Bir Kasabada Yaşamak (ya da )Taşralı Olmak
Herkesin bir taşrası, bir kasabası varmış; büyük kentlerin insanlarına aşıladığı bir virüsmüş bu. O kasabalar, o taşralar size göre başka imiş, bana göre başka, onlara göre daha başka.
İnsanların yaşadıkları ya da kıyısından köşesinden yaşayabildikleri kentlere karşı değişken yaklaşımları vardır. Kimimiz içinde yaşıyor olmamıza karşılık, yine de kentin farkında olmayız.
Çünkü kent vardır, kendi yaşamadığı gibi içinde yaşayanları da hayattan haberdar etmez. Bir uyuşukluğu, bir vurdum
duymazlığı beraberinde taşır. Yoldan yordamdan uzaktır, her türlü iletişimden ayrı düşmüştür, İnsanları zamanı bölmüşler, birer robot gibi yaşamaktadırlar.
Saatler hep aynıdır; her gün her saat, o saatte nelerin yapılacağının göstergesi işlevini görür.
Uyanma saatidir, okula ve daireye gitme, dükkan açma saatidir; sofrayı toplama saatidir; bulaşık yıkama, soğan ayıklama, tencereyi ateşe vurma saatidir.
Öğle sonrası saatleri, en ağır yürüyen saatlerdir. Yine her gün öğle sonrası olur ve ağır ağır yürüyerek önce paydos saatlerine, sonra da eve dönme, yemek yeme, misafirliğe gitme, radyo ya da televizyon izleme, yatma, sevişme ve düş görme saatleri gelir, başlar ve biter.
Büyük kent, insanı robotlaştırmıştır, bu yüzden her şey kuru ve mekanik yürür. Büyük çalkantıların oluşturduğu büyük serüvenler büyük kentlerde yaşanır, taşrada değil. Özellikle de sizin hayat denizinizin kıyılarında ne met olur, ne cezir.
Siz onları gazetelerin ikinci sayfalarında gıpta ile, üçüncü sayfalarında ise dehşetle izler, okur, öğrenir; birinciler için yürek burkulması, ikinciler için de bir tür "iyi ki ben/biz öyle değilim/değiliz"li gizli bir gönenme duyulur. Bu olgu, ayrıca televizyon ekranlarında özel izlenceler ya da sıradan haber bültenlerinde de gösterilerek, (adeta zorla) izlettirilerek pekiştirilir.
Küçük kasabalarda diyelim ki Foça’da işte bu/bunlar yoktur,
|