Seyfi GÜL
EMEKLİDİR, SEVDALIDIR, BURALIDIR
Yarın akşam bu saatlerde
Kim bilir kaçıncı kilometresinde olacağım ayrılığının
diye başlayıp,
...............
...............
Evet
Bizi Ayıran Deniz
Ama ondan nefret etme sakın
Denizden geliyor
EkmeÄŸimiz.
Sözleri ile bitirmişti eşine yazdığı dizeleri. Onun yakınmalarına, hayıflanmalarına cevaptı biraz, yazdıkları. Sonunda da ikisine teselli olacak bir bahane üretmeyi başarmıştı kendince.
70’li yıllar. Daha dün gibi. İzmir’den ayrılalı, denizciliÄŸe baÅŸlayalı, birkaç yıl olmuÅŸtu. Birkaç yıl dediÄŸin de dile kolay. Denizin üstünde geçmek bilmeyen saatler. İyi havalardan çok; sıcaklar, soÄŸuklar, deli rüzgarlar, fırtınalar. Kaç varta atlatmıştı saymamıştı. Günler boyu farklı bir ÅŸey görmediÄŸi çok olurdu su’dan baÅŸka. Deniz tanrıları kızmasın, hava iyi olsun, deniz azmasın diye dualar ederdi sessizce. Yaşı yeni yirmilere ulaÅŸmış, yüreÄŸi birisiyle atar, bir genç adam. Karadeniz’de soÄŸuk ile yaÄŸmurun el ele verip buz çubukları halinde yüzünü dondurmasından, kafasına tak tak vurmasından esrikler kalmış olacak ki; sevdiÄŸini, İzmirlisini de bu yaÅŸama ortak etmiÅŸti. Kendi doÄŸa ile cebelleÅŸirken, eÅŸi de hayat ile boÄŸuÅŸsun diye. Nadiren ÅŸehrine döndüğünde çalacak bir kapısı, çaldığı kapıyı açanı olsun, olsun da yüzünün güldüğünü görsün diye...
Uzun Dalga bilmem kaç yüz KHz frekansından yayın yapmakta olan Ankara Radyosunu dinlemeye çalışmakta. Bimen ŞEN ustanın Hicaz bestesi cızırtılar arasında duyulmakta, gemi yol almakta, ömür mesafe kat etmedeydi;
Yıllar ne çabuk geçti
O günler arasından
Bir tel saç onun kaldı
Bütün hatırasından
Hala duyarım bin sızı
Ben her yarasından
Bir tel saç onun kaldı
Bütün hatırasından
Çocukları doÄŸdu, evine uzak olduÄŸu tarihlerde. DoÄŸumhane kapısında bekleme hayali gerçekleÅŸmedi. Sigara içmezdi, ama içmeden volta atmaması için de bir engel yoktu. Olmadı. İlk çığlıklarını duymadı. Haber kuÅŸunun kanatları güçlü deÄŸildi. UlaÅŸtıramazdı müjdeyi denizler ortasındaki sahibine. Bir limana varılmalıydı. Telgrafın tellerine bağımlıydı haber. Tel yoksa, haber yoktu. Telefonlar daha çok postaneler arasındaydı. KonuÅŸmak için neredeyse bir güne ihtiyaç vardı. Yazdırıp sıraya girilecek, karşı postaneye ulaşılacak, karşı postane; adresten görüşülecek kiÅŸiyi çağıracak, sıra gelecek, her ÅŸey yolunda giderse sevdiÄŸinin sesi duyulacak, hatır sorulacak. Bu sırada birkaç dakika geçtiyse kabinin dışından bir el tıklayıp ikaz edecek;. “Hadi kardeÅŸim bekleyenler var, kısa kes”. Daha kısası nasıl olacaksa...
Aile bireylerinin doğum günlerinde, güzel şeylerin yıldönümlerinde, okullarında, müsamerelerinde, oyunlarında, konserlerinde bulunamadı genellikle. Bayat, bozuk olanını almadıysa, çekimde, banyoda, baskıda yanmadıysa filmleri; fotoğraflarından paylaşmaya, hissetmeye çalışırdı çocuklarının büyümelerini. Kaçırdığı saatlerin acısını bir nebze olsun azaltmak için bulduğunda, öpücüklere boğar, sarardı, sarmalardı. Sokak gezmelerinde omzunda mutlaka biri olur, sıra sende, sıra bende kavgacıkları ile yeniden gitme günlerine ulaşılırdı.
Sevgi hasretle harmanlanıp bir kat daha artsa da çaresiz devam etmeliydi bu iş. Vazgeçmek olmazdı. Yarım bırakılmazdı. Denizden geliyordu ekmek. Yemek, içmek, giymek, yaşanacak bir dam altına sahip olmak, yarını kurmak için. Çalışmalı, çabalamalıydı.
Hem deniz, yıllar geçtikçe sanki daha bir güler yüzlü olmuştu. Rüzgar nasıl eserse essin, anlamlı bir şarkı vardı söylediği. Dalgalarla dans eden teknede uzanmanın, hamakta uyumaktan farkı kalmamıştı zamanla. Denizde evi, evde denizi özler bir durum vardı artık. Mavisini yüzüne sürmeden, kokusunu içine çekmeden gün geçmez olmuştu. Eve dönmüşse, çoluk çocuk mutlak uzun bir yürüyüş yapılırdı sahil boyunca. Birkaç günlüğüne uzaklaşılsa bir yerlere, akıldan önce ayaklar, gerisin geri döndürür olmuştu denize.
Çocukları inadına mektup yazardı okumaya yolcu edildikleri ÅŸehirlerden: “Baba burada her ÅŸey çok güzel, ama deniz yok, nafile ” Belli; kanındaki tuzlu su sevdası bulaÅŸmıştı veletlerin kanına. O gibi bakar, o gibi koklar olmuÅŸlardı bulundukları yerin havasını. Dalgaların sahile uzanış melodileri, en sevdikleri türkü olmuÅŸtu. Arıyorlardı, özlüyorlardı, kulak veriyorlardı ve yokluÄŸundan ÅŸikayet ediyorlardı.
Zaman akıp geçti, yolunu yönünü bir yerlere çevirdi yaşayanlar. Küçükler büyüdü, büyükler de büyüdü. Abi iken, abla iken, amca, teyze, ana, baba denir oldular. Yaş kemale erdi torun göründü denir oldular.
EkmeÄŸini denizden çıkaranlar da yerlerini yeni yetmelere devredip köşelerine çekildi zamanla. Bizimki; büyük denizin bir ucundan baÅŸlayıp, küçük denizin en ucuna, Çanak’tan İngiliz Burnuna kadar uzanan hatta sığındı. Her seferinde doyasıya, hem de hep ilk kez imiÅŸ gibi, tertemiz havasını ciÄŸerlerine doldurduÄŸunda, olur olmaz saatlerde ayaklarını sevgili deniziyle buluÅŸturduÄŸunda; yüzüne ipek tenli imbat dokunduÄŸunda, hatta deli poyraz vurduÄŸunda gülümsediÄŸi, dünyanın bu cennet köşesini mekan edindi. Bir zaman sonra farkına vardı ki, denizden uzakta nasıl yapamadı ise, bu mekandan uzakta da yapamaz olmuÅŸtu. Deniz olmazsa olmaz, ama Foça’sız da olmazdı artık. Foça ile deniz bir arada olunca daha güzeli de olmazdı. Hele birlikte aynı yerlere takıldıkları, akranlarının güler yüzlerine, tatlı sohbetlerine de doyulmazdı. Sandalının dümeninde balıkçıya yarenlik etmek, gezi teknelerinin güvertesinden ufuklara göz dikmek, tertemiz sularında çipuralar, lüferler, levrekler, isparos, karagöz, turnalarla birlikte yüzmek, denizci günlerini anımsamaya bahanedir ÅŸimdi.
GüneÅŸ yanığı, gün karası rengi omuzlarını; yıllara yenik düşmediÄŸini gösterircesine dik tutarak dolaşır hep. Onu bir yerlerde görürsünüz. Sabah denize bakarak yürürken, Neco’da gevrek-çay kahvaltı ederken, Nazmi Usta’da dondurma kuyruÄŸunda beklerken, mezatta alacağı balıkları gözleriyle markalarken, iskelelerden birinde olta atarken, sokak çeÅŸmesinden su doldururken, cezaevi satış büfesinde otlu Van peyniri, kepek ekmeÄŸi sorarken, meydanda bir ÅŸeyleri izlerken, yaparken..., bakarken...ederken...
Hemen her seferinde o, kendi dilinin döndüğünce şiirler yazdığı, özlem yüklü şarkılarla yüreğini eline uçurduğu sevdiceği, İzmirlisi yanındadır. Hem bugünü hem dünü birlikte yaşarlar. Bir çocuk görünce; şirin, yaramaz, balon balon diye tutturan; artık basbayağı büyük olan ufaklıklarıyla yaşadıklarını anarlar. Sanki yeniden yaşamak ister gibi.
-“Nereye gidiyorsun yine”
-“Gemime çocuÄŸum”
-“ Neden gidiyorsun gemine”
-“Ekmek parası kazanmak için evladım”
-“Gitmene gerek yok ki babacığım, evde ekmek var”
Adı nedir, önemi yoktur, her gününü yaşar. Yöreye yerleşmesine kızanlara inat, gezer. Kimliğinde emekli yazar. Bu doğaya, güzelliğe sevdalıdır üzerine titrer, zerresine zarar gelmesi onu üzer. En az doğma büyümeleri kadar buralıdır artık.
Foçalıdır.
25.07 2007
Seyfi GÜL
"Seyfi GÜL" bütün yazıları için tıklayın...
Yarın akşam bu saatlerde
Kim bilir kaçıncı kilometresinde olacağım ayrılığının
diye başlayıp,
...............
...............
Evet
Bizi Ayıran Deniz
Ama ondan nefret etme sakın
Denizden geliyor
EkmeÄŸimiz.
Sözleri ile bitirmişti eşine yazdığı dizeleri. Onun yakınmalarına, hayıflanmalarına cevaptı biraz, yazdıkları. Sonunda da ikisine teselli olacak bir bahane üretmeyi başarmıştı kendince.
70’li yıllar. Daha dün gibi. İzmir’den ayrılalı, denizciliÄŸe baÅŸlayalı, birkaç yıl olmuÅŸtu. Birkaç yıl dediÄŸin de dile kolay. Denizin üstünde geçmek bilmeyen saatler. İyi havalardan çok; sıcaklar, soÄŸuklar, deli rüzgarlar, fırtınalar. Kaç varta atlatmıştı saymamıştı. Günler boyu farklı bir ÅŸey görmediÄŸi çok olurdu su’dan baÅŸka. Deniz tanrıları kızmasın, hava iyi olsun, deniz azmasın diye dualar ederdi sessizce. Yaşı yeni yirmilere ulaÅŸmış, yüreÄŸi birisiyle atar, bir genç adam. Karadeniz’de soÄŸuk ile yaÄŸmurun el ele verip buz çubukları halinde yüzünü dondurmasından, kafasına tak tak vurmasından esrikler kalmış olacak ki; sevdiÄŸini, İzmirlisini de bu yaÅŸama ortak etmiÅŸti. Kendi doÄŸa ile cebelleÅŸirken, eÅŸi de hayat ile boÄŸuÅŸsun diye. Nadiren ÅŸehrine döndüğünde çalacak bir kapısı, çaldığı kapıyı açanı olsun, olsun da yüzünün güldüğünü görsün diye...
Uzun Dalga bilmem kaç yüz KHz frekansından yayın yapmakta olan Ankara Radyosunu dinlemeye çalışmakta. Bimen ŞEN ustanın Hicaz bestesi cızırtılar arasında duyulmakta, gemi yol almakta, ömür mesafe kat etmedeydi;
Yıllar ne çabuk geçti
O günler arasından
Bir tel saç onun kaldı
Bütün hatırasından
Hala duyarım bin sızı
Ben her yarasından
Bir tel saç onun kaldı
Bütün hatırasından
Çocukları doÄŸdu, evine uzak olduÄŸu tarihlerde. DoÄŸumhane kapısında bekleme hayali gerçekleÅŸmedi. Sigara içmezdi, ama içmeden volta atmaması için de bir engel yoktu. Olmadı. İlk çığlıklarını duymadı. Haber kuÅŸunun kanatları güçlü deÄŸildi. UlaÅŸtıramazdı müjdeyi denizler ortasındaki sahibine. Bir limana varılmalıydı. Telgrafın tellerine bağımlıydı haber. Tel yoksa, haber yoktu. Telefonlar daha çok postaneler arasındaydı. KonuÅŸmak için neredeyse bir güne ihtiyaç vardı. Yazdırıp sıraya girilecek, karşı postaneye ulaşılacak, karşı postane; adresten görüşülecek kiÅŸiyi çağıracak, sıra gelecek, her ÅŸey yolunda giderse sevdiÄŸinin sesi duyulacak, hatır sorulacak. Bu sırada birkaç dakika geçtiyse kabinin dışından bir el tıklayıp ikaz edecek;. “Hadi kardeÅŸim bekleyenler var, kısa kes”. Daha kısası nasıl olacaksa...
Aile bireylerinin doğum günlerinde, güzel şeylerin yıldönümlerinde, okullarında, müsamerelerinde, oyunlarında, konserlerinde bulunamadı genellikle. Bayat, bozuk olanını almadıysa, çekimde, banyoda, baskıda yanmadıysa filmleri; fotoğraflarından paylaşmaya, hissetmeye çalışırdı çocuklarının büyümelerini. Kaçırdığı saatlerin acısını bir nebze olsun azaltmak için bulduğunda, öpücüklere boğar, sarardı, sarmalardı. Sokak gezmelerinde omzunda mutlaka biri olur, sıra sende, sıra bende kavgacıkları ile yeniden gitme günlerine ulaşılırdı.
Sevgi hasretle harmanlanıp bir kat daha artsa da çaresiz devam etmeliydi bu iş. Vazgeçmek olmazdı. Yarım bırakılmazdı. Denizden geliyordu ekmek. Yemek, içmek, giymek, yaşanacak bir dam altına sahip olmak, yarını kurmak için. Çalışmalı, çabalamalıydı.
Hem deniz, yıllar geçtikçe sanki daha bir güler yüzlü olmuştu. Rüzgar nasıl eserse essin, anlamlı bir şarkı vardı söylediği. Dalgalarla dans eden teknede uzanmanın, hamakta uyumaktan farkı kalmamıştı zamanla. Denizde evi, evde denizi özler bir durum vardı artık. Mavisini yüzüne sürmeden, kokusunu içine çekmeden gün geçmez olmuştu. Eve dönmüşse, çoluk çocuk mutlak uzun bir yürüyüş yapılırdı sahil boyunca. Birkaç günlüğüne uzaklaşılsa bir yerlere, akıldan önce ayaklar, gerisin geri döndürür olmuştu denize.
Çocukları inadına mektup yazardı okumaya yolcu edildikleri ÅŸehirlerden: “Baba burada her ÅŸey çok güzel, ama deniz yok, nafile ” Belli; kanındaki tuzlu su sevdası bulaÅŸmıştı veletlerin kanına. O gibi bakar, o gibi koklar olmuÅŸlardı bulundukları yerin havasını. Dalgaların sahile uzanış melodileri, en sevdikleri türkü olmuÅŸtu. Arıyorlardı, özlüyorlardı, kulak veriyorlardı ve yokluÄŸundan ÅŸikayet ediyorlardı.
Zaman akıp geçti, yolunu yönünü bir yerlere çevirdi yaşayanlar. Küçükler büyüdü, büyükler de büyüdü. Abi iken, abla iken, amca, teyze, ana, baba denir oldular. Yaş kemale erdi torun göründü denir oldular.
EkmeÄŸini denizden çıkaranlar da yerlerini yeni yetmelere devredip köşelerine çekildi zamanla. Bizimki; büyük denizin bir ucundan baÅŸlayıp, küçük denizin en ucuna, Çanak’tan İngiliz Burnuna kadar uzanan hatta sığındı. Her seferinde doyasıya, hem de hep ilk kez imiÅŸ gibi, tertemiz havasını ciÄŸerlerine doldurduÄŸunda, olur olmaz saatlerde ayaklarını sevgili deniziyle buluÅŸturduÄŸunda; yüzüne ipek tenli imbat dokunduÄŸunda, hatta deli poyraz vurduÄŸunda gülümsediÄŸi, dünyanın bu cennet köşesini mekan edindi. Bir zaman sonra farkına vardı ki, denizden uzakta nasıl yapamadı ise, bu mekandan uzakta da yapamaz olmuÅŸtu. Deniz olmazsa olmaz, ama Foça’sız da olmazdı artık. Foça ile deniz bir arada olunca daha güzeli de olmazdı. Hele birlikte aynı yerlere takıldıkları, akranlarının güler yüzlerine, tatlı sohbetlerine de doyulmazdı. Sandalının dümeninde balıkçıya yarenlik etmek, gezi teknelerinin güvertesinden ufuklara göz dikmek, tertemiz sularında çipuralar, lüferler, levrekler, isparos, karagöz, turnalarla birlikte yüzmek, denizci günlerini anımsamaya bahanedir ÅŸimdi.
GüneÅŸ yanığı, gün karası rengi omuzlarını; yıllara yenik düşmediÄŸini gösterircesine dik tutarak dolaşır hep. Onu bir yerlerde görürsünüz. Sabah denize bakarak yürürken, Neco’da gevrek-çay kahvaltı ederken, Nazmi Usta’da dondurma kuyruÄŸunda beklerken, mezatta alacağı balıkları gözleriyle markalarken, iskelelerden birinde olta atarken, sokak çeÅŸmesinden su doldururken, cezaevi satış büfesinde otlu Van peyniri, kepek ekmeÄŸi sorarken, meydanda bir ÅŸeyleri izlerken, yaparken..., bakarken...ederken...
Hemen her seferinde o, kendi dilinin döndüğünce şiirler yazdığı, özlem yüklü şarkılarla yüreğini eline uçurduğu sevdiceği, İzmirlisi yanındadır. Hem bugünü hem dünü birlikte yaşarlar. Bir çocuk görünce; şirin, yaramaz, balon balon diye tutturan; artık basbayağı büyük olan ufaklıklarıyla yaşadıklarını anarlar. Sanki yeniden yaşamak ister gibi.
-“Nereye gidiyorsun yine”
-“Gemime çocuÄŸum”
-“ Neden gidiyorsun gemine”
-“Ekmek parası kazanmak için evladım”
-“Gitmene gerek yok ki babacığım, evde ekmek var”
Adı nedir, önemi yoktur, her gününü yaşar. Yöreye yerleşmesine kızanlara inat, gezer. Kimliğinde emekli yazar. Bu doğaya, güzelliğe sevdalıdır üzerine titrer, zerresine zarar gelmesi onu üzer. En az doğma büyümeleri kadar buralıdır artık.
Foçalıdır.
25.07 2007
Seyfi GÜL
"Seyfi GÜL" bütün yazıları için tıklayın...
