ISSN 1308-8483
EMEKLİDİR, SEVDALIDIR, BURALIDIR / Seyfi GÜL
Seyfi GÜL    
  Yayın Tarihi: 29.7.2007    


EMEKLİDİR, SEVDALIDIR, BURALIDIR

Yarın akşam bu saatlerde
Kim bilir kaçıncı kilometresinde olacağım ayrılığının
                  diye başlayıp,
...............
...............

Evet
Bizi Ayıran Deniz
Ama ondan nefret etme sakın
Denizden geliyor
Ekmeğimiz.

      Sözleri ile bitirmişti eşine yazdığı dizeleri. Onun yakınmalarına, hayıflanmalarına cevaptı biraz, yazdıkları. Sonunda da ikisine teselli olacak bir bahane üretmeyi başarmıştı kendince.
     70’li yıllar. Daha dün gibi. İzmir’den ayrılalı, denizciliğe başlayalı, birkaç yıl olmuştu. Birkaç yıl dediğin de dile kolay. Denizin üstünde geçmek bilmeyen saatler. İyi havalardan çok; sıcaklar, soğuklar, deli rüzgarlar, fırtınalar. Kaç varta atlatmıştı saymamıştı. Günler boyu farklı bir şey görmediği çok olurdu su’dan başka. Deniz tanrıları kızmasın, hava iyi olsun, deniz azmasın diye dualar ederdi sessizce. Yaşı yeni yirmilere ulaşmış, yüreği birisiyle atar, bir genç adam. Karadeniz’de soğuk ile yağmurun el ele verip buz çubukları halinde yüzünü dondurmasından, kafasına tak tak vurmasından esrikler kalmış olacak ki; sevdiğini, İzmirlisini de bu yaşama ortak etmişti. Kendi doğa ile cebelleşirken, eşi de hayat ile boğuşsun diye. Nadiren şehrine döndüğünde çalacak bir kapısı, çaldığı kapıyı açanı olsun, olsun da yüzünün güldüğünü görsün diye...

     Uzun Dalga bilmem kaç yüz KHz frekansından yayın yapmakta olan Ankara Radyosunu dinlemeye çalışmakta. Bimen ŞEN ustanın Hicaz bestesi cızırtılar arasında duyulmakta, gemi yol almakta, ömür mesafe kat etmedeydi;

     Yıllar ne çabuk geçti
     O günler arasından
     Bir tel saç onun kaldı
     Bütün hatırasından

     Hala duyarım bin sızı
     Ben her yarasından
     Bir tel saç onun kaldı
     Bütün hatırasından

      Çocukları doğdu, evine uzak olduğu tarihlerde. Doğumhane kapısında bekleme hayali gerçekleşmedi. Sigara içmezdi, ama içmeden volta atmaması için de bir engel yoktu. Olmadı. İlk çığlıklarını duymadı. Haber kuşunun kanatları güçlü değildi. Ulaştıramazdı müjdeyi denizler ortasındaki sahibine. Bir limana varılmalıydı. Telgrafın tellerine bağımlıydı haber. Tel yoksa, haber yoktu. Telefonlar daha çok postaneler arasındaydı. Konuşmak için neredeyse bir güne ihtiyaç vardı. Yazdırıp sıraya girilecek, karşı postaneye ulaşılacak, karşı postane; adresten görüşülecek kişiyi çağıracak, sıra gelecek, her şey yolunda giderse sevdiğinin sesi duyulacak, hatır sorulacak. Bu sırada birkaç dakika geçtiyse kabinin dışından bir el tıklayıp ikaz edecek;. “Hadi kardeşim bekleyenler var, kısa kes”. Daha kısası nasıl olacaksa...
     Aile bireylerinin doğum günlerinde, güzel şeylerin yıldönümlerinde, okullarında, müsamerelerinde, oyunlarında, konserlerinde bulunamadı genellikle. Bayat, bozuk olanını almadıysa, çekimde, banyoda, baskıda yanmadıysa filmleri; fotoğraflarından paylaşmaya, hissetmeye çalışırdı çocuklarının büyümelerini. Kaçırdığı saatlerin acısını bir nebze olsun azaltmak için bulduğunda, öpücüklere boğar, sarardı, sarmalardı. Sokak gezmelerinde omzunda mutlaka biri olur, sıra sende, sıra bende kavgacıkları ile yeniden gitme günlerine ulaşılırdı.
     Sevgi hasretle harmanlanıp bir kat daha artsa da çaresiz devam etmeliydi bu iş. Vazgeçmek olmazdı. Yarım bırakılmazdı. Denizden geliyordu ekmek. Yemek, içmek, giymek, yaşanacak bir dam altına sahip olmak, yarını kurmak için. Çalışmalı, çabalamalıydı.
     Hem deniz, yıllar geçtikçe sanki daha bir güler yüzlü olmuştu. Rüzgar nasıl eserse essin, anlamlı bir şarkı vardı söylediği. Dalgalarla dans eden teknede uzanmanın, hamakta uyumaktan farkı kalmamıştı zamanla. Denizde evi, evde denizi özler bir durum vardı artık. Mavisini yüzüne sürmeden, kokusunu içine çekmeden gün geçmez olmuştu. Eve dönmüşse, çoluk çocuk mutlak uzun bir yürüyüş yapılırdı sahil boyunca. Birkaç günlüğüne uzaklaşılsa bir yerlere, akıldan önce ayaklar, gerisin geri döndürür olmuştu denize.
     Çocukları inadına mektup yazardı okumaya yolcu edildikleri şehirlerden: “Baba burada her şey çok güzel, ama deniz yok, nafile ” Belli; kanındaki tuzlu su sevdası bulaşmıştı veletlerin kanına. O gibi bakar, o gibi koklar olmuşlardı bulundukları yerin havasını. Dalgaların sahile uzanış melodileri, en sevdikleri türkü olmuştu. Arıyorlardı, özlüyorlardı, kulak veriyorlardı ve yokluğundan şikayet ediyorlardı.
      Zaman akıp geçti, yolunu yönünü bir yerlere çevirdi yaşayanlar. Küçükler büyüdü, büyükler de büyüdü. Abi iken, abla iken, amca, teyze, ana, baba denir oldular. Yaş kemale erdi torun göründü denir oldular.
     Ekmeğini denizden çıkaranlar da yerlerini yeni yetmelere devredip köşelerine çekildi zamanla. Bizimki; büyük denizin bir ucundan başlayıp, küçük denizin en ucuna, Çanak’tan İngiliz Burnuna kadar uzanan hatta sığındı. Her seferinde doyasıya, hem de hep ilk kez imiş gibi, tertemiz havasını ciğerlerine doldurduğunda, olur olmaz saatlerde ayaklarını sevgili deniziyle buluşturduğunda; yüzüne ipek tenli imbat dokunduğunda, hatta deli poyraz vurduğunda gülümsediği, dünyanın bu cennet köşesini mekan edindi. Bir zaman sonra farkına vardı ki, denizden uzakta nasıl yapamadı ise, bu mekandan uzakta da yapamaz olmuştu. Deniz olmazsa olmaz, ama Foça’sız da olmazdı artık. Foça ile deniz bir arada olunca daha güzeli de olmazdı. Hele birlikte aynı yerlere takıldıkları, akranlarının güler yüzlerine, tatlı sohbetlerine de doyulmazdı. Sandalının dümeninde balıkçıya yarenlik etmek, gezi teknelerinin güvertesinden ufuklara göz dikmek, tertemiz sularında çipuralar, lüferler, levrekler, isparos, karagöz, turnalarla birlikte yüzmek, denizci günlerini anımsamaya bahanedir şimdi.

      Güneş yanığı, gün karası rengi omuzlarını; yıllara yenik düşmediğini gösterircesine dik tutarak dolaşır hep. Onu bir yerlerde görürsünüz. Sabah denize bakarak yürürken, Neco’da gevrek-çay kahvaltı ederken, Nazmi Usta’da dondurma kuyruğunda beklerken, mezatta alacağı balıkları gözleriyle markalarken, iskelelerden birinde olta atarken, sokak çeşmesinden su doldururken, cezaevi satış büfesinde otlu Van peyniri, kepek ekmeği sorarken, meydanda bir şeyleri izlerken, yaparken..., bakarken...ederken...
      Hemen her seferinde o, kendi dilinin döndüğünce şiirler yazdığı, özlem yüklü şarkılarla yüreğini eline uçurduğu sevdiceği, İzmirlisi yanındadır. Hem bugünü hem dünü birlikte yaşarlar. Bir çocuk görünce; şirin, yaramaz, balon balon diye tutturan; artık basbayağı büyük olan ufaklıklarıyla yaşadıklarını anarlar. Sanki yeniden yaşamak ister gibi.

      -“Nereye gidiyorsun yine”
     -“Gemime çocuğum”
     -“ Neden gidiyorsun gemine”
     -“Ekmek parası kazanmak için evladım”
     -“Gitmene gerek yok ki babacığım, evde ekmek var”

      Adı nedir, önemi yoktur, her gününü yaşar. Yöreye yerleşmesine kızanlara inat, gezer. Kimliğinde emekli yazar. Bu doğaya, güzelliğe sevdalıdır üzerine titrer, zerresine zarar gelmesi onu üzer. En az doğma büyümeleri kadar buralıdır artık.

     Foçalıdır.

25.07 2007


Seyfi GÜL



1897










   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)