PAKİSTAN POSTASI
ARŞİVLERİN KÜFLÜ TADI,
TOZLU ELLERLE DAMITILDI DAMARDAN ENJEKTE KIVILCIMLA
Arşiv karıştırmaya bayılan insanlar vardır, hele ki kurcaladıkları dokümanların mahiyeti hakkında en ufak bir bilgiye sahip değillerse daha bir özgürlerdir. Büyük bir keyifle araştırma konumuna geçerler define arayan bir kazıcının heyecanıyla. Çoğu zaman belirli bir cevheri aramadıkları için, önkoşulsuz sürprizlere de daha açıktırlar... Bu huyları sayesinde büyük sırlara vakıf olanlar hiç de azımsanmayacak kadar çoktur. Bu sırlar ki, bir çoğunun yaşam gidişatlarını değiştirmiş olsa bile.
Bir genç kız tanımıştım vaktiyle, dedesinin tozlu kütüphanesini karıştırırken öğrendikleri karşısında ciddi bir bunalıma düşmüştü. Anne ve babasının gizli tutulan geçmişleriyle burun buruna gelince, yok olmak istemişti bir anlık hiçlik duygusuyla. Ailesi sandığı insanlarla hiçbir kan bağının olmadığını öğrendiğinde dünyası kararıvermiş, kardeşi sandığı “otistik varlık”ın genetik şifresinden uzaklığı karşısında da bencilce bir ferahlık duymuştu!
Romanımsı şeyler, yaşamın en umulmadık yerinde karşısına çıkıveriyor insanın, demişti çaresiz bir tanımlamayla. İyi ile kötünün tam ortasındaki bir ip cambazı gibi dengesini koruyamaz haldeydi o arşiv buluşması sonucunda.
* * *
Bir mektup, bir evrak sokuşturuluverir belirsiz zamanların önemsizliğinde herhangi bir rafa ve an gelir önem kazanır tarih yazınsal okumalarda...
Adamın öyküsü de benzeşiyordu kızınki ile.
Adam da, hiç akıl erdiremezdi babasının biriktirdiği dergilere çocukluğunda.
Hiç sormadığını düşündü, niçin aldığını ve niçin düzenlice sakladığını “Pakistan Postası” isimli dergiyi babasının. Tarihlerine baktı, taa 50’li yıllardan 6o’lara uzanan, henüz kendisinin ilkokula gittiği yıllar. Ne yapacağından emin bir kararlılıkla büyük boy çöp torbalarını sermişti ayaklarının dibine, atacaktı artık bunca yılın küflü kırtasiyelerini. Anı diye saklamanın ardı arkası gelmiyor nasılsa, biriktikçe birikmiş alınan ne varsa. Haftalık dergileri çoktandır biriktirmiyor; fakat, aylık dergi ve kitaplara el süremiyordu bir gün gerekebilir düşüncesiyle. Kendi çocuğu da yoktu oysa, belki kardeşlerinin çocuklarına verirdi.
Kitaplığı, yıldan yıla kütüphaneye dönüşmüş ve bir odaya sığmaz olmuştu. Babadan kalma evinin her odası, koridorlar kitap, dergi yığınlarıyla işgal olmuştu. İyi ki bütün bu tozlu kalabalığa laf edecek biri yoktu hayatında. Karısı olsa şimdiye kadar çoktan sahafları boylamıştı bunca kitap, dergi.
Yıllardır hiç dokunulmamış, en küflülerinden başlamalıydı ayıklamaya. Baba yadigarı evin eskisi bitecek gibi değildi, nereye elini atsa kalın bir toz bulutu kaplıyordu odayı. Hiç kullanmadığı alanlarda zaman geçirmektense olduğu gibi kalmasına göz yummuştu uzun süre, fakat; gün geçtikçe, yaşama alanını daraltan görünmez gölgeleri hisseder olmuştu. Kokular bile eskimişlik duygusunu kabartıyordu içinde. Yaşlandıkça yenilenme isteği mi arttı ne!
Vedalaşan insanların son bir kez daha isteksizce sarılışı gibi şöyle bir uzandı en arka raflara. Önce, annesinin Hayat mecmualarını doldurmaya başladı plastik çöp torbalarına; sonra, babasının şu meşhur Pakistan Postalarını. Fazla toz kaldırmadan yavaşça el attı dergilerin bir bölümüne ve elinden kayıveren tomarın sağa sola saçılan yapraklarına hiddetle savurdu küfrünü. Simsiyah yapışkan bir kirliliğe esir olan elleriyle alnını kaşıdı ve olduğu yere rahatça bir bağdaş kurmak zorunda kaldı. En üstteki, açılan Pakistan Postası’nın sayfaları arasından kalınca katlanmış bir kağıt tomarı düşmüştü. Sarı saman sayfalar, eski okul defterlerinden koparılmış formaya benziyordu, yıllardır katlı kaldığı için güçlükle açılan sayfaları, başladı okumaya...
“ 13 Mayıs 1959 Ankara
İstikametsiz bir faaliyet bu benim yaptığım. Vakıa, buna faaliyet denir mi? Muayyen bir zaman ve mekan silsilesi içinde yakınlaşıyorum terk-i diyarımızın sebeplerine. Merakım ayan beyan serilmekte önüme, babam da dalmış mıdır acaba benimkine benzer tefekkürlere! Ben ki, üzerimde tesir icra eden mazimin meçhuliyetine demir atmış gibiyim son vakitler. Babam vakıftı hiç kuşkusuz kendi mevcudiyetinin hakikatlerine!
Rahmetli validemin sıkı tembihlerini anlayabilmem vaciptir; ama, nasıl?
Kardeşlik bağlarımızı güçlendirmek için, kuvvetli ve lüzumsuz tembihler yapıyor diye kızdığım olurdu rahmetliye! Haklıydı besbelli, mazisi çok uzaklarda bir babamız vardı ve validemizin tek elinden gelen kendi doğurduğu hayatların istikbaliydi... Babamız, Pakistan’ın çok fakir bir bölgesinden gelmiş, Multan diye bir yerden. İngilizlerin, köy köy gezip uzak diyarlarda çalıştırmak üzere genç erkekleri topladıklarında, babamın babası ve validesi nasıl rıza göstermiş olabilirlerdi bu gidişe? Kardeşleri yaşıyor muydu, akraba-ı tarikatı var mıydı? Bir pusula olsun bulabilsem mazime ışık tutacak! Gidebilmek hayal bile olsa...
Arapça yazılardan oluşan ne kadar kağıt varsa toplayıp, Mücrim efendinin eski katibi yetmişlik Abdullah efendiye göstermem de bir netice vermedi. Bütün evrak-ı silsileyi inceleyebildiğinden şüpheliyim Abdullah efendinin; ama, ifşaatına güvendim çaresiz, onca tomarın içinde Pakistan’a aid tek bir satır çıkmaması bütün kudümlerimi kırdı. Alacak verecek hesapları, bakkal defterleri, kimden nereden geldiği meçhul nameler, doğan çocuklarının doğum gün ve saatleri kaydedilmiş babam tarafından Arapça harflerle... Kagir evimizin kiriş ölçülerini bile yazmış fakat, geçmişinden biricik ifşaat yok.
Çocukluğumdan mı, delikanlılık cehaletimden midir bilinmez, sağlığında hiç sormamışım babama doğduğu o uzak yerleri! Validemden öğrenebildiklerim de ehemmiyetsiz şeyler. Çok küçükmüş babamın kardeşleri o vakitler, hepside oğlan, üç yada dört, (kız kardeşi ölmüş). Halaları ve amcaları varmış, teyze ve dayıları da çok kalabalıkmış... Bunca kalabalık sülale mi ürküttü validemi bilinmez, pek de meraklanmamış babamın memleketiyle ilgili mevzulara. Aradan geçen onca vakit sonra sorduklarımı da manasız bulurdu, “amaan oğul ne bilirim ben” deyip kestirip atardı babamın mazisiyle alakalı hatıratlarını. Sadece, anlatmaktan bıkmadığı o meş-um hikayeyi anlatıverip kurtulmak isterdi benim ahiret sorusu merakımdan. Babamın, ölen kız kardeşinin başına gelen felaketi acıklı bir ses tonuyla anlatırdı, ağıt yakarcasına.
6-7 yaşlarındaymış babam, bir gün validesi ve 4 yaşındaki kız kardeşiyle komşu köydeki hısım akrabalarına gidiyorlarmış yanlarında babaları olmadan. Validesinin göbeği epey iriceymiş, çünkü bir kardeşleri daha olacakmış. Yollarının güzergahında, suları tarlalara taşan geniş bir nehir varmış. Bu nehrin suları öyle bulanıkmış ki, daha evvelki geçişlerinde köprüden düşürdüğü tahta oyuncağını suda görüp bulamamış babam. Zaten o çürük tahtalı sallanan köprüden sefer eylemek babamın en korktuğu şeymiş. O gün de, tam köprünün üzerinde birkaç adım atmışlar ki validesinin bastığı çürük zemin apansız parçalanmış ve yanındaki kız kardeşi çürük tahtaların arasından bir anda çamurlu sularına gömülüvermiş nehrin. O velvele içinde doğum sancıları tutuveren ninem, kız evladını kaybetmenin derin ızdırabına ilaveten bir de doğum feryatlarıyla yırtmış nehrin yüzünü saatlerce. Babam, ruhunun çocuk çaresizliğiyle koşup kaçmış köprüden, o nehirden, o köyden, günlerce... Günler sonra, bir çalı dibinde bulduklarında yarı baygın olan babamı, ne annesine ne de yeni doğan oğlan bebeğe dönüp baktığını gören olmamış hiç.
Babamın mazisi, tekrarlana gelen bu ecel-i kaza hikayesi ile annemin dilinde bir masal methiyesine bürünmüştü. Her seferinde daha bir debdebeli, daha bir ağdalı anlatırdı ki, sanki yeni bir şeyler anlatmış olabilmenin hissiyatına kavuşurdu.
Uzak diyarlarda soyumdan olan insanları görebilmek hayal belki; fakat, şuurumun muhtevası hiç istirahat etmezken, nasıl huşu ile mesut olabilirim? Bir çare bulmalıyım müşkülüme...
23 Mayıs 1959
.............. Her seferinde tarifi mümkünsüz bir heyecana kapılıyorum posta geldikçe. Yine, iki aylık bir tekmil olmuş Pakistan Postası, Babamın akrabalarından gelen bir name gibi hisleniyorum bu postalara, sanki bir mucize olup benim gibi onlar da arayacaklar uzaklara gitmiş akraba büyüklerini! Heyhat ki, bu teselliye benim beşer yaradılışım bile inanmıyor...
Teker teker okuyorum adresli duyuruları, okudukça içime bir ılıklık akıyor, bir tuhaf oluyorum. Ruhuma çok yakın bir muhabbetin muştulanışı gibi oraların havadisleri.
ABDUL RASHEED ANJUM,
HOUSE NO. 4 BLOCK 122,
AREA 1-D, LANDHİ COLONY
KARACHI – 30, PAKİSTAN
(Tıbbiye öğrencisi, okumayı, mektuplaşmayı seviyor.)
- - -
CAPT. NASEER MAHMUD
BALUCH REGİMENT CENTRE
ABBOTABAD – PAKİSTAN
(24 Yaşında, pul koleksiyonu biriktiriyor, golf oynuyor)
- - -
Her postada mutlaka okuyorum muhabbet kurmak isteyen kardeşlerimi, hayalen yazıyorum uzun mektuplarımı göndermesem de. Sanki bilen biri çıkacakmış gibi babamın ailesini. Hiç israf edilmemiş tazeliğinde kalıyor uhdelerim, pekala vakıfım halet-i ruhuma, lakin söz geçiremiyorum.
Pakistan Postası’nın mektuplaşmak isteyenler diye bir köşesi var, mektup - name ikisi de kullanılıyor. Kurtulamadım şu Osmanlıca dilinin ahenginden, yeni kelimeler soytarı işi gibi geliyor hala! Babam rahmetli ne meraklıydı Osmanlıca’ya, kökten saraylı gibi ağır oturaklı telaffuz ederdi tastamam cümlelerini... 15 Yaşında geldiği Anadolu, Osmanlı düsturuyla hemhalmiş o yıllarda, hayıflanmamın lüzumu yok şimdi sağ olaydı da sorsaydım diye, müşkülüme sebebiyet veren bütün sualleri...
Sağ olaydı da okusaydım şu şiiri Pakistan’lı şair bir bacımızın yazdığı:
/Havada yaratılmışım, yoklardan, örümcek ağı gibi bir dokunuşla dağılan
Kimsenin erişemeyeceği, yıllar boyu uzaktaki şu yıldızım ben.
Ben ateşim, mehtabım, uzun, uzak boş ovalarda rüzgarım esen.
Bir yumurta kabuğu taşırım kalp yerine, bir dolu fısıltı beynim,
Kelebekler gibiyim. /
SABİHA RUMANİ "
Adeta, kısaltılmış bir günceye benziyordu adamın okudukları. Okudukça, omuzlarının yüklendiği tonlarca ağırlığı taşıyamaz oldu. Görünmez eller tarafından bastırılıyordu bedeninin üst tarafı, dünyanın binbir türlü gizini hapsetmiş bir cezaevi gibi göründü bulunduğu oda ve devasa kitaplık. Zorunlu bir kalkışla fırladı odanın dışına, balkonun beton duvarlarına dayadı sırtını. Soluklarının sessizliğinden şüphelenip salıverdi ciğerlerinden koskoca hırıltılı bir nefes. Aidiyetsizlik duygusu çırpınırken göğüs kafesinin bir köşesinde, derin bir özlem duydu varolduğunu hissettirecek dünyasal gürültülere! Ne kadar sessizdi bu ev, bu dünya ve dışındaki her şey.
Çürümemiş her ne varsa; belge, mektup arşiv raflarında, kıskandı tozlu sayfaları, babası ve dedesi belirdi hayal perdesinde. Haksızlık bu diye inledi yüksek sesle, kağıtlar yaşam olmuş, bedenler ise çoktan toprak taş...
Şimdi babası yok bu dünyada, babası ve onun babası... Dedesi, eski sarı solgun bir imge olarak beliriyor belleğinde. Göz çukurları derince bir kuyuya gömülmüş gibi eski fotoğraflarda. Eski zaman fotoğrafı olduğu içindi o denli kara karanlık! Fotoğraflar, karanlık odaların ve kara kutulu agrandizörlerin ancak sığabildiği kızıl ölgün ışıklı odalarda tap edilmişti, şüphesi yoktu bundan. Ziya-ül Hak’ka, Cinnah’a benzerliği, göz çevresi uçurumlarının göz aldatmacasıydı, emindi bunca yıl bundan!
* * *
Genç kız, biraz daha karıştırabilseydi dedesinin kütüphanesini, sevinebilir miydi genetik şifresine? Artık amcasının yaşamakta olduğu dede evinin kütüphanesinde biraz daha kalabilseydi vaktiyle. Kalabilseydi ve safranımsı renge bürünmüş tarihi bir zarfa ulaşabilseydi... Zarfın gizemine vakıf olabilseydi amcasından önce. Dedesinin Osmanlıca’sından bir şeyler anlayabilseydi ve Pakistan Postalarının umut yüklü bir ilanla muştulandığını görebilseydi...
Major İLYAS AHMAD
272-SHER ROAD,
JALILABAD COLONY,
MULTAN – PAKİSTAN
( Multan’dan Türkiye’ye giden amcasını arıyor)
Görebilseydi, dedesinin İlyas Ahmad isimli Pakistan’lı ile yazışmalarında ki gerçek masalı! Nehir üzerindeki çürük köprüde dünyaya gözünü açan öz dedesinin Nehir-ül Ahmad olduğunu bilebilseydi ve onun fakir oğlu İlyas Ahmad’ın, 8 kızından en küçüğü olduğunu görebilseydi genç kız... Meşakkatli bir yolculukla, Türkiye’ye kundakta bir bebek olarak gönderildiğini bilebilseydi, okuyabilseydi tozlu arşiv sayfalarında!
25 Ağustos 2004
|