ÖZLEMLER ŞAİRİ: SÜLEYMAN EL-İSA
Çocukluğum ve ilk gençliğim Samandağı’nda geçti. Çocukluğumdan beri burnumuzun dibinde duran ve akşamları berrak havalarda Lazkiye kentinin ışıklarını Çevlik tatil köyünden ışıl ışıl yanarken görürdüm. Suriye, hep bilinmez bir masal ve hayal dünyası gibi gelirdi bana. İçimde bir meraktı hep. Gerçi gidip gelen çok olmuştu oraya. Suriye’ye ilişkin kulaktan dolma pek çok bilgi vardı bende. Ama bizzat görmeyi hep istedim durdum. Çünkü herkes dünyaya kendi gözleriyle bakıyor; ben de kendi gözlerimle görmek istedim.
47 yaşında ve ilk kez 25 Kasım 2009’da Suriye’ye gittim, oraları gördüm.Gerçekten ömrümde en anlamlı zaman dilimleriydi bunlar. Kimi kez hüzün dolu, kimi kez sevinç dolu anlar…
* * *
Halep’ten otogara gitmek için meydanda bana otelcinin tarif ettiği yere gidip taksi bekliyorum. Vızır vızır taksiler geçiyor ama hepsi dolu. Bu şehirde bizdeki gibi paralılar binmiyor ki taksiye. Herkes taksiye biniyor. Ulaşım öyle ucuz ki burada… Neyse yolcusu olan bir taksici gelip duruyor. Nereye gittiğimi soruyor. Otogara gittiğimi söyleyince hemen yanaşıp çantamı kaptığı gibi arka bagaja atıyor. Kaça götüreceğini soruyorum.
-Malum bayram arefesi, 150 lira, diyor. İtiraz ediyorum:
-Sana 100 lira vereyim, diyorum. Kabul etmiyor. Pazarlığa başlıyor:
-125 olsun.
Tam çantayı indiriyorum.
-Hadi yüz liraya kabul diyor. Ben de hepten vazgeçiyorum. Söylenip gidiyor. Gülüyorum.
Otogara gelince soruyor otobüs firmasının yazıhane görevlisi:
-VİP mi adi mi?
-O ne demek?
-Halep-Şam VİP otobüs bilet ücretleri 280 lira, adi olanı 200 lira.
Vip’e bilet alıyorum. Deri koltuklu, her sırada yalnızca üç koltuk var. Koltuk aralıkları gayet ferah.
Şam’a giderken yanımda ve tek koltukta oturan bir bayan var orta yaşlı. Turist olduğumu tahmin ediyor. Tebessümle bakıyor bana arada. Çünkü kitap okuyorum ve bunu benimsediğini belli eder gibi bir hali var. Sohbete başlıyoruz otobüste onunla. Hemşire Şam’da. Eşi, yapı ustası ve eşi aslen Kilisli. Türkleri gerçekten çok sevdiğini sık sık vurguluyor. Otobüsümüz Hama’da mola verince kahve içmeye davet ediyor. Şaşırıyorum. Türkiye’de bile tek başına yolculuk eden bir bayan bunu yapmaya zor cesaret eder. Bu medeni cesareti hoşuma gidiyor. Ne kadar medeni bir tavır değil mi?
Şam’a vardığımda bir otele atıyorum kendimi. Otelciye sorduğum ilk soru:
-Burada fotoğraf sanatçılarının ya da edebiyatçıların derneği, lokali var mı?
Tek kelimelik cevap veriyor:
-Bilmiyorum.
Bu cevabın beni üzmüş olabileceğini düşünüp ekliyor:
-Bir gazeteci kalıyor otelimizde gelince ona soralım, belki bilir.
Dışarı atıyorum kendimi. “Ya mal eş-Şam ya Allah ya mali…” türküsü geliyor aklıma. Bol dansözlü, eğlenceli, darbukalı, kemanlı, mevval (uzun hava) müzikleri geliyor aklıma Arap sanatının. Semira Tevfik, Fairouz, Ali Dik, Ferid-ül Atraş gibi pek çok müzisyen, sanatçı. Fakat bir tane yazar veya şair aklıma gelmiyor. Ne garip…
Akşam görüşüp tanışamadık o gazeteciyle. Yorgunluktan sızıp kalmışım zaten. Sabah uyandığımda hazırlanıp lobiye indim. Keyifle sigara tüttürmüş kahvesini içiyordu bir adam. Ona ve otelciye :
-Günaydın, dedim.
-Günaydın, dediler.
Otelci sevinçle, gel komşum gel… İşte gazeteci dostum dediğim bu dedi. Tanıştırdı ikimizi. Gazeteci edebiyatçı olduğumu duyunca, sevinçle gözleri parladı:
- Bugün seni ‘Suriye’nin yaşayan efsanesi’ sayılan bir şairle tanıştırayım o zaman. İster misin?” dedi.
-
Saat 11’de şairi aradı:
Büyük bir sevinçle bizi saat 17.30’da evine bekliyor, demez mi?
Sevinçten boynuna sarılacaktım. Fakat bir sorun vardı beni üzen. Evet, o bana kendi dilinden ve edebiyatından, hatta bizdeki ünlülerden belki çok şey anlatacak; ama ben ne onun hakkında ne de öteki Arap şair ve yazarları hakkında tek kelime bilmiyordum. Çok ayıp olmayacak mı bana bununla ilgili sorular sorarsa? Sahi bize Dokuz Eylül Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde neden Arap edebiyatı hakkında hiçbir bilgi verilmedi? Buna takmıştım kafayı o an. Oysa bize üniversitede Batı edebiyatını Yunan, Rus, Alman, İngiliz, Fransız, İtalyan, İspanyol, Amerikan edebiyatlarıyla birlikte satır satır öğrettiler. Ama doğu edebiyatı ve özellikle burnumuzun dibindeki Arap edebiyatı neden öğretilmedi?
Taksimiz bir sokağa dalıyor ve gazeteci dostum:
-Geldik, müjdesini veriyor bana.
İçimde karmakarışık duygular, heyecan, telaş, şaşkınlık … Apartmanın giriş kapısından içeri giriyoruz. Elimde şairimize aldığım hediye paketleri ve Söz Sanatları adlı kitabım.
Zile basıyoruz. Eşinin sesi… Kapı aralanıyor. Son derece sıcak bir karşılama… İçeriye, salona alıyor bizi. Üstat orada bekliyor. Selamlaşıyoruz, elini öpüyorum. 89 yaşında bir dev çınar ağacı. Hala yüreğinde dipdiri bir çocuk içtenliği. Bana Nazım Hikmet’in Bursa Hapishanesi’ndeyken hakkında idam kararı verildiğinde, kendisi morale muhtaçken eşine yazdığı “KARIMA MEKTUP” adlı şiirinde karısını teselli eden o umutlu insanın ruh hali geliyor aklıma. Karısına: ”Daima iyi şeyler düşünmeli bir mahpusun karısı.” diye umut ve moral aşılayan Nazım’ı hatırladım. Ömrünün sonunda bile daima pırıl pırıl bir yürek… Bu yüreğin adı Süleyman El-İsa.
-Memleketimden geldiniz hoş geldiniz, diyerek başlıyor söze. Memleketim öyle sıcak, öyle güzel ki insanlarıyla!..
Şaşırıyorum.
-Aslen nerelisiniz üstadım?
-Ben Antakya’ya bağlı 20 hanelik Nahırlı köyündenim, diyor.
Şaşkınlığım ve sevincim birbirine karışıyor gerçekten. Çünkü bu köyle benim köyümün arasında yalnızca Yeşilyazı köyü var. Komşu köydenmişiz. Bunu anlatıyorum ona. O da inanamıyor. Sevinci katlanarak büyüyor, gözlerinden belli. Hangi köy olduğunu soruyor.
-Sutaşı, eski adıyla sabuni mutaayran diyorum.
1921 yılında doğduğunu, babası şeyh Ahmet’in yörenin alimlerinden ve ilk öğretmenlerinden olduğunu anlatıyor. Evleri iki katlıymış ve bir katını ev sakinlerinin kullandığını, öbür katın da okul ve kütüphane olarak kullanıldığını belirtiyor. İlk okuma yazma öğrenimini babasından aldığını, babasının birçok kişiye okur-yazarlık öğrettiğini ekliyor. Okuma yazmayı söker sökmez Kâbe kapısına asılan kasidelerle ve Ömer Hayyam’ın rubaileriyle beslendiğini ısrarla vurguluyor. İlkokulu Affan’da okuduğunu ve okula başladığında öğretmeni ve okul müdürü tarafından birikimi ve zekası göz önünde tutularak onun doğrudan dördüncü sınıfa aktarıldığını belirtiyor. İlk şiirlerini 9 yaşında, evinin önündeki koca gövdeli dut ağacının altında yazdığını, bu şiirlerini okulunda öğretmenlerin isteği üzerine bütün arkadaşlarının önünde okuduğunu ve şair olarak ününün ilkin Antakya’da duyulduğunu aktarıyor bizlere.
Şaşkınlıkla ve keyifle dinliyorum Şair Süleyman İsa’yı. Ağzından bal akıyor adeta. Anlatırken o kadar güzel bir diksiyonu var ve o kadar güzel konuşuyor ki Arapçayı hayran olmamak mümkün değil. Bir tek harfi yutmadan, pürüzsüz ve yumuşak bir sesle…
Ona herkesin “Şair-i Sağir (Küçük Şair)” diye seslendiğini ballandıra ballandıra anlatıyor. Anlatırken adeta o günleri yaşıyor. Bu nasıl bir hafızadır ki hiçbir ayrıntıyı atlamadan yürüyor şaşırıyorum. Sınıf arkadaşlarını, öğretmenlerini sayıyor tek tek. Asi Nehri’nde keyifle yüzdüğü günleri, Fransızların Hatay’ı işgalini ve Fransızlara karşı katıldığı ilk kurtuluş mücadelelerini, Fransızların onu hapse atışları, sürgüne göndermeleri…Halep’te çektiği sıkıntılar, liseyi okuyuşu, Irak Hükümeti’nin burs yardımıyla Bağdat Üniversitesi’nde Arap Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nde okuyuşunu, öğretmenliğini, Talim ve Terbiye Bakanlığı dönemindeki devrimci ve çağdaş atılım projelerini… Diyor ki:
-Hayatımda hep insanı önemsedim. Yalnızca insanı. Ben şairim, şair gibi düşündüm ve şair gibi yaşadım. Ülkemi ve insanları karşılıksız sevdim.
Gözüm hemen evin batısındaki köşede duran büstüne takılıyor.
-Bu ne üstat, diyorum.
Keyifle anlatıyor.
- Benimle yapılan bir röportaj nedeniyle gazetenin birinde bir fotoğrafım çıkmıştı. Şiirlerime hayranlık duyan bir heykeltıraş ondan esinlenerek bu büstümü yapıp bana hediye etmek ve benimle tanışmak istediğini mektupla bildirdi. Onun hediyesi.
Fotoğraf makinemi aldım önce o heykelin fotoğrafını çektim tabii. Sonra duvarda asılı olan ve dikkat çekici kendi fotoğraflarına yöneldim. Beni keyifle izliyor. Gençlik yıllarında eşiyle çektirdiği bir fotoğrafın da fotoğrafını çektim. İnsanı zamanın nasıl değiştirdiğini anlatan bir fotoğraf…
Gazeteci dostum benim de şiirle uğraştığımı söyleyince bana:
- Bir şiirinizi lütfedip bize okur musunuz?” dedi.
Ona yanımda götürdüğüm ve sonradan imzalayıp verdiğim “Söz Sanatları” adlı kitabımda yer alan “Tanrı’nın Yazdığı Şiirsin Sen” adlı şiirimi okudum. Yanımdaki gazeteci arkadaşım Arapçaya çevirmeme yardımcı oluyordu. Süleyman İsa da biraz Türkçe anlıyordu. Daha şiirin birinci bölümü bitmişti ki :
-Yeter, dedi şair.
İkimiz de şaşırmıştık. Gazeteci itiraz edecek oldu:
-Üstat, şiiri bitirmemize izin verir misiniz, diyecek oldu.
Şiir dehası, cevabını hemen yapıştırdı:
-Evladım, şiir kumaş gibidir; dokunulunca kendini belli eder! Gayet güzel., dedi.
Türkiye’yle ilgili çocukluk anılarını bize zevkle anlattı. Antakya, Samandağ ve Aknehir köyüne duyduğu özlemi… Suriye Kültür Bakanlığı, 1964’te onun dört kitabını bastırınca ona yüklü bir para ödemiş ve şair, bu parayı aynı yıl, bitip tükenmeyen sevdası ve özlemi uğruna Türkiye gezisinde harcamayı düşünmüştür. Eşiyle ve çocuklarıyla Türkiye’ye o yıllarda yaptığı bu gezi onun ilk ve son gelişidir. Bu gezisinde Hatay, Mersin, Ankara ve İstanbul’u gezmiştir.
Bu gezisinde yalnızca köyüne ve Antakya’ya duyduğu özlemi değil, Atatürk’e ve Türkiye’ye duyduğu özlemi ve sevgiyi şiirsel bir dille aktarmıştır. (Bu gezi yazısını, kısa hayat hikayesini ve 87 yapıtının bibliyografik çalışmasını El-Hanin (ÖZLEMLER) kitabından Türkçeye aktarıp değişik yayın organlarında ve kendi sitemde yayınladım. Bu gezi yazısının aslında başlığı olmamasına rağmen hem şairi yakından tanıma fırsatı bulduğum hem de satır aralarına sinmiş Türkiye sevgisini yazılarında gördüğüm için çevirdiğim gezi yazısına “Bir Özlemdir Türkiye Bağrımda Yanan” başlığını kullandım. Onu sanırım Türk okuyucusuna ancak böyle anlatabilirdim.) Onunla bol bol fotoğraflar çektirdik.
-Türk edebiyatından tanıdığınız, dost olduğunuz, okuduğunuz sanatçılar var mı, dedim.
Gülerek dedi ki:
-Olmaz olur mu? Nazım Hikmet hayranıyım ben. Onunla 1957 Dünya Barış Konferansı’na Moskova’ya gittiğimde, evine birkaç Türk şairiyle birlikte gidip orada tanıştım. Nazım Hikmet, sadece Türkiye’nin değil bütün dünya edebiyatının en büyük şairlerinden biri. Onu tanımayan yok sanırım. Evine gittiğimizde şiirlerinden tanıdığım o yırtıcı kaplan, kolu kanadı kırılmış miskin, mazlum bir çocuk gibi durulmuş, sakinleşmişti. Onu bayağı hırpalanmış ve küskün gördüm. Bu beni en çok yaralayan manzara olmuştur.
Nazım hikmet için söylediği bu sözler, beni de yaraladı. Bir suçlu edasıyla vicdanımı rahatlatmak ister gibi itiraf pozisyonuna girdim dedim ki:
-Üstat, Nazım, Moskova’ya gidene kadar ona cehennem azabı yaşatmıştık zaten. Hapisler, takipler, suikast girişimlerimiz onu yıpratmıştır.
-Biliyorum, dedi. Fransızlar Hatay’ı işgal edince bana da aynı şeyleri yaptılar. Beni hapislere attılar, memleketimden ettiler. Kaderimiz aynı, bu yüzden Nazım’ı çok sevdim belki de, dedi.
Ama Nazım Hikmet’in Pierre Loti’ye hakaret ettiği şiirini de Nazım’la tartıştım orada. Ona dedim ki üstat, felsefi düşüncelerimiz seninle aynı olsa da Pierre Loti, büyük bir sanatçı. Güzel İstanbul’u eserlerinde anlatmıştır. İstanbul’un güzelliklerini anlatmasına kızmaya hakkınız yok kanımca. Güzellik, yalnızca yoksul ve emekçi insanlarla sınırlanmamalıdır. Bu eleştirimi büyük bir olgunluk ve saygıyla karşıladı Nazım.
Aziz Nesin’le Yeni Delhi’de tanıştık, sohbet ettik. Birikimli, saygın bir yazar o da.
Hemen araya girip sordum:
-1957’deki bu buluşmada dünyaca ünlü sanatçılardan kimler vardı ve kimlerle tanıştınız?
Düşündü, eşi de yardımcı olmaya çalışıyordu ona. Hafızasını yokladı:
-Pablo Neruda vardı, Sartre vardı, bir de adını şu an anımsayamadığım sürgüne gönderilen ünlü bir Rus şairi vardı…
Tarihin canlı bir tanığı vardı karşımda. Ağzından çıkacak her kelime benim için çok önemliydi. Adım adım konuşmalarını takip ediyordum. Bu konuşmalarının önemini bildiğim için bu görüşmemizi kameraya da kaydediyordum tabii. İlerde bu belgeleri kamuoyuyla paylaşacağımı sanıyorum.
Ayrılmadan önce bir şiirini okumasını rica ediyoruz. Bizi kırmıyor. Antakya ve köy özlemini anlatan “Kalıcıyız Antakya’da” adlı şiirini okuyor bizlere tatlı tatlı. Şiiri okurken sanki farklı bir güç kazanıyor şair. Yüreğinin derinliklerine ve anılarına bütün gücüyle sarılıyor. Bu şiirini metnin aslından fazla uzaklaşmadan ve şairi tahlil edebildiğim kadarıyla, onun hislerinden ilham alarak kendi çevirimle aktarayım sizlere:
ANTAKYA’DA KALICIYIZ
Yükseklere seriver hayalini, serpiştir ovalara
Seriver, serpiştir yeşil, yemyeşil Antakya’ya
Sevenlerimiz el ele kursunlar düğün dernek
Salıversin sevgi çiçeklerini o güzel yurduma
Papatya yanaklarına kazınmış özümü sarsıver Antakya’nın,
Selam söyle Antakya’nın söğüt ağaçlarına
Hayallerini seriver eski köprünün üzerine
Duyguların boşalıp doruğa çıktığı anlarda
Umutlu adımlarımızın andına uyuyan evlere seriver düşlerini
Ey dostum, ey vatana göklerin ve yeryüzünün renklerini armağan eden fırça.
Ey benim toprağıma özlem duyan olgun çocuk
Antakya’dasın, Antakya…
Sen tarihi efsanesin ey coşkulu kent
Tarih Antakya’dır bende ve Antakya tarihtir aslında .
Dostum, az uğrayıver bizim köyümüze de;
Özüm, çocukluğum, şiirlerimi göreceksin yanı başında.
Biraz da Asi’ye sapıver kanımda akan
Oradadır evim, uzanmıştır asi de bir yanında
Bir soluklan gölgesinde yeşil dut ağacının
Şairin sırdaşı olan kasideleri, sor o ağaca
Şiirlerimin nabız atışında vardır o, her zaman
Resmet, resmet gölgesini bile o sevdalı fırçanla.
Sevdiklerine, sevdiklerime selamlarımı ilet ey dost
Çam ağaçları gibi köklüdür onlar, o çamlar gibi, yüksek yamaçlarda
(Bu şiir, Antakya’ya son ziyareti nedeniyle, Çağdaş-Klasik Resim Sanatçıları Birliği Başkanı Hemşerim Dr. Haydar Yazıcı Bey’e ithaf edilmiştir.)
Şair: Süleyman El-İsa, 23.07.2005
Çeviren: Nuri Sağaltıcı
Şaire bize ayırdığı zaman, gösterdiği ilgi ve sevgi için yürekten teşekkür ediyoruz. Ayrılık vakti geldi. Ama şair hâlâ bizimle Türkiye’yi, Hatay’ı, köyünü ve çocukluğunu konuşmak ister gibi bakıyor. Tadı damağında kalmış bir çocuk oyunundan engellenmiş gibi bakıyor bizlere. Bayağı yorduğumuzu düşündük. Bana ayrılırken video kayıtlarına geçmesini istediği birkaç sözünü aktarmak istiyorum:
-Sayın Nuri Sağaltıcı, eski adıyla Süveydiye, yeni adıyla Samandağ olan doğup büyüdüğüm ilçeye, köyüme ve koparıldığım asıl memleketim olan Türkiye’ye beni ikinci kez götürdünüz. Çocukluğuma, çocukluğumun anılarına beni götürdünüz. Gür akan Asi Nehri’nde yüzdüğüm günlere, altında ilk şiirlerimi yazdığım o kocaman dut ağacına gidip geldim sayenizde. Bana bu güzellikleri armağan ettiğiniz için size minnettarım. Nuri Sağaltıcı, seçkin ve büyük bir şair yüreğine sahip insandır. Memleketime selam söyleyin Nuri Bey, sevdiklerime selamlarımı, özlemlerimi iletin. Allah’a emanet olun.
Evden ayrılırken böyle güzel insanları üniversitede bize neden tanıtmadıklarını düşündüm kendi kendime. Daha önce tanımadığım için aradan boşa geçen zamana üzüldüm. Bir de “Neden İstanbul’u seven bir Pierre Loti’nin İstanbul’un her yerinde onu hatırlatacak mekanları (sokak adları, cadde adları, apartman adları, kahvehane adları) var da Süleyman İsa’nın neden ömrünü dolduracak kadar büyük bir sevgiyle bağlandığı ülkemizde ve Hatay’da böyle mekanları yok?” dedim. Bu büyük şairi, bu büyük sevda adamını tanıtmak, onun ülkesinde gördüğüm dostluğu ve sıcaklığı dürüstçe anlatmak boynumun borcu olsun.
Sana yüreğimin derinliklerinden binlerce saygı ve selam olsun Ey büyük şair Süleyman El İsa. Sana kucak dolusu Hatay sevgisi ey “Şair-el Sağir”! Seninle ve her zaman genç olan yüreğinle hep gurur duyacağız Antakya’nın “Küçük Şair”i ve dünyanın en büyük şairi!