DENİZ GEZMİŞ ve KIRMIZI TOKALI PABUÇLARIM
"Akşam yola çıkıyoruz." Dedi babam.
Benim yakışıklı babam. Annem bizi bırakıp da Almanya'ya gittiğinden beri babam bizim "ALLAH"ımız. Her şeye o karar verir. Yemeklerin en lezzetlisini annemden daha iyi o yapar. O öğretmenimden daha çok şey bilir. Sokakta oyun oynamamıza söz etmez. Kavga edersek canı sıkılır. Dayak yer de gelirsek çok kızar. Benim babam eve kedi-köpek getirmemize kızmaz. Bizden daha çok sahiplenir onları.
"Akşam yola çıkıyoruz." Dedi babam.
"Nereye gidiyoruz baba?"
"İstanbul'a. Yengemin yanına." Daha önce hiç İstanbul'a gitmemiştim. Çok büyük olmalı. Denizi bizim İzmir'den büyük müdür acaba? İstanbul'da kimler oturur? Okulları, fabrikaları, hastahaneleri, bakkalları çok mu İstanbul'un? İnsanlar nasıl giyinir? Bütün kız çocuklarının kırmızı fiyonk tokalı ayakkabısı var mıdır? Onların anneleri de Almanya'ya gitmiş midir? Onlar gevrek nedir bilirler mi, yemiş severler mi?
Babam kardeşim Ufuk'la beni Kemeraltı'na götürdü. Kardeşime lacivert - beyaz bahriyeli elbisesiyle siyah sandalet aldı. Bana kırmızı puanlı elbiseyle kırmızı fiyonk tokalı ayakkabı. Elbisemin jüponu dantelliydi hem. Çok güzel. Benim babam çok zengin olmalı.
Manav Kazım Amca bizi otobüslerin her yöne gittiği büyük bir yere götürüyor. Her otobüs önünde çığırtkanlar var.
"Bandırma'ya hemen kalkıyor."
"Denizli, Denizli."
Mavi - beyaz bir otobüsün üstünde İstanbul yazısı var. Babam iki kişilik bilet alıyor. İki kişilik yere üç kişi oturuyoruz anlayacağınız. Ufuk dört yaşında daha. Uzun kirpikleri ıslak, ağlamaklı gözlü. Babam evde hazırladığı kuru köfte, haşlanmış yumurta ve ekmeği başımızın üstündeki bölmeye koyuyor. Anımsadığım ilk uzun yolculuğum. Daha önce babamın Şark Hizmeti nedeniyle Sarıkamış'a gidip, gelmişliğim varmış.
"Yolumuz uzun, uyuyun!" diyor babamız. "Sabah İstanbul'da oluruz.
Gözümü kapatıyorum. Uyuyamıyorum. Babam dahil bütün amcalar, abiler sigara içiyor. Otobüsün camları açık. Ben nefes alamıyorum. Kardeşimin başı öne düşecek gibi eğilmiş. Ağzının etrafına çikolata bulaşmış. Gözyaşları kirli yanaklarından aşağı ince bir yol yapmış.
Ne kadar gittiğimizi, aradan ne kadar zaman geçtiğini kestiremiyorum. Sanki bir dağa tırmanıyormuş gibi yokuş yukarı giderken otobüs sarsılıyor. Muavin abi lastiğimizin patladığını söylüyor. Babam kardeşimi koltuğa uzatıp, aşağı iniyor. Otobüsün radyosu devamlı "Deniz Gezmiş ve Arkadaşları"ndan söz ediyor. Yolcular onlar için dua ediyor.
Babam bir sigara "tüttürüp" tekrar yanıma geldiğinde soruyorum;
"Deniz Gezmiş kim baba?"
"Kimden duydun kızım?"
"Radyo diyor ki "Deniz Gezmiş ve Arkadaşları hala bulunamamış. Buradaki amcalar da onlara dua ediyor. Ne yapmışlar baba? Yoksa hırsız mı olmuşlar?"
Babam tam bana anlatmaya çalışırken jandarmalar otobüsün etrafını çeviriyorlar. Birileri ön kapıdan, birkaç jandarma da arka kapıdan biniyor. Herkesin yerlerine oturulması emrediliyor. Önden ve arkadan aynı anda başlayarak nüfus kağıtlarımızı çıkarmamızı istiyorlar. Sıra babama geldiğinde jandarma abi hazır ola geçip, babama selâm veriyor. Herkes babama bakıyor. İşleri bitince yola devam etmemizi söylüyorlar. Şoför babama "komutanım" diyor devamlı. Babam gülüyor. Arada sırada muavin çocukların suya ihtiyaçları olup, olmadığını soruyor.
Gece karanlık. Yolları göremiyorum artık. Uyku galip geliyor. Gözlerim kapanmakta. Başımı cama dayıyorum kolumu yastık yaparak.
Uyandırdı babam yavaşça. Ufuk kucağında.
"Aşağı iniyoruz kızım. Yanımdan ayrılma!" Etrafıma şaşkın bakıyorum. Herkes inmekte. Yerimden kalkamıyorum. Sol ayağım ön kanepenin altına sıkışmış. Babam kardeşimle inerken ben ayağımı bir şekilde kurtarmaya çalışıyorum. Çok zaman geçmiş olmalı. Babam;
"Haydi Şafak!" Diye sesleniyor.
Yine jandarma kontrolü. Çoluk-çocuk hepimizi otobüsten indirdiler. Sıkı bir arama. Birkaç jandarma el fenerleriyle amcaların yüzüne dikkatlice bakıyor. Bu karanlık, ıssız yerde iki saatten fazla oyalanıyoruz. Babam İzmir- İstanbul arası on iki saat demişti.
Tekrar otobüse bindiğimizde gün ışımıştı. Ağaçların, bitkilerin üzeri ıslaktı. Sabah rüzgarı esiyordu. Üşümüştüm. Herkesin uykusu kaçmış, şoför en yakın yerde "çay molası" vermişti. Kardeşim de, ben de tuvalete gitmek istediğimizi söyledik. Otobüsten indiğimizde gözlerim yeni alınan kırmızı fiyonk tokalı ayakkabılarıma takıldı. Sol ayakkabımın tokası yoktu. Koşarak oturduğumuz koltuğun altlarına baktım.
Yoktu işte!
Ağlayarak babama ayakkabımı gösterdim. Babam bana;
"Üzülme kızım, ben yenisini alırım." Demedi. Onca insanın arasında yanağıma bir tokat attı.
"Sen nasıl kaybedersin? Neden ayakkabına sahip çıkmadın?" diyerek azarladı. Utandım. Korktum.
Babam!
Benim ulu babam!
Benim iyi babam!
Benim zengin babam!
Neden bana kızdın? Hani sen yüreği zengin adamdın? Vurduğun tokadın acısı mı, yoksa herkesin içinde azarlanmam mı içimi burktu?
Bilmiyorum, anlamıyorum.
Yıllar su gibi akıp, gitti. Babamın bizi kedi yavrusunu ensesinden her yere taşıdığı gibi sahiplenmesi, aramızdaki bağın zincirlerle bağlanması gibi bir şeydi. Ondan öğrendiklerimiz, onunla yaşadıklarımız en güzel deneyimlerimizdi. Sevgiyi katıksız öğrendik biz. Keşke o gün onun emekli maaşının yarısını bizler için harcadığının farkında, bilincinde olacak yaşta olsaydık...
Deniz Gezmiş deyince bugün;
Jandarma, yirmi dört saate varan İzmir-İstanbul yolculuğu, kırmızı fiyonk tokalı ayakkabılarım, sahiplenme ve acısı hiç dinmeyen - unutulmaz "baba tokadı" gelir aklıma.
Deniz gezmiş yakalandığı gün ise; minicik yüreğimden o an ona duyduğum kızgınlığın yerini ağlama nöbetlerim ve kahrolası kırmızı fiyonk tokalı ayakkabılarım aklıma geldi.
"Keşke jandarma abilere kırmızı tokalı ayakkabılarımı verseydim de onu yakalamasalardı."
Olur muydu ki?
Can kardeşim, kanım Şafak İşleker'e paylaştığımız güzellikler için...
tülin dursun 19.07.2010 foça/bağarası
|