatını Yunan, Rus, Alman, İngiliz, Fransız, İtalyan, İspanyol, Amerikan edebiyatlarıyla birlikte satır satır öğrettiler. Ama doÄŸu edebiyatı ve özellikle burnumuzun dibindeki Arap edebiyatı neden öğretilmedi?
Taksimiz bir sokağa dalıyor ve gazeteci dostum:
-Geldik, müjdesini veriyor bana.
İçimde karmakarışık duygular, heyecan, telaÅŸ, ÅŸaÅŸkınlık … Apartmanın giriÅŸ kapısından içeri giriyoruz. Elimde ÅŸairimize aldığım hediye paketleri ve Söz Sanatları adlı kitabım.
Zile basıyoruz. EÅŸinin sesi… Kapı aralanıyor. Son derece sıcak bir karşılama… İçeriye, salona alıyor bizi. Üstat orada bekliyor. Selamlaşıyoruz, elini öpüyorum. 89 yaşında bir dev çınar aÄŸacı. Hala yüreÄŸinde dipdiri bir çocuk içtenliÄŸi. Bana Nazım Hikmet’in Bursa Hapishanesi’ndeyken hakkında idam kararı verildiÄŸinde, kendisi morale muhtaçken eÅŸine yazdığı “KARIMA MEKTUP” adlı ÅŸiirinde karısını teselli eden o umutlu insanın ruh hali geliyor aklıma. Karısına: ”Daima iyi ÅŸeyler düşünmeli bir mahpusun karısı.” diye umut ve moral aşılayan Nazım’ı hatırladım. Ömrünün sonunda bile daima pırıl pırıl bir yürek… Bu yüreÄŸin adı Süleyman El-İsa.
-Memleketimden geldiniz hoş geldiniz, diyerek başlıyor söze. Memleketim öyle sıcak, öyle güzel ki insanlarıyla!..
Şaşırıyorum.
-Aslen nerelisiniz üstadım?
-Ben Antakya’ya baÄŸlı 20 hanelik Nahırlı köyündenim, diyor.
Şaşkınlığım ve sevincim birbirine karışıyor gerçekten. Çünkü bu köyle benim köyümün arasında yalnızca Yeşilyazı köyü var. Komşu köydenmişiz. Bunu anlatıyorum ona. O da inanamıyor. Sevinci katlanarak büyüyor, gözlerinden belli. Hangi köy olduğunu soruyor.
-Sutaşı, eski adıyla sabuni mutaayran diyorum.
1921 yılında doÄŸduÄŸunu, babası ÅŸeyh Ahmet’in yörenin alimlerinden ve ilk öğretmenlerinden olduÄŸunu anlatıyor. Evleri iki katlıymış ve bir katını ev sakinlerinin kullandığını, öbür katın da okul ve kütüphane olarak kullanıldığını belirtiyor. İlk okuma yazma öğrenimini babasından aldığını, babasının birçok kiÅŸiye okur-yazarlık öğrettiÄŸini ekliyor. Okuma yazmayı söker sökmez Kâbe kapısına asılan kasidelerle ve Ömer Hayyam’ın rubaileriyle beslendiÄŸini ısrarla vurguluyor. İlkokulu Affan’da okuduÄŸunu ve okula baÅŸladığında öğretmeni ve okul müdürü tarafından birikimi ve zekası göz önünde tutularak onun doÄŸrudan dördüncü sınıfa aktarıldığını belirtiyor. İlk ÅŸiirlerini 9 yaşında, evinin önündeki koca gövdeli dut aÄŸacının altında yazdığını, bu ÅŸiirlerini okulunda öğretmenlerin isteÄŸi üzerine bütün arkadaÅŸlarının önünde okuduÄŸunu ve ÅŸair olarak ününün ilkin Antakya’da duyulduÄŸunu aktarıyor bizlere.
ÅžaÅŸkınlıkla ve keyifle dinliyorum Åžair Süleyman İsa’yı. AÄŸzından bal akıyor adeta. Anlatırken o kadar güzel bir diksiyonu var ve o kadar güzel konuÅŸuyor ki Arapçayı hayran olmamak mümkün deÄŸil. Bir tek harfi yutmadan, pürüzsüz ve yumuÅŸak bir sesle…
Ona herkesin “Åžair-i SaÄŸir (Küçük Åžair)” diye seslendiÄŸini ballandıra ballandıra anlatıyor. Anlatırken adeta o günleri yaşıyor. Bu nasıl bir hafızadır ki hiçbir ayrıntıyı atlamadan yürüyor ÅŸaşırıyorum. Sınıf arkadaÅŸlarını, öğretmenlerini sayıyor tek tek. Asi Nehri’nde keyifle yüzdüğü günleri, Fransızların Hatay’ı iÅŸgalini ve Fransızlara karşı katıldığı ilk kurtuluÅŸ mücadelelerini, Fransızların onu hapse atışları, sürgüne göndermeleri…Halep’te çektiÄŸi sıkıntılar, liseyi okuyuÅŸu, Irak Hükümeti’nin burs yardımıyla BaÄŸdat Üniversitesi’nde Arap Dili ve Edebiyatı ÖğretmenliÄŸi Bölümü’nde okuyuÅŸunu, öğretmenliÄŸini, Talim ve Terbiye Bakanlığı dönemindeki devrimci ve çaÄŸdaÅŸ atılım projelerini… Diyor ki:
-Hayatımda hep insanı önemsedim. Yalnızca insanı. Ben şairim, şair gibi düşündüm ve şair gibi yaşadım. Ülkemi ve insanları karşılıksız sevdim.
Gözüm hemen evin batısındaki köşede duran büstüne takılıyor.
-Bu ne üstat, diyorum.
Keyifle anlatıyor.
- Benimle yapılan bir röportaj nedeniyle gazetenin birinde bir fotoğrafım çıkmıştı. Şiirlerime hayranlık duyan bir heykeltıraş ondan esinlenerek bu büstümü yapıp bana hediye etmek ve benimle tanışmak istediğini mektupla bildirdi. Onun hediyesi.
FotoÄŸraf makinemi aldım önce o heykelin fotoÄŸrafını çektim tabii. Sonra duvarda asılı olan ve dikkat çekici kendi fotoÄŸraflarına yöneldim. Beni keyifle izliyor. Gençlik yıllarında eÅŸiyle çektirdiÄŸi bir fotoÄŸrafın da fotoÄŸrafını çektim. İnsanı zamanın nasıl deÄŸiÅŸtirdiÄŸini anlatan bir fotoÄŸraf…
Gazeteci dostum benim de şiirle uğraştığımı söyleyince bana:
- Bir ÅŸiirinizi lütfedip bize okur musunuz?” dedi.
Ona yanımda götürdüğüm ve sonradan imzalayıp verdiÄŸim “Söz Sanatları” adlı kitabımda yer alan “Tanrı’nın Yazdığı Åžiirsin Sen” adlı ÅŸiirimi okudum. Yanımdaki gazeteci arkadaşım Arapçaya çevirmeme yardımcı oluyordu. Süleyman İsa da biraz Türkçe anlıyordu. Daha ÅŸiirin birinci bölümü bitmiÅŸti ki :
-Yeter, dedi ÅŸair.
İkimiz de şaşırmıştık. Gazeteci itiraz edecek oldu:
-Üstat, şiiri bitirmemize izin verir misiniz, diyecek oldu.
Şiir dehası, cevabını hemen yapıştırdı:
-Evladım, şiir kumaş gibidir; dokunulunca kendini belli eder! Gayet güzel., dedi.
Türkiye’yle ilgili çocukluk anılarını bize zevkle anlattı. Antakya, SamandaÄŸ ve Aknehir köyüne duyduÄŸu özlemi… Suriye Kültür Bakanlığı, 1964’te onun dört kitabını bastırınca ona yüklü bir para ödemiÅŸ ve ÅŸair, bu parayı aynı yıl, bitip tükenmeyen sevdası ve özlemi uÄŸruna Türkiye gezisinde harcamayı düşünmüştür. EÅŸiyle ve çocuklarıyla Türkiye’ye o yıllarda yaptığı bu gezi onun ilk ve son geliÅŸidir. Bu gezisinde Hatay, Mersin, Ankara ve İstanbul’u gezmiÅŸtir.
Bu gezisinde yalnızca köyüne ve Antakya’ya duyduÄŸu özlemi deÄŸil, Atatürk’e ve Türkiye’ye duyduÄŸu özlemi ve sevgiyi ÅŸiirsel bir dille aktarmıştır. (Bu gezi yazısını, kısa hayat hikayesini ve 87 yapıtının bibliyografik çalışmasını El-Hanin (ÖZLEMLER) kitabından Türkçeye aktarıp deÄŸiÅŸik yayın organlarında ve kendi sitemde yayınladım. Bu gezi yazısının aslında baÅŸlığı olmamasına raÄŸmen hem ÅŸairi yakından tanıma fırsatı bulduÄŸum hem de satır aralarına sinmiÅŸ Türkiye sevgisini yazılarında gördüğüm için çevirdiÄŸim gezi yazısına “Bir Özlemdir Türkiye BaÄŸrımda Yanan” baÅŸlığını kullandım. Onu sanırım Türk okuyucusuna ancak böyle anlatabilirdim.) Onunla bol bol fotoÄŸraflar çektirdik.
-Türk edebiyatından tanıdığınız, dost olduğunuz, okuduğunuz sanatçılar var mı, dedim.
Gülerek dedi ki:
-Olmaz olur mu? Nazım Hikmet hayranıyım ben. Onunla 1957 Dünya Barış Konferansı’na Moskova’ya gittiÄŸimde, evine birkaç Türk ÅŸairiyle birlikte gidip orada tanıştım. Nazım Hikmet, sadece Türkiye’nin deÄŸil bütün dünya edebiyatının en büyük ÅŸairlerinden biri. Onu tanımayan yok sanırım. Evine gittiÄŸimizde ÅŸiirlerinden tanıdığım o yırtıcı kaplan, kolu kanadı kırılmış miskin, mazlum bir çocuk gibi durulmuÅŸ, sakinleÅŸmiÅŸti. Onu bayağı hırpalanmış ve küskün gördüm. Bu beni en çok yaralayan manzara olmuÅŸtur.
Nazım hikmet için söylediği bu sözler, beni de yaraladı. Bir suçlu edasıyla vicdanımı rahatlatmak ister gibi itiraf pozisyonuna girdim dedim ki:
-Üstat, Nazım, Moskova’ya gidene kadar ona cehennem azabı yaÅŸatmıştık zaten. Hapisler, takipler, suikast giriÅŸimlerimiz onu yıpratmıştır.
-Biliyorum, dedi. Fransızlar Hatay’ı iÅŸgal edince bana da aynı ÅŸeyleri yaptılar. Beni hapislere attılar, memleketimden ettiler. Kaderimiz aynı, bu yüzden Nazım’ı çok sevdim belki de, dedi.
Ama Nazım Hikmet’in Pierre Loti’ye hakaret ettiÄŸi ÅŸiirini de Nazım’la tartıştım orada. Ona dedim ki üstat, felsefi düşüncelerimiz seninle aynı olsa da Pierre Loti, büyük bir sanatçı. Güzel İstanbul’u eserlerinde anlatmıştır. İstanbul’un güzelliklerini anlatmasına kızmaya hakkınız yok kanımca. Güzellik, yalnızca yoksul ve emekçi insanlarla sınırlanmamalıdır. Bu eleÅŸtirimi büyük bir olgunluk ve saygıyla karşıladı Nazım.
Aziz Nesin’le Yeni Delhi’de tanıştık, sohbet ettik. Birikimli, saygın bir yazar o da.
Hemen araya girip sordum:
-1957’deki bu buluÅŸmada dünyaca ünlü sanatçılardan kimler vardı ve kimlerle tanıştınız?
Düşündü, eşi de yardımcı olmaya çalışıyordu ona. Hafızasını yokladı:
-Pablo Neruda vardı, Sartre vardı, bir de adını ÅŸu an anımsayamadığım sürgüne gönderilen ünlü bir Rus ÅŸairi vardı…
Tarihin canlı bir tanığı vardı karşımda. Ağzından çıkacak her kelime benim için çok önemliydi. Adım adım konuşmalarını takip ediyordum. Bu konuşmalarının önemini bildiğim için bu görüşmemizi kameraya da kaydediyordum tabii. İlerde bu belgeleri kamuoyuyla paylaşacağımı sanıyorum.
Ayrılmadan önce bir ÅŸiirini okumasını rica ediyoruz. Bizi kırmıyor. Antakya ve köy özlemini anlatan “Kalıcıyız Antakya’da” adlı ÅŸiirini okuyor bizlere tatlı tatlı. Åžiiri okurken sanki farklı bir güç kazanıyor ÅŸair. YüreÄŸinin derinliklerine ve anılarına bütün gücüyle sarılıyor. Bu ÅŸiirini metnin aslından fazla uzaklaÅŸmadan ve ÅŸairi tahlil edebildiÄŸim kadarıyla, onun hislerinden ilham alarak kendi çevirimle aktarayım sizlere:
ANTAKYA’DA KALICIYIZ
Yükseklere seriver hayalini, serpiştir ovalara
Seriver, serpiÅŸtir yeÅŸil, yemyeÅŸil Antakya’ya
Sevenlerimiz el ele kursunlar düğün dernek
Salıversin sevgi çiçeklerini o güzel yurduma
Papatya yanaklarına kazınmış özümü sarsıver Antakya’nın,
Selam söyle Antakya’nın söğüt aÄŸaçlarına
Hayallerini seriver eski köprünün üzerine
Duyguların boşalıp doruğa çıktığı anlarda
Umutlu adımlarımızın andına uyuyan evlere seriver düşlerini
Ey dostum, ey vatana göklerin ve yeryüzünün renklerini armağan eden fırça.
Ey benim toprağıma özlem duyan olgun çocuk
Antakya’dasın, Antakya…
Sen tarihi efsanesin ey coÅŸkulu kent
Tarih Antakya’dır bende ve Antakya tarihtir aslında .
Dostum, az uğrayıver bizim köyümüze de;
Özüm, çocukluğum, şiirlerimi göreceksin yanı başında.
Biraz da Asi’ye sapıver kanımda akan
Oradadır evim, uzanmıştır asi de bir yanında
Bir soluklan gölgesinde yeşil dut ağacının
Şairin sırdaşı olan kasideleri, sor o ağaca
Şiirlerimin nabız atışında vardır o, her zaman
Resmet, resmet gölgesini bile o sevdalı fırçanla.
Sevdiklerine, sevdiklerime selamlarımı ilet ey dost
Çam ağaçları gibi köklüdür onlar, o çamlar gibi, yüksek yamaçlarda
(Bu ÅŸiir, Antakya’ya son ziyareti nedeniyle, ÇaÄŸdaÅŸ-Klasik Resim Sanatçıları BirliÄŸi BaÅŸkanı HemÅŸerim Dr. Haydar Yazıcı Bey’e ithaf edilmiÅŸtir.)
Şair: Süleyman El-İsa, 23.07.2005
Çeviren: Nuri Sağaltıcı
Åžaire bize ayırdığı zaman, gösterdiÄŸi ilgi ve sevgi için yürekten teÅŸekkür ediyoruz. Ayrılık vakti geldi. Ama ÅŸair hâlâ bizimle Türkiye’yi, Hatay’ı, köyünü ve çocukluÄŸunu konuÅŸmak ister gibi bakıyor. Tadı damağında kalmış bir çocuk oyunundan engellenmiÅŸ gibi bakıyor bizlere. Bayağı yorduÄŸumuzu düşündük. Bana ayrılırken video kayıtlarına geçmesini istediÄŸi birkaç sözünü aktarmak istiyorum:
-Sayın Nuri SaÄŸaltıcı, eski adıyla Süveydiye, yeni adıyla SamandaÄŸ olan doÄŸup büyüdüğüm ilçeye, köyüme ve koparıldığım asıl memleketim olan Türkiye’ye beni ikinci kez götürdünüz. ÇocukluÄŸuma, çocukluÄŸumun anılarına beni götürdünüz. Gür akan Asi Nehri’nde yüzdüğüm günlere, altında ilk ÅŸiirlerimi yazdığım o kocaman dut aÄŸacına gidip geldim sayenizde. Bana bu güzellikleri armaÄŸan ettiÄŸiniz için size minnettarım. Nuri SaÄŸaltıcı, seçkin ve büyük bir ÅŸair yüreÄŸine sahip insandır. Memleketime selam söyleyin Nuri Bey, sevdiklerime selamlarımı, özlemlerimi iletin. Allah’a emanet olun.
Evden ayrılırken böyle güzel insanları üniversitede bize neden tanıtmadıklarını düşündüm kendi kendime. Daha önce tanımadığım için aradan boÅŸa geçen zamana üzüldüm. Bir de “Neden İstanbul’u seven bir Pierre Loti’nin İstanbul’un her yerinde onu hatırlatacak mekanları (sokak adları, cadde adları, apartman adları, kahvehane adları) var da Süleyman İsa’nın neden ömrünü dolduracak kadar büyük bir sevgiyle baÄŸlandığı ülkemizde ve Hatay’da böyle mekanları yok?” dedim. Bu büyük ÅŸairi, bu büyük sevda adamını tanıtmak, onun ülkesinde gördüğüm dostluÄŸu ve sıcaklığı dürüstçe anlatmak boynumun borcu olsun.
Sana yüreÄŸimin derinliklerinden binlerce saygı ve selam olsun Ey büyük ÅŸair Süleyman El İsa. Sana kucak dolusu Hatay sevgisi ey “Åžair-el SaÄŸir”! Seninle ve her zaman genç olan yüreÄŸinle hep gurur duyacağız Antakya’nın “Küçük Åžair”i ve dünyanın en büyük ÅŸairi!
Nuri SAÄžALTICI
"Nuri SAĞALTICI" bütün yazıları için tıklayın...