THE ROAD/ YOL
ABD/2009
Yönetmen : John Hillcoat
Senaryo : Joe Penhall (Cormac McCarthy’nin Pulitzer ödüllü romanından uyarlama)
Müzik : Nick Cave
Oyuncular:
Viggo Mortensen (Baba)
Kodi Smit Mc Phee (Oğul)
Charlize Theron (Anne)
Robert Duwall (Yaşlı adam)
“Mutlu bir son olmadığını bilsen de bu yaşamı sürdürmek ister misin?”
Filmde bunun gibi çok soru soracak izleyici. Mutlu veya mutsuz bir SON mutlaka vardır diyecek. Ancak, filmin kahramanları baba ile oğlun yaşadığı dünya, kapıları kapatıyor bu sona.
Korkunç bir felaket sonucu her yer çölleşmiş. Gökyüzü gri, kara bulutlar güneşi kapatmış. Gece gündüz belli değil. Toprak kuru, ağaçlar simsiyah. Tüm hayvanlar, bitkiler yok olmuş. Su yok, yiyecek yok. Sürekli depremler, patlamalar meydana geliyor, yangınlar başlıyor. Gökten küller yağıyor.
Baba ve oğul güneye gidiyorlar. Babanın son umudu güneyde. Orada, belki mutlu sonu bulabileceğini düşünüyor. Çocuk on yaşlarında. O, bu dünyaya gözlerini açar. Başka bir yaşam bilmez. Biraz korkak, kırılgan, saf ve sevimlidir. Anne, çocuk üç yaşındayken, diğer birçokları gibi, bu yaşamı, oğluyla birlikte bitirmek ister.
“Yaşamın bir anlamı olmadığını anlasan da sürdürmek ister misin?”
Baba karşı çıkar, oğlunu vermez. Anneden sonra onu büyütür, korur. Yola çıkana dek.
Felaketin nasıl olduğunu bilemiyoruz. Ancak, çevre konusuna vakıf bir kişi bunu çok iyi tahmin edecektir. Felaket yavaş yavaş gelişir. Doğa savaşır, o da tükendiğinde en büyük felaket gerçekleşir. (İzlanda yanardağ patlaması bir haberci mi?)
Baba ile oğlun kısa konuşmalarında direnme ve umut vardır başlarda. İyi olmayı aşılar. “Kalbinde bir ateş taşıyacaksın, onu söndürmeyeceksin” der baba oğluna.
Ancak, yok olmuş bir dünya, yamyamların saldırıları, insanlık ve onur üzerine anlattıkları ile bağdaşmaz. Tam tersine, acımasız bir gerçek hüküm sürer çünkü geriye sadece hayvani sezgiler kalmıştır.
Bir market arabasına koydukları pılı pırtıları, bir silah ve iki kuşundur sahip oldukları. Soğuk, çok soğuktur. İn cin top oynadığı hayalet kentlerden geçerler. Yollarda teneke yığınları halinde arabalar, terk edilmiş, hâlâ yanan evler. Çok az insan kalmıştır. Bunların çoğu yamyama dönüşmüştür. Bir evde “depolanmış” insanların akıbeti bellidir.
Baba oğluna sevgi dolu ve şefkatlidir. Oğlan uysaldır ama kafasında “intihar, suçluluk, ölüm” gibi sorular vardır. Baba, artık bunları yanıtlamakta zorlanır.
Yolda karşılaştıkları, babanın önce şüphe ve acımasız davrandığı yaşlı adama çocuk, babasının tersine, acıma ve güven duyar. Babasını eleştirir ve sorgular. Yaşlı adamla konuşmalarındaki bir iki cümle çarpıcıdır.
Baba: “Olacakları tahmin edebiliyor muydun?”
Yaşlı adam : “Kesin biliyordum. Ya sen?”
Baba : “Ben böyle olacağını düşünmemiştim.”
Sık sık yaşadığımız sel, toprak kayması, deprem, yangın, tsunami haberciler mi?
Gittikçe zorlaşan yaşamda kısa bir mutluluk yaşarlar. Toprağa gömülmüş bir depoda konserveler, içecek, su, sabun, yatak, battaniye bulurlar. Temizlenirler. Tabak, çatal, bardakla masa hazırlanır. Bir bardak şarapla yemeklerini! yerler.
Artık dışarıda uygarlık olmasa da insanın içindekidir önemli olan.
Birkaç günlük mutluluk bir “tıkırtıyla” sona erer. Şüphelenen baba, hemen gitmek için toparlanır. Oğul ise bu yaşamı sevmiştir. Yürümekten, soğuktan bıkmıştır.
Yola koyulurlar. Sağlığı bozulan babanın umudu tükenmektedir. Oğluna, kalan bir kurşunla, acısız intiharı tarif eder. Güneye vardıklarında, baba görevini yapmıştır. Artık oğlunu, kendi kararıyla, yalnız bırakabilir.
Bu filmde detay yok, isim yok. Mekan, yıl belli değil. Bu yüzden izleyici aktif bir durumda. Yanıtlar, çareler arıyor. Başlarda Ne yapardın, nasıl davranırdın sorularına verdiği kesin yanıtlar, film ilerledikçe gerçeği kabullenmeğe ve çaresizliğe dönüşüyor. İnsan kendisiyle çelişiyor. Özeleştiri devamlı devreye giriyor. Ben ne yapıyorum. Ben de baba gibi sonun böyle olacağına inanmıyor muyum? Öte yandan çevre kıyımı (tüm dünyada) tüm hızıyla sürüyor. Görüyorum, hatta şahit oluyorum. Doğa nasıl savaşacak ve tükenmeyecek?.
Filmi izlerken, o güzelim DÜNYAMIZ gözümüzün önüne geliyor. Masmavi gökyüzü, bakıp bakıp şuna buna benzettiğimiz ak bulutlar. Pırıl pırıl yıldızlar. Bazen kaçtığımız bazen de yüzümüzü yıkattığımız yağmur. Kokularını içimize çektiğimiz, renklerine hayranlık duyduğumuz çiçekler. Gövdesine övünçle pat pat diye vurduğumuz asırlık ağaçlar. Ben buradayım diye ayaklarımıza dolanan çimenler. Dokunmaya kıyamadığımız kelebekler. Ötüşlerinden anlam çıkarttığımız kendi halinde kuşlar. Çöpün içinden kafasını çıkaran, torbada ne olduğunu kestirmeğe çalışan, sokaklarda salına salına dolaşan kediler. Sere serpe uzanmış kafasını bile kaldırmadan, yanından geçeni tek gözüyle süzen köpekler. Gözlerimizdeki çirkinlikleri enginliğiyle silen deniz. Nöbetlerini hiç aksatmadan yürüten güneş ve ay. Doğuşunu ve batışını yüreğimiz sevinç dolarak izlediğimiz güneş. Kaynağından çıkıp çağlayanlarla ta ayağımıza kadar gelen, kana kana içtiğimiz su. Mor salkımın çiçeklerine aşık tombul arı. Dilekler tutup, üfleyip yolladığımız uçuç böceği. Burada adını anmadığım tüm hayvanlar bitkiler, hatta kara sinek ve sivri sinek bile, iyi ki varsınız.
Gözlerini dünyaya bağıra çağıra açan o cazgır. Doğduğu için mutlu gülücükler saçan, ilk adımlarını atmak için sabırsızlanan yumurcak. Ağzından çıkacak ilk kelimeyi duymak için kalbi küt küt atan anne baba. Size sorduğu ilk soru : “Dünyayı neden mahvettiniz olacak!”
|