ISSN 1308-8483
PORTAKAL ÜSTÜNE DÜŞÜNMEK / Zerrin SOYSAL
Zerrin SOYSAL    
  Yayın Tarihi: 19.3.2010    


PORTAKAL ÜSTÜNE DÜŞÜNMEK

Francis Ponge’in kapı üzerine yazdığı bir metni okurken aklıma portakal düşüverdi. Daha önceki yazılarımı okuyanların yabancısı olmadığı, tuhaf çağrışımlı zihnimin bir oyunu yine. (Öyle ya, kapı nireeeee, portakal nire ama keyfimin kahyası yok ki! Üstelik kahyaların her türlüsüne ne Şam’ın şekeri ne Arabın yüzü tavrı sergilediğim de beni tanıyan herkesin malumu)

Söz konusu metin “Krallar kapılara dokunmazlar. Bu mutluluğu bilmezler.” diye başlar ve okuyana daha ilk satırda beklenmedik bir üstünlük duygusu yaşatır. Kapılara dokunmak bir ayrıcalıkmış da zavallı krallar bu zevkten mahrummuş gibi bir duyguya kapılır, kendimizi ayrıcalıklı hissederiz. Yazının devamında ufkumuzda yeni kapılar aralanır, daha önce hiç aklımıza gelmeyen ve bu yazıyı okumasak gelmesi olanaksız düşüncelere kapılırız. Hayatımızda kapıların ne kadar yer tuttuğunu, bir mekanla aramızda oluşturduğu engeli, açılıp kapanan kapılarla dolu bir dünyada yaşadığımızı vs.vs…

Sıradan bir nesneden yola çıkarak düşüncenin ha bire dallanıp budaklanan yollarında rasgele dolaşmamızı sağlayan bu tür yazıları çok severim. Bir zamanlar Salah Birsel’in denemelerini ya da Enis Batur’un yazılarını okurken hissettiğim aşağılık duygusuyla karışık az buçuk kıskançlığa kapılsam da, okuduğum satırların bir kişiye değil, benim de bir parçası olduğum büyük insanlık mirasına ait oldukları düşüncesiyle avunur, yazara şükran duygularımı gönderirim.

Kapılar konusuna kafa yormayı şaire bırakıp portakala dönelim.

Ben de portakala taktım, ne yapalım?

Manav tezgahlarımızın en uzun dönemli süsü, bizim coğrafyamız için mütevazı bir meyve. Kusursuz bir küre formuna eşlik eden enerji dolu bir renktir portakal öncelikle. Sonra iç ferahlatan bir koku; serinletici, ferahlatan bir tat…Natürmortların vazgeçilmez parçası; kesilmiş, dilimlenmiş, bütün… Ayaklı bir tabağın kıyıcığında, yuvarlandı yuvarlanacak. Coğrafya derslerinde Dünya’nın Ay’la ve Güneş’le kurduğu, az kalsın Galileo Galilei’nin başını yitirmesine yol açacak ilişkiyi anlatmak için kullanılan malzeme. Evrende bir portakal kadar bile cürmü olmayan gezegenimizin Güneş’in etrafında dönmesi yetmiyormuş gibi bir de kendi etrafında semaya dururken aydınlanan ve karanlıkta kalan yüzlerini canlandırmak için bir ışık kaynağına ihtiyaç vardır. Ders kitaplarında kaynak olarak tepesinde kusursuz formda aleviyle bir mum çizilir.

Gece ve gündüz nasıl oluşur çocuklar?

Ben biliyorum öğretmenim!

Bir parmak öğretmenin gözüne doğru uzanır.

Her sınıfta öğretmenin aferinlerini yaşama hedefi yapmış böyle bir inek nasılsa vardır. Pis ukala! Ben de biliyordum portakalın mumu görmeyen tarafının gece olduğunu ama aferin delisi değilim.Tenezzül etmedim sadece, o kadar.

Çocukların hayal gücüne güvenen öğretmenler portakalın pütürlü yüzeyini dağlarla özdeşleştirip örneği daha da canlı hale getirirler. Kabuğa o muhteşem kokuyu veren uçucu yağ zerreciklerinin dolu olduğu pütürler mandalinada olduğu gibi yarı şeffaf değildir ama yine de varlığını hissettirir.

Çocukluğumun kışlarında çok değerliydi portakal. Tek bir parçası ziyan edilmeden yenir, kabukları kompostoya ya da aşureye konmak için kurutulup saklanırdı. Sapına yakın işe yaramaz parçaları bile çöpe atılmaz, yanan sobanın üstüne konup oda havasının güzel kokması sağlanırdı. Ya içindeki dilimler… Tertipli bir ev kadının yerleştirdiği çekmeceler gibi muntazam sıralanmış, hem bir bütünün parçası hem de kendi içinde bir bütün olan dilimler… Işığa tutup bakınca içindeki iğ gibi hücrelerin seçildiği yarı geçirgen görüntüsüyle parmak büyüklüğündeki mucizeler…

Biyoloji dersinde yumurtayla birlikte gözle görülebilecek büyüklükteki hücreye örnek gösterilen, C vitamininin dayanıksız formülünü kusursuzca korumak için doğanın bulduğu çare; incecik bir sapla dilimin ortasına bağlanan iğ şeklinde portakal hücreleri… İki diş arasında patlayan hücreden dağılan tat, koku, serinlik, zevk… Yoğun tempolu yaşamdan küçük bir zaman çalıp bir portakalı hakkını vererek yemeğe kendini verenlerin yaşayacağı minik ama eşsiz haz… Bu küçük zevklerin ne kadar farkına varabiliyoruz? Çoğu zaman günlük kaygılar yüzünden ne yediğimizi bile düşünmeden alelacele yutuyoruz lokmalarımızı.
Kaygılardan uzak yaşayanlarımız da gözünü çok yükseklere, keşfedilmemiş hazlara dikmiş durumda. Bu güzelim tadı ayırt etmekten çok uzak.

Portakalı bilmeyen insanlarla aynı dünyayı paylaşıyor olmamıza ne dersiniz? Portakalın meyve vermeden önce mis kokulu çiçeklerle donanıp ortalığı bayram şenliğine çeviren ağaçlarının yetişmediği iklimlerden söz ediyorum. Kuşkusuz onların da bizim hiç bilmediğimiz ağaçları, çiçekleri, değişik lezzette meyveleri var. Yine de portakal o kadar hayatımızda, meyvelerimiz arasında yeri o kadar sağlam ki onu tanımamış, tadına varmamış bir insan düşünmek tuhaf geliyor. Anlamsız olduğunu bile bile garip bir merhamet besliyorum portakalı tanımamış insanlara. Onlar adına üzülüyorum.

Ya portakal elini uzatsa dokunabileceği mesafede olduğu halde yiyemeyenler? Bir manav tezgahından yutkunarak geçmek zorunda kalanlar? En acısı “portakal isterim” diye tutturup ağlayan çocuğunu susturmak için biriktirdiği tüm öfkeyi onun küçücük suratına bir tokat patlatarak dindirmeye çalışanlar?

Krallar kapılara dokunmanın mutluluğunu bilmezler ama bir portakal alamamanın, evine bir lokma götürememenin zehir acısını da bilmezler. Çoğu zaman neden oldukları mutsuzlukların farkında da değildirler işin kötüsü.


Zerrin SOYSAL



1885










   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)