GECE DE YATMAZ GÜNDÜZ DE / Murat Mehmet UĞURLU
Murat Mehmet UÄžURLU

Murat Mehmet UÄžURLU

GECE DE YATMAZ GÜNDÜZ DE



    Muhasebeden aldığı taze paraları iki elinin içinde sıkıca tutarak kalabalıktan uzaklaştı. Geniş kapıdan çıkar çıkmaz yüzünü duvara döndü, yere çömeldi, demir paraları ceketin sağ dış cebine döktü. Sağ elinin beş parmağını diline sürüp ıslattı ve kağıt paraları bir kez daha saydı yapışıkları yaprak yaprak ayırarak. Kıtır kıtır eden paralar elinden kayıyordu. Sert ve kaygan banknotları aynı hizada tutmakta zorlandı. Birkaç kez düşürme tehlikesi atlattıysa da zar zor hepsini olduğu gibi ortasından katladı, kesesine yerleştirdi. Anasının askere giderken verdiği kesenin iplerini çekti, büzdü ve ceketinin iç cebinin dibine doğru itti. Çengelli iğneyi açtı, cebin ağzına taktı. Ayağa kalktı, yüzünü duvardan ayırmadan ceketinin iki yakasını birleştirdi, üç düğmeyi birden ilikledi.
    Sırtını duvara dayayıp soluklandı. EÄŸildi pantolonunun paçalarını silkeledi. Ceketinin iki yanına sallayarak ellerini, ceketini de çırptı. O ara bozuk paralar ÅŸangırdadı, Yeni Camı’nın yanındaki dövme dondurmacılar geldi aklına. Ayrıldı BirliÄŸin gölgesinden. Birkaç adımdan sonra elini cebin üzerine götürdü ve keseyi kontrol etti. Ayakları yere deÄŸmiyordu. Karadeniz üzerinden gelen serin esinti yüzünü yaladı ve heyecanını körüklercesine yayıldı tenine, iÅŸledi hücrelerine. Titrer gibi oldu, tüylerinin dikeldiÄŸini hissetti.
    Denize çevirdi yönünü. Ayaklarının altında birbirine sürtünerek kayan çakıl taşları her adımda aynı melodilerle şakırdıyor, taşlardan sıcaklık dalgaları ile yansıyan ışınlar gözlerine vuruyordu. Gerçekle düş arası duygularla, çarşaf gibi uzayıp giden derin uykudaki engin maviliğe doğru yürüdü. Ayaklarının altındaki çakıl taşları gibi birbirini iterek dolanıyordu aklında düşünceler. Büyükçe, beyaz, dalgalarla oynaşmaktan cilalanmış bir taşı kestirdi gözüne. Uzaktan kolaçan etti taşın durumunu, sağlam oturmuştu çakıl taşlarının arasına. Birçok kişinin ağırlığını çektiği, sırlarına tanıklık ettiği belli oluyordu. Ellerini iki yanına sarkıttı dengesini bulacak şekilde, taşın hizasını yitirmeden yavaşça oturdu. Güneş altındaki taş sıcacıktı, vücuduna yayıldı sıcaklık, ikircim ve ürperti yüklü soğukluğun üzerini örttü. Ayaklarını uzattı, bol iyotlu havadan derin bir nefes çekti. Aslında ne iyottu aklındaki ne de deniz havası almak. Sadece, koşuşturmaya başlamadan önce, saklayacağı ile kullanacağı parasını ayırmak ve aklını toparlamak için kısacık mola vermekti maksadı.
    Oyalanacak zaman deÄŸildi, akÅŸam olmadan köye dönüp bahçede bitireceÄŸi iÅŸleri vardı. Anasının sitemini anımsadı, “Yalının bütün hesabını bizim Hasan’a gördürmüşler galiba, jandarma zoruyla tutmuÅŸlar oÄŸlanı” demesini istemiyordu. Babası onu kayırır, üstüne gelmezdi. Erkek olması nedeniyle oÄŸlunun hırpalanmasına gönlü elvermezdi. İki oÄŸlan, üç kız çocuk babasıydı ve anasının gözünde çocuklarının yerine konmak zoruna gidiyordu. Bu tür sözleri duymamak için zamanı iyi kullanmak konusunda titiz davranıyordu. Ceketinin düğmelerini çözdü, cebini kapatan çengelli iÄŸneyi açtı. Kesesini çıkardı, baÄŸlarını gevÅŸetti ve paraları avucunun içine aldı, birkaç kez sıkarak baskıdan yeni çıkmış gıcır gıcır eden tomara baktı iÅŸtahlıca. Åžapkasını geri devirdi. GüneÅŸ yanığı yüzü ortaya çıktı, yanaklarında erken derinleÅŸen çizgiler aydınlandı, kirpikleri kapandı kapanacak feri kaçmış göz bebeklerinin üzerine. Alnında, iki kaşının arasında beliren çizgilere kan oturdu, çizgilerin arası sıradaÄŸlar misali kabardı. Koptu dünyadan, pür dikkat banknotlara daldı.
    Düzledi paraları iki eliyle, yüzlük, ellilik, onluk ve beşlik sırayla dizilmişti. Yüzlükleri kırık yerlerinden katladı kesenin içine attı. Ellilikten ve onluktan bir miktar ayırdı. Kalanı da katlayıp kesenin içine, yüzlüklerin yanına koydu, keseyi sağ iç cebine tıktı. Ayırdıklarını birkaç kez üst üste ve yavaş yavaş saydı, işlemin doğruluğundan emin olunca bu tomarı da ceketin sol iç cebine yerleştirdi. Elindeki çengelli iğneyle tutturdu cebin ağzını. Yaka cebinden çıkardığı ikinci çengelli iğneyle de sağ cebi tutturdu. Her iki cebin üstünde gezdirdi ellerini.
     KuÅŸatıldığı tanıdık, bildik ve ilk kez duyduÄŸu karmaşık, tuhaf duygularla boÄŸuÅŸuyordu. Gerek ailesi, gerekse imecelerle günlerce sürmüştü yorucu çalışmalar. Dallara asıla asıla ve birem birem (birer birer) toplanmış teklemeler, üçlemeler ve topurlar. Harmanda günler ve gecelerce nöbet tutulmuÅŸ yaÄŸmur altında çürümesin diye kurutulurken. GüneÅŸin alaca sıcağında, çarÅŸafların gölgesine sığınan imecelerin ellerinde soyulmuÅŸtu yüzlerce kilo fındık tek tek. Sonra tüccarın gözüne, hükümetin aÄŸzına bakarak geçmiÅŸti fiyat biçimi süreci. Çoluk çocuk sırtlarında taşımışlar çuval çuval fındığı tepeleri, vadileri aÅŸarak “oh” demeden, bir nefes soluklanmadan. Onca kiÅŸinin geceli gündüzlü döktüğü alın teri, göz nuru ile ÅŸuncağız ÅŸeyin takas edilmesi ağırına gidiyordu.
    Zor kazanıp kolay harcamaya alışkın değildi. Fındık veresiye aldığı giyim, kuşam ve öteberinin parasını verdikten sonra, kalanla evin çatısına teneke alacak, bu yıl borç yapmamaya bakacak şekilde harcayacaktı. Bu alışverişi, yıllık hesabını altüst ettiği için, kolaylıkla kabullenemiyordu. Bocalayıp duruyor, ikirciminden kurtulamadan dönüp duruyordu buruk bir coşkunun eşiğinde. İlk kez bir kerede elinden çıkaracaktı bu kadar parayı.
    Çocuklara on iki yaşından önce saat, ortaokula başlamadan takım elbise alınmadığı yıllardı. Büyüklerin de ulaşamayacağı şeyler vardı elbette. Gerçi, sınırlı tüketim maddeleri; yol yok, otomobil yok benzin zammını düşünsünler, elektrik yok beyaz eşya taksiti ödesinler. Günün koşullarına göre yine de önemli gereksinmeler ve onları elde etmeyi engelleyen parasal ve geleneksel yasaklar vardı. Örneğin, damatlıktan başka takım elbise, her yanı yama olmadan yeni iskarpin alamaz, lokantada yemek yiyemezlerdi. Takım elbise düğün ve bayramlarda, iskarpin Salı günleri de giyilebilirdi. Bir ömür nasıl başlar ve nasıl biter gecesi gündüzü, ayı ve yılı ile harfiyen bilinirdi. Yazılı, belgeli olmayan ama büyük küçük herkes tarafından bilinen mevsimlerin çizdiği belirgin bir yaşam şeridi içindeydiler. Ürünlerini üç beş kuruş fazlasına satmaktan ibaret olan küçük sürprizlerle karşılaşmak bile dudak uçuklatırdı.
    Ne var ki uygarlık denen ucubenin “demir aksamı” bollaÅŸtıkça köylere kadar ulaşıyordu ağır aksak da olsa. Geleneksel dirlik, düzen ve tüketim biçimini deÄŸiÅŸime, kendi düzenine uydurmaya zorluyordu köylüleri.
    Hasan var olana da yetişemiyor, kapalı ekonomi içinde yaşamakta bile darlığın, yoksulluğun sıkıntısını fazlasıyla çekiyordu. Senede bir kez ürün veren toprak, aile bütçelerinde günün gereksinmelerini karşılayacak ekonomiyi yaratamıyordu ki, bir de yeniliklere ulaşsın.
    O günler evleri kuÅŸatan, gönüllere canavar misali çöken radyo idi. Babaların, anaların ve çocukların en büyük düşleri evlerine transistorlu bir radyo alıp, anteni çatıya asmak, başında toplanıp “acensleri” ve birbirinden içli ÅŸarkıları, türküleri dinlemekti. Dedelerden, ninelerden izin almadan kuruÅŸ harcamaksa olası deÄŸildi. Asıverirler doran bacadan adamı; hem de ters çevirip bacağından, baÅŸ aÅŸağı...
    Çevrenin tek radyosu karşı köyde Yunusun Ahmet’in evinde, pencerenin önündeydi. Sonuna kadar vakıf malı gibi kullanır, herkes duysun diye sonuna kadar açardı sesi.
     Oralarda köyler bir tepenin iki yamacına kurulmuÅŸlardır.. DoÄŸu yamaçta kocaman taflan aÄŸaçlarının gölgesine sığınmış evler, tepeyi aşıp batı yamaca geçince tarlalar ve bahçeler. Karşı köyde de aynen doÄŸu yamaca evler, batı yamaca tarlalar. Radyolu ev ile Hasan’ın tarlası kuÅŸ uçuÅŸu altı, bilemedin yedi yüz metre. Elbette vadiyi inip çıkarsan kilometreyi aÅŸar yol. Radyo sahibi de sonuna kadar açardı sesi ve her iki köye birden dinletirdi. Nezahat Bayram, Muzaffer Akgün en sevilenlerdi. Köylülerin yaÅŸlısı, genci her ikisine de vurgundular.
    Radyo o denli belirleyiciydi ki, batı yakasının imeceleri dolup taşarken doğu yakasının işleri hep geri kalıyordu. İnek otlatmaya da illaki o yakaya gitmek istiyorduk. Bu seçim aileler içinde bile kavga, küskünlük ve çekişme yaratabiliyordu.
    İlçede de her kahvede yoktu radyo. Öğlenleri genel haberler önemliydi. Altmış İhtilali’nde radyolu kahvelerin önü miting alanına dönerdi. Aynı kalabalığın biraz eksiÄŸini Dünya Kupası maçları olduÄŸu zamanlarda görmüştüm. KonuÅŸmaya çalışanların sesi öfkeyle bastırılırdı. Gözler unutulur sadece kulak kalırdı insanlarda.
     O yıl fındık mı bol oldu, radyo mu çok geldi maÄŸazalara bilemiyorum. Her nasıl olduysa tüm engelleri geride bırakan Hasan, bir Salı akÅŸamı ÅŸeleÄŸinde radyo ile döndü eve. Çatıya çıkıldı anten asıldı, radyonun kulağı büküldü ve lambası yandı. Çatur çutur sesleri ile ibre aranmaya baÅŸladı. Kızılca kıyamet koptu evde. Düğün bayram denilemezdi, eÄŸlenceden çok meraklı bekleyiÅŸ, “biz alamadık” içlenmelerine benzer duygular ağır basıyordu.Hasan’ın durumu komÅŸularına göre zayıftı ama radyoyu onlardan önce almıştı.
    Haberi alan mahalleli, Hasan’ın eÅŸiÄŸi önünde toplanıp ol anı beklemeye koyuldular. YaÅŸlılar, hatırlılar önceden girip mevki yerleri iÅŸgal edip, birer bakır tas dolusu ayranlarını da içtiler. Radyonun garip istasyon arama sesi durmak bilmiyordu. Sonunda saz, söz karışık bir sesler duyuldu, dışarıdakiler de içeri doluÅŸtular. Evin içi doldu tıklım tıkış, radyoyu görebilenlerde ayrı bir keyif, sanki göz gözeler, radyonun içindekiler de onları görüyorlar. Hepsi birden kulak kesilmiÅŸler, Nezahat Bayram’ı , Muzaffer Akgün’ü bekliyorlar, öte yandan radyonun içinde insan var mı, yok mu diye de tartışıyorlardı.
    O zamanlar radyo yayınları belirli saatlerde yapılıyor, devletin olanakları da yurttaşından çok değil yani. Zenginler de henüz semirmemiş. Oradan buradan tırtıklama aşamasındalar, zar zor geçiniyorlar; akla gelmez dolaplar çevirmeyi, dolap döndürmekteki ustalığı, sayısız katakulliyi, çok kazanmanın yolunu, yöntemini öğrenmemişler henüz.
    Hasan, dizlerini büküp ayaklarını almış, iki büklüm sofranın üstüne koyduÄŸu radyoya abanmış, düğmeyi bir saÄŸa, bir sola çevirip umudunu kovalar gibi koÅŸturup duruyordu ibreyi. Kendisini, Muzaffer Akgün’ü bulmakla yükümlü tutuÄŸundan istasyonlar arsında dolanıp duruyor ha buldum, ha bulacağım diye arıyor da arıyordu.
     Bahçeden ayrılırken Ahmet’in radyosunda Muzaffer Akgün söylüyordu, kendisininkinde ise bir erkek sesi tıngırdayıp duruyordu?
     “Allah..Allah.. Güni Tarla’dan çıkarken, Ahmet’in radyosunda Muzaffer Akgün söylüyordu.” Deyip sinirlenme ile hüzünlenme arasında gidip geliyordu.
    Kel Nuri saÄŸ elini ÅŸapkasının altına soktu, kelini kaşımaya baÅŸladı. Her zamanki zevzekliÄŸini sergilemenin zamanı gelmiÅŸ de geçiyordu. Biraz daha devirdi ÅŸapkayı, keli iyice çıktı ortaya. Sol gözünü kıstı, dudaklarını araladı, “Yok, yok senin radyo Muzaffer Akgün’ün türküsünü bilmiyor” dedi.
    Hasan gözünün yanıyla baktı, derin bir iç geçirdi. Kızamıyordu Kel Nuri’ye, bu radyonun her türküyü bildiÄŸinden o da kuÅŸkuluydu. Tam adamının aÄŸzına düşmüştü. Boynundaki ÅŸah damarında dolanan kanın atışları gömleÄŸinin yakasına vuruyordu sanki.
    Kinayeli sözlerini sürdürdü “Haftayı bekleme, git aldığın yere, böyleyken böyle, bu radyo ÅŸu ÅŸu türküleri bilmiyor de. Ya paranı geri al, ya da türkü bilen radyoyu versinler sana” dedi Kel Nuri.
    Radyonun arama çubuÄŸu Ankara’da, satan tüccarın gösterdiÄŸi yerde. Peki ama neden Muzaffer Akgün deÄŸil de baÅŸkası.
    Karısı, “İşine karışmış olmayayım da, o adam söylesin biraz, belki de Muzaffer Akgün sırasını bekliyordur” dedi.
    Bozuldu Hasan karısının işine karışmasına, hem de onca insanın içinde. Yorulmuş, umutsuzluğun, çaresizliğin ve kandırılma duygusunun anaforuna kapılmıştı. Güya karısının sözüne göre davranmamış olmaktan gelerek ibreyi çevirmeyi bir süre daha sürdürdü. İbre bir kez daha yürüdü iki yan arasında, geri geldiğinde ses netleşti, çubuk durdu, sabitlendi. Sabırsız misafirler derin bir oh çekip, sessizliğe bürünüp, derin bir huşu içine girdiler.
    Kehanette belirtildiği üzere, demir dil verip söylemeye başladı.
    Kel Nuri, nefretin, kıskançlığın bayağılığında kıvranırken Hasan’ın mahcupluÄŸunu gördükçe de anın keyfini sürüyordu. Dudaklarını bıyıkları burnunun içine girene kadar kıvırdı, gözleri önce devrildi, ardından belerdi ve yüzü ekÅŸidi. Sigarasının oldukça uzamış külünü kat kat olan nasırdan duyarsızlaÅŸmış olan avucunun içine döktü. EkÅŸi yüzünü iki yana salladı ağır ağır. “Yok yok, bu radyoda iÅŸ yok ... gidip yerine teslim etmek lazım, tez elden” dedi, insanın omuzlarını çökerten, içini çürüten, öfkeyi nefretle harmanlatan sesiyle.
    Hasan’ın boÄŸazlarındaki damarlar ÅŸiÅŸti, kan beynine yürüdü. Yine karısıyla göz göze geldi, “aman uyma densize” dedi karısının göz bebekleri. Kocaman bir “Ya sabır” çekti Hasan. Söyleyecek çok söz vardır ya, radyo seçimindeki kusur kendisinindi. Nuri’nin uzayan diline karşın onunki boÄŸazına kaçmıştı. Yutkundu ve “iÅŸte buldum türküyü, buna da şükür, Allah olmayanlara da versin “ dedi.
    Birkaç naÄŸmenin ardından biter Türkü. Arayıp dururken onu da kaçırmışlardır. Sözcükleri tane tane sıralayan tok bir erkek sesi, boÅŸ yere beklediniz Muzaffer Akgün’ü dercesine “Mustafa Geceyatmaz’dan türküler dinlediniz. Bugünkü programımız burada sona erdi.” anonsunu yapar.
     Bu ses, içi cayır cayır yanan Gülüşan ninenin tepesine kaynar suları boÅŸaltır. KamburlaÅŸmış sırtını ocaklığın taÅŸ duvarlarına dayamıştı. Orta yerinden tuttuÄŸu eşünle, sacayaÄŸa yasladığı bayat ekmeÄŸi ateÅŸte kıyılayarak kızartıyor, kopardığı küçük tikeleri aÄŸzında kalan son diÅŸleriyle gevelerken, bir yandan da söylenip duruyordu; “OÄŸlan, bu yılki fındığın parasını gitmiÅŸ kaşıklık kadar andıra yatırmış” diye.
     Odun alevlerinden yayılan alazların çizdiÄŸi harelerin titrek ışığında görünüp kayboldukça, üzerindeki hüzün ve acı izleri daha da belirginleÅŸen ihtiyar kadın; etini yitirmiÅŸ, kemiÄŸine yapışmış derisi, asırladır yattığı virane sandukasından çıkarılarak oracığa oturtulmuÅŸ, kara kuru, kakiti çıkmış bir mumyayı andırıyordu. Köşesindeki loÅŸluÄŸun içine gömülmüş olmasına karşın istim üstünde olduÄŸu okunuyordu halinden. Zaten, Gülüşan nineyi yan gözle izleyenler de vardı; onun muhalefeti nasıl bertaraf edilmiÅŸti de radyo alınmıştı sorusu, henüz yanıt bulmamıştı ve ihtiyarın patlamaya hazır bekleyiÅŸi meraklıların bakışlardan kaçmıyordu. “Açlıktan güllük (ahırda hayvanların altına serilen ot) kaynatıp yedik” der, geçmiÅŸte yaÅŸadıkları korkunç günlerin hortlamasından duyduÄŸu endiÅŸeyle, elde avuçta ne varsa deÄŸerini bilmeye iliÅŸkin öğütleri dilinden düşürmezdi.
    Olan biteni illetli bir merakla izliyor, küçücük aletin yıllık kazançlarının büyükçe bölümünü alıp götürecek denli deÄŸerli olmasını anlayamıyordu. Bu “andırın”, bu kadar pahalı olmaması gerektiÄŸine hükmediyor, kandırıldıklarını, aldatıldıklarını düşünüyordu. Beynini kemiren bu his, oÄŸlunun mutluluÄŸunu, mahallelinin varlıklılarına karşın radyo sahibi olmasının tadını, gönencini ve sevincini paylaÅŸmasına izin vermiyordu. Aslında o da herkes gibi kimi gün yaralarına tuz basan yanık uzun havaları, kimi gün gönlündeki coÅŸkulara eÅŸlik edecek neÅŸeli türküleri bekliyordu. BelleÄŸinin tozlu, küflü, örümcek aÄŸlarıyla kaplı dehlizlerindeki labirentlerinde, mühürsüz kapılar arkasında arÅŸivlediÄŸi yok olmaya yüz tutmuÅŸ bölük pörçük nadide antika anılarının, radyodan yükselen ezgilere tutunup gün ışığına kavuÅŸmasını ve ayyuka çıkmasını canı gönülden istiyordu. Ağır aksak çırpınan yüreciÄŸinde nice zamansız ölümlerin, telafisiz kayıpların, paylaşılmamış kabuksuz acıların uç uca eklendiÄŸi çileli yılların ağıları ve henüz parıltılarını yitirmemiÅŸ tatlı anların kutlanamamış şölenleri, yığınlar halinde biriktirilerek unutulmaya terk edilmiÅŸ, öylece bekleÅŸiyorlardı. İşte bu radyo denen marifet derdine derman, söyleyemediklerine tercüman olacaktı. O nedenledir ki, oÄŸlunun seçimine çoktan razı olmuÅŸtu ama meretin kendilerini rezil etmesine içerliyor, baÅŸlarına gelen uÄŸursuzluÄŸa kahrediyordu.
    Eşünün taÅŸa sürtünüp ses çıkarmaması için gösterdiÄŸi özene bakılırsa, kulaklarını dikmiÅŸ, büyük olasılıkla Muzaffer Akgün’ün içli sesini duymak aÅŸkıyla yanıyordu.
    DuyduÄŸu son sözler ona da vurdu indirici darbeyi, pöf diye patladı, söndü anında. Patlak un çuvalı üstüne bir ÅŸey düştüğünde olduÄŸu yeri nasıl tozu dumana boyarsa, içinde birikenlerin dışarı tozuyup her yana saçılmasına engel olamadı. GevÅŸedi çenelerinin yorgun kasları, dilinin üstünde dağılmış tikeyi yutamadan söze erdi tükürük birikmiÅŸ dudakları. SessizliÄŸin içine doÄŸru fısıldar gibi ama herkesin duyduÄŸu, asırların derinliÄŸinden gelen yorgun, pörsümüş, eprimiÅŸ fakat direngenliÄŸini korumakta ısrarlı, otoriter ve isyankar sesiyle; sanki o anonsu biliyormuÅŸ da bekliyormuÅŸ gibi, anons biter bitmez, nerdeyse eÅŸ zamanlı, “Mustafa, aldı bizim delinin yedi yüz lirasını, gece de yatmaaaz, gündüz de” dedi.


Murat Mehmet UÄžURLU




30 Nisan 2005 Cumartesi / 2078 okunma



"Murat Mehmet UĞURLU" bütün yazıları için tıklayın...