ISSN 1308-8483
Beyağaç-Karagöl’de ilk kampçılar! / Işık Teoman
Işık Teoman    
  Yayın Tarihi: 4.4.2010    


Beyağaç-Karagöl’de ilk kampçılar!


Denizli-Beyağaç bölgesine üçüncü yolculuğumuzu gerçekleştirdik. Geçtiğimiz yıl Topuklu Yaylası’nın muhteşem manzarasının eşlik ettiği kamp alanında meteorların düştüğü o yıldızlı gecede karar vermiştik. Sabah uyanır uyanmaz kahvaltımızı edeceğiz foto safari yapacağız ve Karagöl’de küçük bir gezinti gerçekleştireceğiz. Ama kurak geçen kış mevsimini unutmuştuk. Asırlık karaçam ormanlarının arasından süzülen toprak yoldan, güzelliklerin tadına vararak ağırdan ilerlemiş ve Karagöl’ün kuru zeminiyle karşılaşınca şok geçirmiştik. Suyun biriktiği alanda bir süre kalmış, çatlayan toprakların üzerinde dolaşmış, suyun dolup taştığı bir gün burada kamp kurmaya söz vermiştik.



Suyun derinliği bir metreyi geçmiş

Bu sözün üzerinden iki yıl geçti ve mevsim normallerinin üzerindeki yağışların görkemli bir göle çevirdiği Karagöl’de suyun bir metreye ulaştığını öğrendik.Öğrendik ama yaptığımız araştırmalardan, Karagöl ve çevresinde şimdiye kadar kimsenin kamp yaptığını bulamadık. Belki günübirlik gezintiler yapılıyor ama çadır kurup gecelemek gibi bir durum yaşanmadığı için kararsız kalmıştık. Gözünüzün önüne getirin bir orman denizinin ortasında ve gece karanlığı çökmüş, göz gözü görmüyor. Her çeşit hayvanın yaşamını sürdürdüğü vahşi bir ortamda kamp kurmak cesaret ister. Şimdiye kadar orman içinde çok kamp kurduk ama genellikle ormancıların bulunduğu alanlara yakın oluyorduk. İlk kez hiçbir kimsenin bulunmadığı doğanın göbeğine gidip çadır kuracaktık. Aykut Fırat ve Engin Yavuz ile birlikte bunları düşünerek yolculuk kararını aldık.



Rotamız her zaman doğa

Bu arada www.rotadoga.com adlı bir sitemiz de var. Duyurmak isterim. Gerçekleştireceğimiz her türlü etkinliği buradan izlemek mümkün olacak. Görselleri renkli bir site, doğa severlerin izlemesini öneririm. Dönelim gezimize; bir gece önce hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra sabah 06.00’da her zamanki noktada buluştuk. Kiraladığımız Renault Kango model aracımız bizim her türlü eşyamızı alacak kapasitede. Her gezide bu aracı tercih ediyoruz. Rotamızı Üçkuyular’dan oto yola çevirdik. Torbalı’ya varmadan önce yol üzerindeki bir tesiste karnımızı doyurduk. Daha güneş doğmadan yolculuğumuzu başlattık. Aydın otoyolundan devam ettik. Aydın’da otoyoldan çıktıktan sonra Karacasu sapağına yöneldik. Doğa uyanmış, gri ortam yerini artık yeşile bırakmaya başlamış. Karacasu ormanlarla çevrelenmiş, yeşil ile buluşmuş. Karacasu İlçesi oldukça eski bir yerleşim birimi. Afrodisias Antik Kenti ve çevresinde bulunan tarihi eserlerden İlçenin tarihinin 5-6 bin yıl öncesine kadar uzandığı biliniyor. Karacasu’dan kendime bir güveç satın aldım 3.5 liraya



“Hoş geldiniz, madenci misiniz?”

Karacasu’dan Kale’ye yöneldik. Cumartesi günleri pazar kuruluyor. Pazarı turladık, alışveriş yaptık ve kasaba lokantasında karnımızı lezzetli yemekler ile çok ucuza doyurduk. Öğleden sonra Kale’den ayrıldık ve asfalt yoldan Beyağaç ilçesine hareket ettik. Beyağaç ve çevresinde çok sayıda maden var ve her gelen yabancıya “Madenci misiniz?” diye soruluyor. Sanırım biz onlara yabancı gelmedik artık. Üçüncü gelişimiz ve yine aynı kahvehanede mola verdik. Aynı bakkaldan ekmek, aynı bayiden gazete aldık. Pek umursamadılar bizi bu kez. Veya bize öyle gelmiş olabilir.



Korku dağları sarmış

Birbirimize pek ses etmiyoruz, kamp alanında hayvanlar ile sıkıntı yaşarız diye düşünüyorum. Bu düşüncelerimi Engin ve Aykut’a açmadım. Ama sanırım aynı duyguları onlar da paylaştı. Molanın ardından Beyağaç ilçesinden ayrıldık ve 1330 metre yükseklikteki Karagöl bölgesine, aşırı yağmurlar ile iyice bozulmuş yollardan ağır ağır tırmandık. Birkaç kilometre gittikten sonra yeşilin ortasındaki sulardan yansıyan mavi güzellik bir anda ortaya çıktı. Büyülenip kaldık. Çam ağaçlarının arasında yüzünü gösteren Karagöl karşımızda duruyordu ve bir düşümüz gerçek oluyordu. Kışın, eğer yağar ise kar suları ve ortasındaki küçük bir kaynaktan beslenen göl, mayıs ayı ile birlikte tamamen kuruyor. Gölün etrafı birkaç yüz yıllık karaçamlarla kaplı, suların iyice yükselmesiyle kökleri uzun süre sular altında kalan yaşlı ağaçlardan birkaçı boylu boyunca uzanmış yatıyor ama hala yeşil ve yaşamak için direniyorlar.



Doğa olaylarına tanıklık etmişler

Yüzlerce yıl boyunca birçok doğa olayına tanıklık etmiş bu anıt karaçamların ortasında kamp kurmak, geceyi geçirmek düşüncesi bir anda yaşama dönüşmüştü. Gölün çevresindeki anıt ağaçlar öyle güzel bir tablo yaratmış ki, her birinin çevresinde onlarca genç fidan gökyüzüne uzanmaya çalışıyor. Bir anda gözümün önüne tavuk ve ördek sürüleri geldi. Anaç tavuğun peşinde koşturan onlarca civciv nasıl renkli bir görüntü oluşturuyorsa, anıt karaçamlar da öyle… Çevrelerini saran onlarca irili ufaklı fidanlar görsel bir güzellik sunuyor. Çadırlarımızı anıt ağaçların altındaki yüzlerce kozalağı temizleyerek kısa sürede kurduk. Orman denizinin içinde karşımızda Karagöl, hemen onun arkasında zirvesi karlar ile kaplı Sandıras Dağı ve bizim göremediğimiz Kartal Gölü ve Topuklu Yaylası. Böyle bir üçgenin arasında akşam hazırlıklarına başladık.



Kamp ateşini yaktık

Önlem alarak kamp ateşini yaktık. Ben köfte yapmaya koyuldum, Aykut ile Engin patatesleri soymaya başladı. Masamızı donattıktan sonra mini bir foto safari yaptık. Ama bu mini safari de bile yüzlerce kare fotoğraf çektik. Akşam karanlığı çökmeye başladığında kamp ateşini canlandırmak için Engin odun ve kozalak toplamaya başladı. Odun ateşinde patatesleri kızarttık ve kokusu bir anda çevreye yayıldı. Bir yandan rakılarımızı yudumluyor, bir yandan gece karanlığında gökyüzünde yıldızları isimlendirmeye çalışıyorduk. Patateslerin ardından köftelerimizi de odun ateşinde pişirdik. Karanlık iyice çökmeye başlayınca milyonlarca kurbağadan oluşan koro sabaha kadar sürecek olan senfoninin startını verdi. Kurbağaların seslerine, kuş sesleri de karışınca, bu sesler mozaiği içinde gece yarısını ettik. Binlerce dekarlık bir orman alanının içinde üç çadır ve üç kampçı. Şehir gürültüsünden uzakta, çadırlarımıza çekildik ve uykuya daldık. Sabaha kadar çadırımızın çevresine gelen hayvan seslerinin ayak tıkırtıları, yüzlerce kuşun çıkardığı farklı uğuldamaları, kurbağaların eş aramak için yaydıkları bağırtılar arasında rüyalara daldık.




Sis perdesinin adındaki doğal güzellik

Sabah altı sularında Engin’in, “Uyanın bu görüntüyü bu güzelliği bir daha yakalama şansınız yok. Bu fotoğrafları hiçbir yerde çekemezsiniz” uyarısıyla çadırlarımızdan fırladık Aykut Fırat ile birlikte… Ve Engin Yavuz’un ne kadar haklı olduğunu karşımıza çıkan muhteşem görüntü ile anladık ve birkaç dakika bu büyülü ortamı sessizce seyrettik. Karaçamların ardından gelip gölün mavi sularının üzerine çöreklenen sis bulutu ortaya tanımlanması ve anlatılması zor bir güzellik getirmiş. Sis perdesi rüzgar ile birlikte savruluyor ve her geçen dakikanın ardından yeni bir tablo çıkıyor ortaya. Çektiğimiz fotoğraflardan sadece Karagöl’ü anlatan birkaç sergi açabiliriz. Engin kamp ateşini canlandırmış, Aykut odun ateşinde çay demlemiş. Ben de kahvaltı sofrasını hazırladım. Kahvaltının ardından yaklaşık dört kilometre uzunluğundaki gölün çevresini turladık. Binlerce anıt karaçamın gölgesinin suya yansıdığı, bu özel ortamda, domuzların solucan bulmak amacıyla burunlarıyla kazdığı olukların arasından yürüdük.Yaklaşık 1.5 saat süren bu gezimiz sırasında Karagöl’ün gerçek sakinleriyle de karşılaştık. Yılkı atları, sessiz sedasız göl kenarına gelip sularını içtiler ve bizden ürkerek dört nala uzaklaşıp gittiler. Öğlene doğru çadırlarımızı toplamaya başladık. Zaten hep söylerim gezinin en hüzünlü yanı çadır toplama anıdır. Ayrılık zordur, bu güzellikleri geride bırakmak, şehre dönüş yapmak sıkıntı verir, nefes alamazsınız ama gerçeklerden de kaçamazsınız.



































Işık Teoman

isikteoman@gmail.com


3819










   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)